NİSAN ECE
Nisan’da doğduğu için adına Nisan denmiş olmalı. Kimi Nisan değil adı Nisa idi diyor ama selasında adını açıkça Nisan olarak duydum:
Vefat eden; Osman Korkmaz kızı Nisan Ece Korkmaz, dediler. Her zaman önce sela (sala) verilir ardından ölenin adı iki kez söylenir. Çevre bölgelerde ölenler, tanıdık bilindik kişilerse, köyle bağlantıları varsa, burada da selaları verilir. Kadınsa ölen, ya eşinin ya babasının adıyla söyleniyor adı. Erkekse, görevi bakımından tanınıyorsa mesleği, çalıştığı yer de adına ekleniyor. Babası tanınmış biriyse baba adıyla deniyor o zaman erkeğin de adı. Eski belediye meclis üyesi... Demre esnafından... falancanın oğlu diye... Ölenin adı denince de, son olarak “Allah rahmet eylesin denir, sözün ikinci hecesi abartılı uzatılarak, mikrofon kapatılır. Merkezden ortak yayını, duyuruların sonundaki dırt dırt sesinden anlarız... Burada öyle olmadı. İmam, ölen bir bebek olduğu için mi yoksa köyden biri olduğu için mi selanın ardından şunları da dedi:
“Allah ailesine sabırlar versin. Kendisini şefaatçi eylesin...”
Nisan’ın doğduğundan haberim yoktu, kimse sözünü etmemişti, ölümünü duydum ilk önce. Geçen hafta perşembe günü ölmüş, hastaneden çıkışının üçüncü gününde. Babasını tanıyorum bebeğin, elimizde büyüdü sayılır, çocukluğunu bilirim...
Perşembe sabahı Aynur’u gördüm, erkenden yolda koşturuyordu. Cenaze evinden geliyorum, az sonra da düğüne ilçeye gideceğiz, köyde düğün var biliyorsun bu hafta sonu deyince, kim öldü diye sordum da olayı anlattı. Dokuz aydır hasta olan, doğduğundan beri ömrünü hastanede geçiren bebeği haftabaşında evine göndermişler. Geldiğinin üçüncü günü de evde can vermiş.
Bebeğin nesi vardı, neden hastanedeydi derken öykünün bir kısmını öğreniyorum. Her sorduğum kişi olayı kendine göre anlatıyor. Nisan Ece neden öldü sorusunun yanıtı, dinledikçe olayı değişik ağızlardan, anlayışlardan yavaş yavaş ortaya çıkıyor.
Aynur’un dedikleri: “Çocuk doğmayacaktı. Ana karnında sakat doğacak demişler, barsağı dışarda doğmuş. Doğduğundan beri Akdeniz Tıp’ta yatıyordu. Annesi yanındaydı, bu süre içinde yalnızca günü birlik köye gidip geldi, hep bebeğini bekledi, orada ona baktı... Öleceği belliydi, doktorları bilerek göndermişlerdir, zamanı geldi, tamam diye ömrü, üzerinde deney yaptılar, başka neden bu kadar yaşatacaklar yaşamayan bebeği?”
Köyden bir kocaana, diz dövüyor ertesi günü:
“Amanın, ben böyle işler görmedim. Başımızda bunlar olmadan biz ölümüzü bilmiyor muyduk, ölümüzü gömmüyor muyduk? Çocukcağız, babacığı Osmancık, sâbinin ölüsünü hemen Demre hastanesine götürmüş. Orada bakmamışlar, geri çevirmişler kapıdan, ölüm raporu veremeyiz, Antalya’ya gidin, demişler. Ta Antalya’ya vasıta bulunup gidilmiş. Orada ne diyorlar ona, kesip biçmeye yani, onu yapmışlar. Sonra kesip biçilmiş yavruyu babasına teslim etmişler. Çocukcağız zaten şu kadarcıktı, kaşık kadar. Doğmadan hastaymış. Nesini bilmiyorlar, neden öldüğünü nasıl bilmiyorlar? Büyümemiş ki, kendini bir gün bilmemiş ki... Bugün cenazesini yaptılar, sabah onda namazı kılındı. Erkekler mezarlıkta şimdi. Onlar dönmeden evlerine bir gidip dolaşayım.”
