OKUMAK (1)

OKUMAK (1)

İletigönderen Feza Tiryaki » Prş Şub 12, 2015 0:28

OKUMAK (1)


En baştan diyeyim. Benim kurtuluş reçetem: Okuma. Türkçe okuma.

Bizi uçurumdan kurtaracak tek dal budur kanımca. Neden mi? Anlatacağım…

Herkes kendine göre bir şey söylüyor: “Kurtuluş seçimde!” Bir yan, buna karşı çıkıyor: “Seçim oyalama, sonucu belli, kurtuluş, yeniden bir ulusal savaşta!” Bireyleri öne çıkaran da var: “Falanca, Meclis’e girerse, tamam, hepsini susturur, sesimiz olur!” Asker hep umut: “Askerde kurtuluş, asker darbe yapmalı!” “Arkamıza askeri almadan nereye yürüyeceğiz?” Askere karşı çıkanın sözü şu: “ Kurtuluş sivil örgütlenmede.” “Sokaklarda umudumuz, ses verelim, evlerden çıkalım, bağıralım, tencere tavayla yürüyelim!” Umut yoksulun ekmeği, ye Mehmet ye: “Yeni bir oluşum mu geliyor ne? İstifalar çoğaldı, hadi hayırlısı, orada birleşiriz artık!” Kimi de sihirli reçetelere inanmış: “ Bizim başkanı seçin, ülkeye milli ekonomi ilacını içirsin, kurtulduk bilin. Hem o genç Yunan, başarı ilacını bizden aldı, hekim bizde. ” “İnanın, olanak verilse bizim başkan bir yılda terörü bitirecek.” “Bizimkileri seçerseniz milli hükümetle yol haritası hazır.”

Buna benzer sözleri her gün okuyoruz. Sanılıyor ki, tek bir taşın yer değiştirmesiyle, eklenmesiyle, çıkarılmasıyla sorun çözülecek. Sorun ise öyle böyle değil, yüzyıllık! Atatürk, kötülerin emellerini engellemiş, önlerini Türk’ün korkunç tokadıyla, ardından gelen ulusu aydınlatan Türk devrimleriyle kesmiş. Öyle kesmiş ki, onlarca yıl, bunlar, kötü dilekliler (hain), deliler gibi uğraşmalarına, her yolu denemelerine karşı, sonuca gidemiyorlar.

Sorun, başımızdaki bu iş, çok büyük. Yurdumuza çöreklenen yılan, tıslayıp duruyor… Kara yazımız, uzun yıllardır değiştiremediğimiz yazgımız; kuyruk acılıların bizi yönetmesi, basında yayında, partide, Meclis’te, her yerde, onların yer kapıp yönetime yerleşmeleri… Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı olma, kinli olma, Türk devrimlerini ortadan kaldırma, Cumhuriyet öncesine geri dönme isteği, ortak yönleri; su başlarına oturanların, bal tutup parmak yalayanların, bölücü gizli – açık çetenin… Öyle, bir itişle, bir kişiyle, atacağın bir oyla değiştirtecekler mi, buna izin verecekler mi sanıyorsunuz, görünen, görmek için de kılavuz istemeyen sonumuzu?

İşgal (ele geçirme – el koyma) altında, işgal güçlerinin elinde, işgal yasalarıyla, korkutularak, bastırılarak ezilen bir toplum, kafaları yıllardır yıkanan, algısıyla oynanan bir ulus, göstermelik yaptırılan bir hileli seçimle kaderini değiştirebilir mi? Teröristin hüküm sürdüğü yörelerde kim istediğine oy verebilecek? Kayırmacılığın tavan yaptığı, çoluk çocuğumuzun geleceğiyle oynandığı, değersizin, dolandırıcının, satılmışın, işbirlikçinin, yönetimin her birimine dağıtıldığı şu günlerde, ulusal iradeyi gösterebilir mi sandığa attırılan oy? Hani nerede, hangi delikte, bir önceki seçimde, milyonların oyunu alıp kaçan, seçim tiyatrosunun kandırmacı oyuncusu, yalancısı, parlatılan aynalı, ekmek için Ekmeleddin? Doğru bir adayla, iktidarla aynı yollarda yürümeyen biriyle, bir yurtseverle yola çıkılsaydı o zaman (Ağustostaki seçimde) neler olmazdı… Bu seçim sistemi değiştirilmeden seçimlere girmeyeceğiz dense, neler değişmezdi…

Bunun hesabını sormadan nereye?

