Nesnesini Kaybeden Psikoloji

Diğer kategorilere uymayan başlıkları burada paylaşabilirsiniz

Nesnesini Kaybeden Psikoloji

İletigönderen Hasta » Pzr Şub 25, 2007 10:46

Psikoloji, bir bilim olarak nesnesini kaybetti. Tıpkı sosyoloji gibi. Her ikisi de 19. yüzyılda felsefeden bağımsızlaşarak kendilerini bilim olarak ilan etmişlerdi. Genel olarak bilim, önce vahiye karşı konumlandırmıştı kendini; sonra ise, akılla elde edilen bilgiye, yani felsefı bilgiye karşı... Psikoloji ve sosyolojinin merkezinde yer aldığı sosyal bilimler, bilginin akılla elde edilebilirliğine karşı, “gerçeklik’ hakkında ampirik bulgulara (spekülasyon’dan farklı olarak) dayalı ‘nesnel’ bilgi elde edilmesini sağlamak” (G. K., 1996: 21) için kurulmuştu.



Felsefe, bilgi üreten bir disiplin olarak görülmüyordu; felsefe bir spekülasyondu. Spekülasyon teriminin, bir olumsuzlama nitelemesi olarak, en fazla telaffuz edildiği yüzyıldır 19. yüzyıl. Türkiye’de ise, sanırım en fazla 70’li yıllarda telaffuz edildi; biraz da 80’li yılların ilk yarısında. Kastedilen hep felsefeydi. Sosyal bilimlerin, belki de en çok sosyoloji ile psikolojinin moda terimi ampirik bulgu terimiydi. Ampirik bulgu, spekülasyon terimine karşı telaffuz ediliyordu. Çünkü, bilim, ampirik bulguyu, yani gözlemlenebilir olanı konu edinebilirdi. Değişimle ortaya çıkan olayları, bu olayların ait olduğu olguları tanımlamak, 19. yüzyılın bir başka moda terimiyle söylersek, ‘nesnel’ bir işti. Psikolojinin nesnesi davranıştı; sosyolojinin nesnesi ise, toplumsal değişme ve toplumsal yapı.



Sosyal bilimlerin, yani psikoloji ve sosyolojinin bir bilim olarak kuruluşu Gülbenkyan Komisyonu’nun raporuna göre 1940’lı yıllarda tamamlandı; ancak, yüzyılın üçüncü çeyreğinde de bunalıma girdi. Bu bunalım, kendilerine bilim sıfatı verdiğini düşündükleri nesne üzerinde elde ettikleri bilginin, bilim kavramının sığası için de, hemen hemen devlet kurumu dışında heyecan uyandırmayan bir kapsama sahip olmasından kaynaklanıyordu.



Hemen netice görmek üzere yetişmiş kimlikler böyle bunalımlara katlanamazlar. Nitekim, önce sosyologlar, sonra da psikologlar kendi bilimselliklerinin garantisini sağlayan kendi nesne alanlarını ve yöntemlerini terk etmeye başladılar. Sosyologlar, özellikle 20. yüzyılın üçüncü çeyreğin den sonra, nesnelerini terk ederek, felsefenin ‘yöntem’iyle, bir zamanlar spekülasyon diye niteledikleri akıl yürütmeyle ‘düşünmeye’ ve felsefenin terimleriyle iş yapmaya başlamışlardı. Anthony Giddens, Immanuel Wallerstein, Jean Baudrillard gibi Amerikalı ve Avrupalı sosyologlar sırtlarını sosyolojiden çok artık felsefeye dayamayı daha güvenli ve daha değerli buluyorlardı. Türkiye’de de bunun örneğini veren ‘sosyologlar’ yok değil. Ancak, sosyolojinin bu bilimsellik bunalımı,Gülbenkyan Komisyonu tarafından tartışılmış; özelde sosyolojinin, genelde ise sosyal bilimlerin nasıl yeniden yapılandırılacağı rapor haline getirilmişti. Bu rapor Türkiye’de de yayımlandı ve tartışildı.



Psikoloji böyle bir sürece girmedi henüz. O, böyle bir bunalım yokmuş gibi davranıyor. Ama, Richard E. Nisbett ’in Düşüncenin Coğrafyası adlı yapıtı, psikolojinin de kendi nesnesini ve yöntemini terk ederek, felsefenin zemininde iş yapmaya başlıyor oluşuna örnek olarak verilebilir. Nisbett’in yapıtı, bir bilim olarak psikolojinin nesnesini kaybetmesiyle kalmıyor, aynı zamanda, psikolojinin temel tezi olan evrenselcilik ilkesinin de karşı konumunda yer alıyor. Felsefenin zemininde iş yapan sosyologlar, üzerinde çalıştıkları probleme ilişkin, felsefenin daha önce ortaya koyduğu argümanları dikkate alıp onlarla hesaplaşarak ilerlerken;

Nisbett, üzerinde çalıştığı probleme ilişkin, felsefenin veya başka bilimlerin ortaya koyduğu bilgileri dikkate almıyor.



