OKUMAK (2)
Eski okul kitaplarında, konusu “kitap okuma“ olan, öğrenciyken Türkçe dersinde okuya okuya, öğretmenlikte de öğrencilere okuta okuta her yerini ezberlediğimiz bir yazı vardı. Nurullah Ataç’ın yazısı. Fransa’da anketçilerin pek hoşlandığını söylediği, şöyle bir soruyla yazısı başlardı:
“Issız bir adada yapayalnız yaşamak zorunda kalsanız, hangi romanları yanınıza alıp götürürsünüz?”
Sonra yazar, böyle bir sorunun, okura yararını, önemli eserlerin tanıtımına katkı sağladığını söyledikten sonra soruyu değiştirir:
“Issız bir adaya düşseniz yanınıza neler alırdınız?” diye sorar, sorusunun yanıtını da kendi verirdi. İnsanların, yaşamak için gerekli bir iki şeyden sonra, yanlarına kitap alacaklarını belirtir, ardından, asıl demek istediğini bir çırpıda deyiverirdi:
“Nedir insanların kitaplara olan bu düşkünlüğü?”
Bu sözü okuyan, duyan, kendini kaptırır giderdi okumanın büyüsüne, güzelliğine… Kendini de, ister istemez sorulan sorunun içsel baskısıyla, kitap düşkünü sayar, soruya yanıt arardı. Okuma sevgisi yüreğinde, okuduğu kitaplar gözünün önünde geçit töreninde… Tersini düşünmek olabilir miydi hiç? Yazar, herkesi aynı kalıba sokarken, okumayı sevmeyen birini aklına getiremezken… Yazarın, sonraki sorusunu duyunca, alırdı herkesi bir düşünce:
“İnsan niçin okur?”
Bunun nedenini, niçinini gözden geçiremeden, ağzımızı açamadan, bu kez yazar, asıl demek istediğini özlü söz biçiminde söylerdi. Bu yazıyı aradım buldum, öğütlü sözünü olduğu gibi yazıyorum, bu sözü ezberimden, hiç eksiksiz, şu gün söyleyebilirim:
“Dünyada hiçbir dost, insana kitaptan daha yakın değildir.”
Bu özlü sözün ardından gelen açıklama, çok inandırıcıdır, günümüzde de sarılmamız gereken tek gerçek gibidir:
“Sıkıntımızı unutmak, donuk hayatımıza biraz renk katmak, biraz ışık vermek, daracık dünyamızda bulamadığımız şeyleri yaşamak için, tek çaremiz kitaplara sarılmaktır.”
Günümüz insanının, televizyon dizilerine, eğlence yayınlarına kapılmasının, dünyayı yöneten çeteye, kendi elleriyle algısını teslim etmesinin yanıtı da bu istekte gizli: “Sıkıntısını unutmak.”
Yalnızca sıkıntımızı unutmak için mi okuruz? Bilgilenme, öğrenme aracı nedir? Kitap okumak, yazı okumak, kısaca okumak değil mi? Ya kendin okursun, ya da bir okuyanı dinlersin…
Yine Ataç’ın şu iki sözü de yerindedir:
“Kitap bizi avuttuğu gibi yükseltir de. Kısa hayatında insanın edindiği deneyler ne kadar azdır.”
“Dünyamızı nasıl insansız düşünemezsek, insanı da kitapsız düşünemeyiz diyeceğim.”
Bu sözler, çok izlenen dizilerin, filmlerin gizemini de açıklıyor. İnsanoğlunun yaşayamadıklarını başkalarının öykülerinde yaşar gibi olması, kendi eksiğini izledikleriyle, gördükleriyle, duyduklarıyla gidermesi…
Yazarın yazısındaki şu sözüne katılmayan olabilir mi?
“Yıllar, yüzyıllar geçiyor, bu arada kimi kitap unutuluyor, kimi kitap hatırlanıyor.”
