Biz Kemalizm’i, yakamıza rozet takmak, 10 Kasım’da gidip Anıtkabir’de ağlaşmak, başımız sıkıştığında sokaklarda “Ordu Göreve” diye bağırmak sandığımız için; yazdıklarını, söylediklerini okumadığımız, okuyup da anlamadığımız için bugün bulunduğumuz yerdeyiz.
Haydi hep birlikte, yeni baştan, aşk ile, sindire sindire, tekrar tekrar okuyalım.
"Cumhuriyette meclis ve cumhurbaşkanı ve hükümet başkanı halkın hürriyetini, emniyetini ve rahatını düşünmek ve temine çalışmaktan başka bir şey yapmazlar. Çünkü bunlar bilirler ki kendilerini güç ve yetki konumuna, belirli bir zaman için getiren irade ve egemenliğin sahibi olan millettir ve yine bunlar bilirler ki iktidar koltuğuna saltanat sürmek için değil, millete hizmet için getirilmişlerdir.
Millete karşı durum ve görevlerini kötüye kullandıklarında, şu veya bu şekilde milli iradenin, kendi haklarında bile oluşması ile karşı karşıya kalabilirler. Millet tarafından, millet namına devleti idareye izinli bulunanlar için gerektiğinde millete hesap vermek mecburiyeti, laubalilik ve aklına estiği gibi hareketle bir arada olamaz.
Oysaki kuvvetinin ve yetkisinin Allah'tan geldiğini ve yalnız ona karşı ahirette, hesap verebileceğini varsayan, devleti, memleketi kendisine miras olarak kalmış bir malikane kabul eyleyen bir hükümdar, her türlü sınırlamadan kendini uzak görür. Böyle bir idarede, milletin benliği, hürriyeti söz konusu bile olamaz.
Dolayısıyla yetkileri sınırlı dahi olsa, hükümdarlık şekli demokrasiye, hâkimiyeti milliye prensibine uygun değildir. Hükümetin, sayılı insanların, sınıfların elinde bulunması bile millet varoluşunun asla kabul edemeyeceği bir durumdur. Bütün milletin, çoğunlukla devlet idaresine, katılmasına engel olan bu oligarşi usulü de bir kesimin kendi çıkarlarını elde etmek için tüm millete ait egemenliği el koymasından başka bir şey değildir.
…
Afet İnan'la sohbetlerinin birinde de, konu ile ilgili şu örneği veriyor Atatürk.
Milletin şahıslara, kendini unutacak ve kendini kaptıracak kadar bağlı olması, iyi sonuç vermez. Bunun tarihte örnekleri çoktur.
Oktav'ın elinde beş yüz seneden beri devam eden Roma Cumhuriyeti, sessiz sedasız, yavaş yavaş hemen mutlak bir hükümdarlığa döndü. Oktav daima Senato'ya dikkat ve hürmet ederdi; durumu kurtarmaya çalışırdı. Hürriyet taraftarlarını hoşnutsuzluğa sevk etmezdi.
Oktav, yaşam boyu şartıyla konsüllüğü reddetti, diktatörlüğü asla kabul etmedi; herkesin iyiliğine çalışırdı. Kamuoyu kendisiyle beraberdi. Senato'ya kendisini çok sevdirdi, her ne vakit iktidardan çekilmek istediyse Senato rica ile kendisine iktidarı muhafaza ettiriyordu. Senato Oktav'a Ogüst unvanını verdi. Bu unvan o zamana kadar yalnız tanrılara verilirdi. Oktav bu yeni unvanla bir tür kutsal durum kazandı. İşte bütün bu kendisine makam, mevki verilmesi Oktav'ı askeri ve sivil bütün güç ve yetkileri, yavaş yavaş kendinde toplamaya yönlendirdi. 44 yıl devam eden bir Ogüst devri, cumhuriyetin unutulmasına yetti. Ogüst'ten sonra, içlerinde Neron dahi bulunan imparatorlar Roma devletini yıkıncaya kadar Roma'da taht sahibi oldular."

Kaynak:
M. KEMAL ATATÜRK'TEN YAZDIKLARIM: Prof. Dr. A. AFET İNAN
Nurer UĞURLU başkanlığında bir kurul tarafından hazırlanmıştır.
Dizgi - Baskı - Yayımlayan: Yenigün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A.Ş. Aralık 1999
CUMHURİYET GAZETESİNİN OKURLARINA ARMAĞANIDIR