Nisbett, insan düşüncesinin doğasının, yani düşünüş biçiminin Asyalılar ile Amerikalılarda aynı olmadığını ileri sürüyor. Kültürel açıdan bakıldığında bu ileri sürümde bir sorun görülmeyebilir; çünkü, kültürel olandan söz ediyorsanız, değişmez olan dan, asıl olandan değil, fenomenal olandan söz ediyorsunuz demektir. Ama, Nisbett’in iddiası, bu farklı lığın, tarihsel değil, yapısal; felsefi terimlerle söylersek, ontolojik olduğu yönünde. Bununla birlikte, Nisbett’in ‘bilimsel masumiyeti’,bilimsel keşfin sığasından çok, bu gün dünyada olup bitenlere ilişkin Amerikan politikasının bağlamına ait kaygılarla ıralanıyor. Kitabının giriş bölümünde bu temel kaygıyı şöyle betimliyor Nisbett: “İnsanlar eğer gerçekten düşünce sistemleri—dünya görüşleri ve bilişsel süreçleri— açısından birbirinden derinlemesine farklıysa, o zaman tutum ve inançlarında, hatta değer ve tercihlerindeki farklılıklar, sadece farklı girdiler ve öğretimlerin değil, dünyayı anlamak için farklı gereçler kullanmanın da kaçınılmaz bir sonucu olarak görülebilir. Ve eğer bu doğruysa, uluslararası anlayışı geliştirme çabaları da, umulandan daha az verimli olabilir.” (Nisbett, 2005: 14).



Bilindiği üzere bu tez, siyasal bilimci Samuel Huntington tarafından savunulmaktadır. Nitekim, Nisbett de kitabının son bölümünü, yani ‘Sonsöz’ünü, Huntington ile Fukuyama arasında kurduğu karşıtlığa değinerek bitirir. Kitabın bitişi, psikolojiyle ilgili bir yapıtın bitişi gibi değil, politik bir kitabın bitişi gibidir.

Nisbett’in düşünüş tarzının neliğini göstermek için, kitabında veri olarak değerlendirdiği iki örnek ile bir argüman üzerinde durmak istiyorum.



Nisbett’in kabul edilebilir olmayan argümanlarından biri, eski Yunanlıları şimdiki Amerikalılarla özdeşleştirmesinde görülüyor. Nisbett, bunu açıkça söylemiyor, bu onun önkabullerinden biri. Örneğin yapıtının 4. bölümünün açılışında, Amerikalı bir baba-oğlun konuşmalarını aktarıp Asyalıların çocuklarıyla bu tarzda konuşmadıklarını söyledikten sonra şu yargıyı ileri sürüyor: “Eski Çin filozofları dünyayı süreklilik gösteren maddelerden ibaret görürlerdi; eski Yunan filozofları ise dünyayı nesnelerden ya da ayrı atomlardan oluşmuş olarak görme eğilimindeydi.”(Nisbett, 2005: 73).



Bu argüman kabul edilemez; çünkü, eski Yunanlıların ilk takipçileri Romalılarsa, ikinci takipçileri antik İslam filozoflarıydı.



Nisbett’in tartıştığı, üzerinde durmak istediğim örnek, kitabın 5. bölümünden:



“l991’de, Iowa Üniversitesi’nden Gang Lu adlı Çinli bir fizik öğrencisi bir ödül yarışmasını kaybetti. Kararın incelenmesi için yeniden başvurduysa da sonuç alamadı ve sonunda akademik bir görev elde etmeyi başaramadı. 31 Ekim’de, fizik bölümü binasına girdi ve önce danışmanını, temyiz başvurusunu inceleyen kişiyi, birkaç arkadaşını ve tesadüfen orada bulunanları, sonra da kendini vurdu.” (Nisbett, 2005: 94).



Nisbett’in üzerinde durduğu ikinci örnek ise şu:



“Gang Lu’nun cinayetlerini işleyip intihar ettiği yıl, Michigan’ın Royal Oak kasabasında, Thomas Mellvane adındaki Amerikalı bir posta memuru işini kaybetti. Kararın incelenmesi için sendikasına başvurduysa da sonuç alamadı; bu arada tam günlük başka bir iş bulma çabalarında da başarısız oldu. 14 Kasım’da, eskiden çalıştığı postaneye girdi ve önce şefini, başvurusunu inceleyen kişiyi ve birkaç iş arkadaşıyla tesadüfen orada bulunanları, sonra da kendini vurdu.” (Nisbett, 2005: 95).