Evet, aynı öyle oluyor. Seksen altı yıllık, Atatürk’ün armağanı yeni Türk yazısıyla, Türkçe abeceyle basılmış, ne çok kitap çıktı… Ne çok yazar geldi geçti, uzunca yaşayan bir insanın ömrü kadar yaş yaşamış, genç Türkiye Cumhuriyeti’nde… Kimi göçtü gitti, ardından eserleri de unutuldu. Kimi yaşayanlar, yaşayan ölü. Ulusunu kötüleyerek, yurduna kötülük ederek, diline en büyük kötülüğü yaparak, Türkçenin Türk yurdundaki egemenliğine karşı çıkan yazılar yazan, çıkarı için, işgüzarlıkla, kuyruk acısıyla, satılmış kalemiyle, bölücülerle işbirliği yaparak ünlenen hangi yazar sevilebilir, gelecekte adını yaşatabilir ki… Kimi yazarımız bedenen çoktan öldü, buna karşın eserleri onun ölümsüzlüğünü kanıtladı, kitaplarıyla yaşıyor, yaşayacak…
Batı’nın ödüllendirdiği “Pamuk”lar unutulup gidecek. Batı’ya yaranmak için her sözü söyleyebilen, Cumhuriyeti’ne, ta, 1995 yılında, 70 yıllık zulüm diyen Yaşar Kemaller, Atatürk’e saygısızlıkta sınır tanımayan, “hepimiz Ermeniyizci şafaksız “Şafak”lar, Kulinler… günü gelecek, anılmayacaklar bile…
Bir zamanlar deli gibi okunurdu yazıları Aziz Nesin’in, her aydınım diyenin, solcunun, solculuk taslayanın elinden düşmezdi kitapları. Kendimizle dalga geçilen yazıları, her durumumuzu gülmeceye çeviren öyküleri nasıl da beğenerek okurduk. Gün geldi, o yerilen, dalgası geçilen günleri arar duruma düştük. Dünyada ne saygınlığı, ne ağırlığı kaldı ülkemizin. En büyük değerimiz dilimizdi, Türkçemizdi, Türkçe abeceydi, bunun ayırdında olamadık hiç. Değerini bilmediğimiz, en azından vatanın milletin tehlikede olmadığı, gelecekten umut kesilmediği, bizi örümcek ağına sarmadıkları, dilimizi öldürmeye kalkışamadıkları, yöneticilerimizin, yazar- çizer, sanatçı geçinen vatansızların Atatürk’e doğrudan saldıramadıkları günlermiş o günler… Aziz Nesin’in oğlu da, devletine başkaldıran, kan dökücü, can alıcı, ayırmadan önüne geleni öldürebilen, sakat bırakan, mayınla, bombayla bedenleri parçalayan acımasız terör örgütünün uzantısı, bölücü, ırkçı partiden milletvekili adayı olmuş dün; babası buna nasıl bir öykü yazardı yaşasaydı demeden edemiyor insan. Şu günlerimizde, eskiden basılan, Cumhuriyetimizi anlatan, bizi anlatan, insanımızı, sorunlarımızı anlatan, ülkemizle, dünyayla, yaşamımızla ilgili her tür yazı severek okunuyor, değerini hiç yitirmiyor ama günümüzde Aziz Nesin yazılarını okuyan kaldı mı bilmem?
*
Okuma sevgisinin, alışkanlığının gözden kaçan çok önemli bir yönü daha var. Okuyorsun okumasına da, hangi dille okuyorsun?
İnsan, en iyi bildiği dilde, severek isteyerek okurmuş. Okumak, gözle belleğin ortak çalışması ya, bellek de en iyi bildiği dilde iyi çalışıyor. Yurtdışında çocuklarımız yaşadıkları ülkelerin diliyle okula gidiyorlar. Kendi dilleri evde konuşma dili olarak kalıyor o da anne baba bilinçliyse, evde Türkçe konuşmaya özen gösteriliyorsa. Çocuk, Almanca kitabı yutar gibi bir solukta okuyor, Türkçeye geldi mi, kekeleye kekeleye… Hepsi değilse de, çoğu böyle.
Onlar öyle de, yurdumuzda okula gidip, doğru dürüst Türkçe okuyamayanlara, okumayla dost olamayanlara ne diyeceğiz?
Kuyruğu İngilizceye kaptıranlara, Türkçeden koparılanlara bu konuda ne söylenecek?
Okumak, okuya okuya gelişen bir iş. Bıkmadan usanmadan okuma alıştırmaları yapacaksın küçükken. Bağıra bağıra yüksek sesle okuyacaksın önce. Sesin kulağına gelecek. Okuduğunu duyacaksın. Bir yeri, yeniden yeniden okuyacaksın iyi okuma öğrenirken, okumanı geliştirirken. Kekeledin mi, durakladın mı, yeniden, yavaş mı okudun bir kez daha okuyacaksın. Göz gördüğünü bir anda tanıyacak. Okuman geliştikçe, baktığında tek sözü değil, tümceyi baştan sona görmeye başlayacaksın. Sonraları kaç sırayı aynı anda okuyabilir duruma geleceksin…
Anlattılar: Bir tıp bilgini, dünyaca ünlü bir İspanyol kadın, Amerika’da konferans veriyormuş. Konferans dili İngilizceymiş. Arada, kendi ülkesinden gelen kadınlarla buluşmuş, sohbet ediliyormuş. Sormuşlar: “Bu kadar yüksek yerlere çıktınız. Anadilimiz İspanyolcayı hiç unutmamışsınız. Bu nasıl oldu?”
Yanıtı kısaymış, genç yaşta profesörlük sanı kazanan bilginin: “Her gün en azından yarım saat kendi dilimden kitap okurum. Bazı gün, aralıksız, saatlerce okurum. Dilin, okundukça unutulmaz; dil, okudukça gelişir…”
Dil, kişinin kimliğidir. Türk’sen, Türkçe okuman birinci olacak. Dilini öyle seveceksin ki, başka dilden okumak aynı tadı veremeyecek. Ziya Gökalp bunu dile getirmiş bir zamanlar:
“Güzel dil Türkçe bize, / Başka dil gece bize. / İstanbul konuşması / En saf, en ince bize.”