Güç onda bunda değil, güç bizde…

Bir ufacık karınca, diğer karıncalarla bir, aynı yeri ısırarak, nasıl bir fili yenebilir; bir farecik, aslana kurulan tuzağı emeğiyle, özverisiyle, aklıyla bozabilir, aynı öyle… Duvara tırmanan bir karınca, kaygansa yüzey, yüzeye tutunamayıp düşer, izlerseniz tırmanışını şaşırırsınız onun direncine. Düştükçe bilenir, yeniden tırmanır, düşer yeniden tırmanır. Yenilgiyi böyle yener insanoğlu da… Direncini yitirmezse…

Bir köylü, ağaçların ardına saklanmış, tuzakla kuş tutuyormuş. Bir tarla kuşu yakalanmış ağına. Tam o sırada da bir Akdoğan uçuyormuş üstlerinden. Yerdeki kuşu görmüş, ok gibi yere inmiş, pençeleriyle kapmış. Bir de bakmış ki tuttuğu kuş, ağda tutsak, kendisi de onunla ağın içinde. Köylüye yalvarmış: “Sal beni, ben sana ne yaptım?” Köylü: “Sana tarla kuşu ne yaptı, neden yaralı, kanlar içinde, pençende?”

Küresel çeteye hizmet eden, ulusuna ihanet eden hep biliyoruz, eninde sonunda gözden çıkarılacak, dış güçlerce harcanacak, ettiğini bulacak ama bizim de artık yeni tuzaklara düşmememiz gerek… Düşürülsek de, umudu yitirmeyip bir karıncaya dönüşmek, yılmamak, usanmamak, yolumuzdan dönmemek…

Bir de “Horozla İnci” öyküsü var, öykülerin şahı…

Bunu, Orhan Veli, Fransızcadan dilimize çevirmiş, ne güzel şiirleştirmiştir. Öyle bir dizmiştir ki sözcükleri, bir tekine yer değiştirtemezsiniz. Yıl, kırklı yılların başı. Yeni yazı, ikinci on yılının içinde. Bu kadar kısa bir sürede, Türk harfleriyle, Türkçeyi, bu kadar güzel, duru, temiz bir dille yazan, söyleyen böyle büyük şairlerin, yazarların ortaya çıkması, Türk yazı devriminin büyüklüğünün, başarısının belgeleridir…

Horoz ile İnci, kitap okumakla ilgili bir öykü şiir. Eğitimsiz, kitap okuyamayan, okuyabilse bilse okumayı sevmeyen birinin, eline geçen değerli bir kitaba karşı davranışı, horozla, bulduğu inci arasındaki ilişkiye benzetiliyor.

Horozun biri bir gün inci bulur; / Alıp onu kuyumcuya doğrulur. / Kuyumcu ne istediğini sorar. / O da der ki: “Bu galiba mücevher; / Al da bunu bana biraz darı ver; / O benim daha çok işime yarar.”
*
Bir cahile bir kitap miras kalır; / Cahil de hemen kitabı alır, / Yol üstündeki kitapçıya uğrar, / Der ki: “ Bu kitabı vereyim sana, / Yerine üç beş kuruş ver bana; / O benim daha çok işime yarar.”


Bu şiiri Sabahattin Eyüboğlu şöyle çevirmiş:

“Horoz Çelebi bir gün / Bir inci bulmuş çöplükten, / Hemen kuyumcuya gitmiş: /-İyi bir şeye benziyor, demiş; / Gel, al şunu da, / Bir mısır tanesi ver bana.”
*
“Cahilin birine babası, / Bir kitap bırakmış ölürken, / Eski bir el yazması, / Hemen gitmiş kitapçıya: / - Bak, demiş, kapağı meşinden, / Gel, al şunu da, / Bir liracık olsun ver bana.”

“Okumak” kavramı üzerinde durup hiç düşündünüz mü bilmem… Okumak nedir, açıklayabilir misiniz? Nasıl okuruz biz? Okumak nasıl öğrenilir? Okumak nasıl sevdirilir? Okumak neden önemlidir?

Son bir soru: Neden kurtuluş yolumuz, okumaktan, okumayı sevmekten, dilimizi okumayla sevmekten, sevdikçe daha çok sevmekten, sevdiğimiz dilimize tüm gücümüzle, benliğimizle sahip çıkmaktan geçiyor?

Tarih kitaplarında, tarih, yazıyla başlamıştır, yazar. Yazılı ilk belgelerin bulunuşundan önceki zaman, tarihöncesi zamandır. Yazma- okuma bu kadar önemli bir eylemdir.

Bu durumu ülkemize uyarlarsak; Türkçenin kültür dili olması, yüksek benliğine yeniden kavuşması, ülkemizde çağdaşlığa geçiş, okuma yazmanın yaygınlaşması, Türkçe kitapların çoğalması, her eve girmesi, okumanın yazmanın kolayca öğrenilmesi, kitap okumanın sevilmesi Atatürk harfleriyle (yazaç) başlar. Kısaca, Kasım 1928’den sonraki dönem, dilimiz için aydınlanma, ilerleme, gelişme, yükselme dönemidir.