Bu iki örnek, aslında Çinlilerin de, Amerikalıların da benzer durumlarda benzer düşündüklerini ve benzer eylemde bulunduklarını gösterir. Haksızlığa uğranıldığında veya geleceğimizi kaybettiren bir neticeyle yüz yüze gelindiğin de, Doğu’da da, Batı’da da, insanın duyuş, düşünüş ve eyleyiş tarzı birbirinden farklı değildir. Nite kim, benzer durumları yaşayan Gang Lu ve Thomas Mellvane’in eylemleri, biri Çinli, diğeri Ameri kah olmasına karşın aynı olmuştur. Ancak, Nisbett, argümanının temellendirmek için veri olarak bu olaydan değil, Çinli ve Amerikalı öğrenciler ile basının bu olaylar hakkındaki yorumlarını değerlendiriyor. Oysa, Amerika’daki Çinli ve Amerikalı öğrenciler ile Çinli ve Amerikalı çevrelere ait gazetelerin bu olaylar hakkındaki farklı yorumları, Doğulular ile Batılıların birbirinden farklı düşünüyor olduklarını değil, olsa olsa Amerika’daki Çinliler ile Amerikalılar arasındaki gerilime örnek olabilir. Burada, 1992 yılında, ABD’nin Los Angeles şehrinde başlayıp kısa sürede başka metropollere yayılan ırkçı, yeni sağcı eylemleri anımsamakta fayda vardır. Bu eylemlerde, ABD’nin kentli yoksulları, Asyalı, özellikle Çinli göçmenlere saldırmış, onların mülklerini işyerlerini tahrip etmiş, yakıp yıkmışlardı. ABD’deki Çinliler ile yoksul Amerikalılar arasında yaşanan gerginlik bakımından bu olay önemlidir. Nisbett’in böyle bir çalışmaya yönelmesinde bu olayın etkisi olsa gerek.



Çok önemli bır başka husus ise, Nisbett’in Amerikalı öğrencilerle Çinli öğrencilerin her iki olaya ilişkin değerlendirme tarzlarını veri kabul etmesinde görülmektedir. Amerikalı öğrenciler, her iki olayda da caniliğin, yaratılış özelliklerinden kaynaklandığını söylerken, Çinli öğrenciler durumsal etkenlere vurgu yaparlar. Nisbett, bu yorum farkını, Çinliler ile Amerikalılar arasındaki düşünüş farkının yapısal olduğunu kanıtlamak için kullanıyor. Oysa, bu yorum farkı, Doğulular ile Batılıların yapısal farklılıklarından dolayı farklı düşünüyorlar tezi için veri olamaz.



Burada dikkat edilmesi gereken nokta şu: ‘Kötü tohum’, kötülüğün yapısal olduğu veya doğuştan geldiği düşüncesi, Batılılığın değil, Ortaçağ düşüncesinin temel yargısıdır ve Hıristiyanlıktaki doğuştan getirilen günah anlayışıyla çok bağlantılıdır. Bu anlayış, yine Batılı bir düşünür olan Spinoza tarafından, 17. yüzyılı 18. yüzyıla bağlayan yıllarda, tahtından indirilmişti. Batıda, Spinoza düşmanlığının oluşması rastlantısal değildir. Bilindiği gibi, Spinoza, kötülük kav ramını “zehirlenme” kavramıyla açıklar. Kötülük, yapısal değildir, insanın tinsel dünyasının zehirlenmesiyle ilgili bir durumdur.

Nisbett’in iki temel argümanı(!)önkabulü var:

1. İnsanların düşünüş biçimiyle, yaşadıkları coğrafya arasında nedensel bir ilişki vardır. Asyalılar ile Amerikalılar arasındaki farklılık buradan kaynaklanmaktadır.



2. Bu farklılık uluslararası anlayış ile evrensellik düşüncesinin olanaklı olmadığını gösterir.

Gerçekten böyle mi?





Farklı toplumsal kültürlere sahip olmak, uluslararası anlayışın, evrensellik düşüncesinin gelişiminin önünde aşılamaz bir engel midir?