Okumuş, bilgili, çevresine duyarlı bir genç kızımızın duyduklarına yorumu:
“ Ölen bebeği hiç görmedim. Kimse de görmedi, köye bir kez bile gelmedi ki zaten, hep hastanedeydi. Doğmadan sakat doğacağı görünmüş ekranlı muayenede. Aldırın demişler. Sonra da vazgeçirmişler, doğsun demişler. Annesi de günahtan korkmuş, aldırmak istememiş olmalı. Baskı görmüş de olabilir... Ameliyatlara umut bağlamış...”
Nisan Bebek, hastanede doğmuş, kaç ameliyat geçirmiş. En sonunda beyin felcinden beyin ameliyatına bile alınmış. O ameliyattan sonra gözünün biri kör olmuş, kapanmış. Annesi dokuz aydır yanındaydı, önceki gün eve göndermişler. Neden, belli değil mi? Çocuk iyileşmiş mi de göndermişler eve?”
Çok acımasız, kesin yorumluların ağzından tek söz çıkıyor:
“ Zavallı bebeği deney için bu kadar yaşattılar...”
Bir sürü soru akla takılıyor:
“Anne çocuğunu hastanede nasıl bekledi? Nerede kaldı? Antalya’da kalacak evleri mi vardı? Bu süreçle nasıl başa çıktılar?”
Söylenceler çok:
“Hastanede böyle bakılacak devamlı hasta çocuklar için bölüm var. Oranın anaokulu bile var. Büyük çocuğu oraya gidiyormuş. Ne evi? Babası arabada uyuyormuş. Anne çocuğuyla kalıyormuş hastane odasında. Gece gündüz ona bakıyormuş, emziriyormuş...”
Bu konuda akla takılan sorular pek çok... Hastanede bu kadar uzun süre kalabilmenin nasıl imkansız olduğunu, yolu buralara düşen herkes biliyor. Bir de bu refakatçi durumu sırf bize has, ülkemize ait bir durum olmalı. Hastanın bakımını hemşireler, hasta bakıcılar yapacağına, hastane bu işi üstleneceğine, işin kolayını bulmuşlar, hasta yakınını tepe tepe kullanıyorlar... Bir yakınımın annesi kanserin son devresindeydi, İstanbul’da. Emekli sandığına bağlı bir hasta. Evde bakılamaz duruma gelmişti, hastanedeki araç gereçlere bağlanması, doktor gözetimi gerekiyordu acı çeken hastanın. Devlet hastanelerinde yer yok dediler, gittikleri, sordukları yerlerden döndürüldüler, yakınlardaki bir özel hastane kabul etti, o da üç günlüğüne, acil servislerine, üç günden sonra ücret alırız dediler. Ailenin durumu iyi değil, özel hastane ücretlerini karşılayamaz. Araya aracı sokup aylar sonrasına gün veren devlet hastanelerinde yer ayarlamaya uğraştılar. Birisinde torpille yer bulundu. Ağır hasta dördüncü günü özelden alındı, yola çıkarıldı, yeni yerine varamadan, orada bir gece geçiremeden, yollarda perişan olduğundan mı bilemeyiz, can verdi. Can, canı korumayı, iyileştirmeyi parayla yapan bir kuruma teslim edilir mi? Hangi çağdayız? Para bu kadar yaşama sokulur mu? Özel hastaneler para basan kurumlar mıdır, hani sigorta geçiyordu her yerde, kim demiş bunu? Böyle ne örnekler var...
Köyde cenazenin kalktığı gün, aynı anda ölü evinin karşısına, denize doğru uzanan yukardaki boş alana çadır kuruldu. Yeşil, naylon çadır. Dikdörtgen. Kapısı var, naylondan kesik, içerde çay ocağı gibi bir bölümü görünüyor. Naylon sandalyeler üst üste dizili. Yanda, önde boydan boya büyük harflerle belediye adı yazılı. Çadırdan önce yazı görünüyor:
“Antalya Büyükşehir Belediyesi.”