Biz, önceleri Türk diline hiç uymayan Arapça harflerle yazarken, Sovyetlerin egemenliğinde yaşayan Türk cumhuriyetlerine, Arap harflerini kullanmak yasaklanmıştı, Latin harfi şart koşulmuştu. Biz 1928’de dil devrimiyle yeni Türk abecesiyle yeni bir döneme girince, Sovyetler Birliği, Türk birliğine karşı hemen önlemini aldı, Latin harflerini kaldırdı, kendi alfabesi Kiril’i şart koştu. Bu örnek bile, bir dilin ses imlerinin(alfabe) önemini göstermiyor mu? Günümüzde de olan aynı. İçten, dıştan sarıldık… Konuşanların dilleri pabuç kadar… Dili kurusun böylelerinin de, ilen ilen nereye kadar…

Atatürk ülkemizi kurtardıktan sonra, Türk Dili’ni kurtardı. Tutsak edilmek de dille, kurtulmak da dille olacaktır günümüzde.

Türk dilini bozmak, gücünü azaltmak için, önce okullarda işe başladılar devrim karşıtları, ulusal bilinci, dil birliğini yıkmanın yolu Türkçeyi önemsizleştirmekti… Yaptıkları, yapacakları buydu:

İngilizceyi sömürge dili olarak eğitime sokmak, bu arada “hokus fokus” (sihir) ile eski yazıyı yeniden dayatmak, konuşma dilinden öteye gidememiş ilkel yerel ağızlara, birbirlerini anlarlarmış, bir ağızmışlar gibi, tek bir ad vererek, o adı -Kürtçe(?)- Türkçeye eş saymaya kalkışmak… Sonuçta Türkçenin egemenliğini, yok etmek, ses bayrağımızı göklerimizden indirmeye kalkışmak… Türk dilini, Türk töresini, Türk’ün birliğini, beraberliğini bozmak!

Bu kötücül emelleri tek bir güç yıkabilir: Okumak!

Okumaya dört elle sarılmak. Okumayı öğretmek, sevmek, okumayı sevmeyi yaygınlaştırmak, öyle ki okumayı peynir ekmeğimiz yapmak… Günlük yaşamın içine oturtmak…

Nasıl kutsal kitabımız Kuran, “oku!” ile başlıyor, Türk devrimleri de aynı öyle, okumakla başlamıştır. Eski yazıyı atarak, yurtta okuma- yazma seferberliği başlatarak…Türk ulusu, yeni yazıyla okuma yazma seferberliğiyle alın yazısını değiştirdi, çağdaş, uygar bir devlet kurdu kendine, yeni yazısıyla dünyayı ayağına getirdi, her dilden çeviriler yaptırdı, ufkunu geliştirdi toplumun; bu, içinde yaşadığımız şu yıkım günlerinde de belli değil mi, okumakla, okutmakla işe başlayacağız.

Okumak, bir takım imlerle (işaret) biçimlendirilen seslerin, seslendirilmesi demek. Yazılı, basılı sözcüklere bakarak, anlamanın adı, okumaktır.

Belleğimizle (zihin), gözümüz birlikte çalışır okurken. Okumak sesleri anlatan biçimleri, sözcük kalıplarını, tümceleri bir bakışta tanımaktır, ezbere bilmektir.
Göz tanıyacak belleğinin ezberlediğini, bellek, gözün bildirdiğiyle sonuca varacak ama bunlar çok çok kısa sürede olacak ki, belleğimize gözümüzden bilgi akışı kesilmeden aksın…

Atatürk Abecesi, Türk harfleri Atatürk’ün en büyük armağanıdır bize. Ne istersek yazabiliyoruz, hiç duraksamadan, bir an bile düşünmeden, su akışı gibi… Yazdığımızı hiç zorlanmadan bir çırpıda okuyabiliyoruz, okuma- yazmayı bir iki ay içerisinde inanılmaz güzel bir şekilde öğrenebiliyoruz. İstediğimiz dilden, bire bir, hiç eksiksiz, aynı güzellikte çeviri yapabiliyoruz. Tüm bunları, Atatürk Abecesi ile başardık. Kolumuza taktığımız altın bileziktir bu. Gönül gemimizi yüzdüren güç… Bu gücü boşa harcamamalı, kötülere harcatmamalı, yerinde değerlendirmeliyiz. Nasıl mı?

Okumakla. Okumayı yeniden bularak. Okumanın eşsiz güzelliğini yeniden anlayarak… Anlatarak. Aynı duyguyu çevremize yansıtarak, kendimizi küçük görmeyerek, önderlik yapabileceğimizi dosta düşmana göstererek… Yaşamımıza okumayı yeniden katarak, eski günlerdeki gibi, bilgisayardan izlenen aldatıcı, aptallaştırıcı yayınların, televizyon yayınlarının bizi tutsak etmesinden önceki günlerdeki gibi okumaya dönerek.