20. yüzyıl, bunun doğru olmadığını gösteren yapıtlara sahipti. Claude Lévi-Strauss ’un Yaban Düşünce ’si ile Vladimir Propp ’un Masalın Biçimbilimi adlı yapıtı bunlardan ikisi. İlki, ikincisine göre daha popülerdi, daha moda; ikincisi ise spesifik, ama devrimci bir keşfi içeriyordu. Dolayısıyla pedagojik bağlamda daha kullanışlıdır; ama öyle sanıyorum ki, hiçbir eğitim bakanı veya ideologu Propp’un devrimci keşfini ve ortaya koyduğu bilgiyi dikkate almamıştır.



Toplumların düşünüş biçimini gösteren, söz konusu toplumlardan çıkan yazar ve filozoflardan çok, o toplumlara ait türküler, ağıtlar ve en önemlisi de masallardır. Yazarlar ve filozofların içinde yer aldıkları problem bağlamları, ulusal veya kültürel olmaktan çok, için de bulundukları etkinlik zemini tarafından belirlenir; bu da ulusal olmaktan çok, uluslarüstü bir nitelik taşır. Roman yazan bir yazar, roman sanatının bağlamı tarafından; bir filozof, felsefenin bağlamı tarafından. Bir romancının Cervantes’ı, Tolstoy’u, Dostoyevski’yi, Balzac’ı, Stendhal’ı, vb. okumadığı ve roman sanatına ilişkin bu yazarlardan bir şey öğrenmediği kabul edilemez. Yine bir felsefecinin Platon’u, Aristoteles’i, Descartes’i, Kant’ı, vb. okumadığı ve felsefenin neliğine ilişkin olarak bu filozoflardan bir şey öğrenmediği düşünülemez. Romanın ne olduğu, romancıların yapıtlarından; felsefenin ne olduğu da filozofların yapıtlarından öğrenilir. Ama, yazarlar ve filozoflar da sadece bir ulusa ait değildir. Uluslar üstü veya kültürler üstü nitelik derken kastettiğim bağlam bu. Dolayısıyla, burada, kendiliğindenlikten çok öğrenilmiş bir durum söz konusu dur. Oysa, masallar, her ne kadar başka toplumların kültürlerinden, masallarından etkilenmelere açık olsa da, roman ve felsefi yapıtlara göre, üretildikleri toplumun düşünüş biçimini yansıtması bakımından kendiliğindenlikle ıralanırlar. Sanırım bu açık.



Ancak, masallarla ilgili yaygın ve güçlü kanılar vardır. Masallar, toplumlara ve kültürlere göre çeşitlilik taşır. Çünkü, her toplumun kültürü birbirinden farklıdır ve masallar da bu kültürel farklılığın dışında değildir. Gibi. Gerçekten de, görünüş, yani fenomen öyle değil midir? İşte, Propp’un yaptığı bilimsel keşfin devrimci ırası tam da bu noktada ortaya çıkmaktadır. Vladimir Propp’un keşfi, bize, fenomenin böyle seyir etmesine rağmen, asıl olanın, yani masallardaki düşünüş biçiminin farklılıkla değil, benzerlik ilkesine göre işlediğini gösterir. Propp’un keşfi, masalların kültürel çeşitlilik ve farklılık göstermelerine rağmen, temelde tekbiçimlilikle ıralandığı yönündedir. İlk baskısı 1958’de yapılan Masalın Biçimbilimi’nin hâlâ etkileyici ve heyecan verici üçüncü bölümü, masal kişilerinin her masalda farklı kültürel özellikler taşımalarına rağmen, gerçekleştirdikleri eylemlerin otuz bir özellik bakımından benzer olduğunu gösterir. Masalın biçimbilimi, masal değildir.

Kültürler arasında temelde bir fark olmadığının gösterilmesi, dolayısıyla evrenselcilik anlayışı ile insanın neliğinin dünyanın her yerinde aynı olduğu düşüncesinin gelişimi, insanın benzer durumlarda benzer düşündüklerini ve benzer eylemleri gerçekleştirdiklerini gösteren, ama farklı kültürlerden seçilen iyi ve doğru örneklerin (masalların, destanların, şiirlerin) okutulmasına dayalı bir eğitimle olanaklıdır. Böyle bir eğitim, dünyanın Doğu’sunda ve ya Batı’sında, şimdiye kadar gerçekleştirilmedi. Bunu uygulayacak devrimci ve modernist bir eğitim bakanı da yok.

Yücel Kayıran
Varlık Dergisi
Mayıs 2005
Kullanıcı küçük betizi
Hasta
Satılmıştır
 
İletiler: 1
Kayıt: Pzt Şub 19, 2007 14:52

Şu dizine dön: Diğer

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 1 konuk

x