Bu son yılların icadı, yeni moda, cenazeleri belediye adıyla kaldırmak. Cenaze aracı görüyorsun üzerinde kocaman yazıyla yöre belediyesinin adını yazmışlar. Tabuta örtü, belediye adıyla. Sanki belediyeler olmasa cenazeler ortada kalacak. “Taziye” çadırı imiş bu naylon çadır. Burada evler tek katlı, avlu, bahçe içindeler, yanları yöreleri boş... İstenirse anında yağmura, güneşe karşı naylon örtü çekilebilir her yere. Hem o gün, öyle yakmayan güneşli, güzel bir gün ki, ne çadıra girmeye gerek var, ne gölgede oturmaya...
Sonra, kimse demiyor ki, cenazede, bir yeri, bir şeyi tanıtım, oy avcılığı, siyaset olmaz, dünya işleri bir yana bırakılır, gönüller yalnızca sonsuzluğu düşünür... Ölüm gerçeğine yönelinir, hırslardan arınılır... Neden adınız yazılı boydan boya çadırın, tabutun, cenaze aracının üstünde?
Genelde bu çadır dokuz gün kalırmış. Bebeciğin çadırını üç gün tuttular, dördüncü günü kaldırdılar. Gelenler, ölü evine ilk iki günde gelip gitmişler. Üçüncü günü de “bişi” pişirip dağıtmış aile, gelene gidene... Yaşamamış bir bebeğin saltanatı da bu kadarcıkmış... Çadır, sıradaki ölüye kurulmak üzere bir kamyonete atıldı, dün, geri götürüldü...
İlk gün, evin kapı önü, bahçe girişi, bahçenin yan tarafı, iç odalar, sofalar her yan kadınlarla doluydu. Başörtülü, yemenili, şalvarlı, geleneksel giyimli kadınlarımız... Kapı cam açık, sıcak mı sıcak güneşli bir Aralık günü. Bu çadır erkekler içinmiş, öyle dediler. Kadınlar evdeler.
Oraya gittiğimde küme küme oturuyordu köyden kadınlar, her yaştan kadın, en çok da yaş yaşamışlar oradaydı, zar zor yürüyenler, eline sopa alıp onun gücüyle yürüyenler... Pek az da olsa genç kız vardı, bir iki de çocuk, anneleriyle gelmişler...
Kadınlar ikili üçlü kümelenmişler, aralarında alçak sesle konuşuyorlar. Bir damla gözyaşı döken, ağlayan sızlayan yok... Ölü evine saygıyla sessiz oturuyorlar...
Birlikte gittiğimiz hanım ağlıyor orada katıla katıla. Tek başına ağlıyor...
Dışarda soruyorum, meğer üç aylıkken yitirdiği bebeği gelmişmiş aklına...
Anne, arka odada karşılıklı duran iki yüksek sedirin birinde oturmuş. Ruh gibi, dalgın öyle duruyor... Karşısındaki sedire bir iki dakikalık oturunca hemen yanımdaki orta yaşlı kadın, bir öne bir arkaya sallanarak aynı sözü papağan gibi yineliyor:
“Allah verdi, Allah aldı.” Allah verdi, Allah aldı.” Sayısız kez aynı sözü anneye mi, gelenlere mi diyor belli değil... Diğerleri de, ağız içlerinde aynı sözü geveliyor. Göz göze geliyoruz, bana bakarak bir daha yineliyor sözünü. Cumhuriyet öncesi dönem geri mi geldi yoksa? Bu kadar eğitimsiz, bu kadar düşüncesiz mi bizim kadınlarımız? İçlerinde okuyan bir elin parmakları gibi, onlar da köyünü, evini bırakıp kente gitmişler... Kalanlar, bu devirde, bu çağda, yüz yıl önceki söylemlerle avunuyorlar, kendilerini avutuyorlar... Üstelik turizmin gözbebeği, her gün onlarca, kimi gün yüzün üzerinde otobüsün geldiği, yüzlerce gezgincinin dolaşıp döndüğü bir yörede yaşıyorlar...