Denemesi kolay. İlgi duyduğunuz herhangi bir konudan bir kitap alın. İster bir çeviri, ister dilimizde yazılmış, ister filme çevrilmiş tanınmış bir kitap, isterse çok eskilerde yazılmış, unutulmuş ama anlaşılan akıcı güzel bir dille yazılmış olsun, alın, bir kitabı okumanın inanılmaz güzelliğini duyumsayın…

Okumak bir alışkanlıktır. O alışkanlık bir kazanılsın, sizi tutamazlar artık, elinizden hiçbir kitap kurtulamaz. Algı değiştiren, içinizi boşaltan televizyonların kapatma düğmesine öyle bir basarsınız ki, aygıtlar açılalım diye bir daha boşa beklerler… Kitaplıklar oluşur evlerde yeniden. Elinde kitapla trene, tramvaya binen, bekleme odalarında, parklarda, bahçelerde kitap okuyan Japonlara, şunlara bunlara imrenmezsiniz artık. Cep telefonları haberleşme aracı olur yeniden, kimse bir takım tuşlara basıp durarak, ağzı açık, aptal bir yüzle bu aygıtların başında saatlerce oturmaz…

Çocuklarınıza yeniden kavuşursunuz, özlem biter. Aranızdaki yabancılaşma sona erer. Okuma ile ne köprüler kurulur… Elinizde kitap, o okurken onu sabırla dinlersiniz. Okur, düzeltir, yeniden okutursunuz. O biter ötekini, onu, yeniden ezberleyene kadar. Gözü gördüğü sözcüğü, hiç duraklamadan saniyeden az sürede, tanıyıncaya, okumayı iyice geliştirinceye kadar… Okuyacak kitap bol… Bakın kitapçılık ölmemiş, kitapçıların sergenleri(raf) kitap dolu.

Dilini okuyarak seven, sevdiğini yitirmeyi göze alamaz. Sevdiğine dört elle sarılır. Kimseyi sevdiğine dokundurmaz, sevdiğini korur, sevdiği yaralansın, sevdiğinin tırnağına zarar gelsin istemez!

Türkçeyle okumanın güzelliğine bir erişen, el dillerinin hiç birine yüz vermez bundan böyle. Kulağını, boğazını tırmalayan yabancı seslerle neden uğraşsın, ana sütü gibi değerli, besleyici, doyumsuz bir tadı olan dili, Türkçesi varken… Öğreneceğini güzel diliyle, sular seller gibi konuştuğu Türkçesiyle öğrenir. Yabancı dili de yabancı dil gibi öğrenir. Ne eksik, ne fazla…

Kim ne dersin desin, ülkemizi yeniden, dilimiz kurtaracaktır. Bizi ulus yapan, birinci birliğimiz dil birliği, dil sevgisi… Dili sevmenin ilk göstergesi de:

Okumak… Okumak… Okumak…

Yüce Atatürk’ün bu sözlerini bilmeyen, duymayan kalmış mıdır? Bilmeyen varsa, unuttuysak, anımsatalım:

“Türk Milleti’nin dili Türkçedir.”

“Türk dili dünyada en güzel, en zengin ve en kolay olabilecek bir dildir… Türk dili, Türk milleti için kutsal bir hazinedir…”

Bu da Atatürk’ün ulus tanımı:

“Millet; dil, kültür ve ülkü birliği ile birbirine bağlı vatandaşların teşkil ettiği bir politik ve toplumsal heyettir.”

Okumak, Türkçe okumayı yeniden sevmek, kitaplara sarılmak, algı tutsaklığından okumakla kurtulmak, öyle kısa sürede başarılacak bir iş değildir. Bunu bilerek işe başlamalı. Önce işin başına oturmalı.

Bir düşünün; okumakla günümüz başlasaydı, elimizden kitap düşmeseydi, kitapsız bir yaşam düşünemeseydik, Türk abecesinin değerini, Atatürk’ün en büyük armağanının Türk harfleri olduğunu, okuyarak, çok okuyarak, doğru okuyup yazarak bilseydik…

Bildiğimizi de bildirseydik…

Neler olurdu neler…

O gün gelirse, neler değişir neler…

(Konu sürecek.)

Feza Tiryaki, 11 Şubat 2015
Kullanıcı küçük betizi
Feza Tiryaki
GM Yazarları
GM Yazarları
 
İletiler: 1012
Kayıt: Sal Kas 09, 2010 14:12

Şu dizine dön: Feza TİRYAKİ

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 1 konuk

x