Nisan Ece, köy mezarlığında yatıyor. Mezarlık bir koyun ucundadır, eskiden etekleri denizle birleşiyordu. Hemen yanına bir kaç yıl önce denizi doldurarak gemi yapım - gemi çekim yeri yaptılar, büyük mü büyük... Ekim ayının başında belediye mezarlığı temizlemeye kalkışmış, tutmuş oraları yakmış. Buralar belediyeye bağlanalı her gün şaşırtıcı olaylar oluyormuş. Betonlaşma, yola, o çirkin, birbirine geçmeli beton taşları döşeme çoktan yaşama girdi... Mezarlık yakılarak temizlenir miymiş, böyle şeyi ne duydum ne gördüm, “Aman Allahım!” diye dehşete düşenler de, karışmayın, onlar büyük adam, bir bildikleri vardır diyen de var köyde... Çıkarılan yangında onlarca yıllık bitki örtüsü, bütün otlar, çiçekler, çalılar, ağaçlar yanmış. Mezarlığın yeni bölümünün ağaçları kurtulabilmiş yalnız, bir parça alt dalları yanarak, gövdeleri biraz kavrularak...Yalnızca taşları kalmış mezarlığın, isler içinde kapkara. Bu kez şikayet üzerine isli mezar taşları kireçlenmiş. Olmuş mu size parıl parıl parlayan eğri büğrü taşlardan başka göze hiçbir şeyi çarpmayan, karatopraklı, ürkütücü bir mezarlık... Taşları çürük diş gibi görünüyor uzaktan köy mezarlığının. O doğa harikası yerdeki, ama doğasının çoktan öldürüldüğü, koyun durmadan taşlarla, betonla doldurulduğu, böylece denizin geriye çekildiği, deniz börülcelerinin üstünün ha bire örtüldüğü yerdeki mezarlığın... Dalların yaprakların altında kalan, yanına gitmeden görünmeyen mezarlar, şu an yukarılara fırlamış gibi. Bakarken ürküyorsun mezarlıktan, tüylerin ürperiyor...
Bebeğin gömüldüğü gün annesi de mezarlığa ziyaretine gitmiş, burada böyleymiş, gelenekler aynen sürüyor.
Bir yanda çağdaş dünya, diğer yanda eskiyi yaşayanlar, okula gitmeden, okumayı öğrenmeden, öğrense de eline tek kitap almadan, okumanın tadını tanımadan, sorgulamayı bilmeden, bir meslek edinmeden Cumhuriyeti yaşamadan yaşlananlar, bir adım ileri gitmeyenler...
Öyle güzel ki ülkemiz. İnsanları öyle temiz, öyle bambaşka ki...
Yurdumuz, dünyanın cenneti; dünyanın belki de en güzel yerindeyiz... Aynı anda dört mevsim birden yaşanır her köşesi eşsiz güzellikteki ülkemizde...
Bir yanda açgözlü, akılları fikirleri para olan, gözlerini toprak doyuracak yöneticiler... Dini imanı para olanlar bir yanda... Dünya hırsına bürünmüşler... Ağzı dualılar, başlarına her geleni alçakgönüllülükle kabul edenler, sorgulamayanlar diğer yanda... Bu iki yana da şaşkınlıkla bakanların, Cumhuriyet’in getirdiklerini, birey oluşumuzu, aydınlığı benimseyenlerin yanında, küresel çetenin kotardığı ulusal duygulardan uzak yetişenler, kimliksiz gençler de bir yanda...
Nisan Bebek yaşamadan öldü, belki de bu dünyada çekeceği çilelerden erkenden kurtuldu... Kalanları nasıl günler bekliyor - hiçbir şey yapmadan sonumuzu bekliyoruz çünkü - yaşayan görecek...
Feza Tiryaki, 7 Aralık 2015