Bu şiiri de (Namık Gökçay’ın) ezbere söyler, öğrencilerime ezberletirdim:
“ Türkçem, dilim benim, / Tüm duyarlığım, düşüncem, / Kırda kekik kokum, bahçede lalem, / Annece, askerce sesim benim, / Hem ince, hem gür.”
Buraya kadar yazınca, bu şiirin ikinci bölümünü yazmadan olmaz:
“Türkçem, dilim benim, / tüm canlılığım, sıcaklığım, / Sözünde, söyleyişinde yurdumu duyduğum, / Düşüm, gerçeğim, sesim, özüm, / Seninle gelişir, seninle büyürüm…”
Rıfat Ilgaz, öyle bir söz etmiş ki, yazdığı “Türkçemiz” şiirinin son dizesinde, bu öğüdü duyunca şairin anısı önünde saygıyla eğiliyorsun:
“Sev Türkçeni çocuğum, / dilini sevenleri sev.”
Aradaki öğütleri de az mı güzel:
“Önce türkülerimizi öğren, / Seni büyüten ninnilerimizi belle, / Gidenlere yakılan ağıtları. / Her sözün en güzeli Türkçemizde, / Diline takılanları ayıkla, / Yabancı sözcükleri at.”
Eski Türkçe kitaplarımızın en bilindik adı, çocuk şiirlerinin şairi, İ. Hakkı Talas’ı anımsadınız mı? Bu dizelerinin güzelliği unutulur mu? “Güzel Türkçem” adıyla yazılmış, beş dörtlükten oluşan bu şiir:
“Düşünceyi, duyguyu / Anlayan, duyan sensin. / Sevgileri, saygıyı / Kalplere yayan sensin.”
Bu dizeler yeni duyduğum bir şairden (Ahmet Postallı):
“Şiirim Türkçedir, düşüncem Türkçe / Özüm, sözüm Türkçe, bayrağım Türkçe / Kederim Türkçedir, sevincim Türkçe / Zengin tarihimle, toprağım Türkçe.”
Dağlarca’nın da Türkçeye seslenen dizeleri var:
“Seslenir bana ovam, dağım, / Türkçem benim ses bayrağım.”
Buradaki ”Ses bayrağı” tanımlaması ne güzel bir yakıştırmadır…
Ruşen Eşref Ünaydın, Türkçe sevgisini anlattığı düz yazıyı, şiir gibi yazmış. Bu yazısı, eski ders kitaplarına alınmış:
“Türkçe; buyrukların dili, yurt-yapı kuranların dili, ülkeler gibi denizleri de şanla aşmışların dili, toprağı işleyenlerin dili, beyinleri uyandıranların dili, sevgilerin dili, sızıların dili…
Türkçe; analarımızın dili. Ana dil, diller güzeli. Yerine göre kılıçtan keskin, çelikten sert, kayadan sarp, boradan(fırtına) hızlı, kelebekten uçucu, çiçekten renkli, kokudan tatlı, altından parlak, sudan duru Türkçe…”
Bir şairimiz (İ. Şeflikoğlu) oğluna şöyle seslenir:
“Sen hiçbir yere gitme oğlum / Anadilin Türkçesiz…”
Yakup Kadri’nin çözümü: ” Türkçe yazmak için her şeyden önce Türkçe düşünmemiz gerekir.”
Mustafa Cemil’den: “Türkçe / Türkülerin ses yurdu / Ata buyurdu: / Koruyun onu.”
Ahmet Tolu, Türkçe sevgisiyle coşmuş:
“Soyum benim kimliğim Türkçem / Arı dilim ana dilim Türkçem.”
Atatürk, bilirsiniz,“Türk Dili dünyada en güzel dildir.” dedikten sonra sözlerini şöyle sürdürmüştür:
“Onun için her Türk dilini çok sever ve yükseltmek için çalışır.”
Türk dilini yükseltmek de, kendimizi yükseltmek de Türkçe okumaktan geçer.
Bu dizeler, “Türkçemiz” şiirimden:
“Bir pınar gibidir akışın senin / Duymaya doyamam, güzel Türkçemiz / Seni sevenlerce yükselir yerin / Dünyayı yaşatan, güzel Türkçemiz.”
Türk yazı devrimiyle, Atatürk’ün bizlere verdiği vatan görevi bitmemiştir. Türk yazısı yine gündemdedir. Geleceği tehlikededir. Karşı devrimciler eski yazıyı geri getirme emellerini yaşama çoktan geçirdiler. En son, dün, “çok acele” damgasıyla, 12 Şubat tarihli, okullara gönderilen yeni genelgeyi okuduk. Okullarda öğretmenlere “Osmanlıca “ öğrenme, daha açık söylersek, “eski yazı (Arap harfli) öğretme” kursları açacaklar. Başöğretmenimiz Atatürk’ün, 1928’de verdiği görevi, şu sözlerini unuttuk mu?
“Yani Türk harflerini yurttaşlara, kadına, erkeğe, hamala, sandalcıya öğretiniz. Bunu yurtseverlik ve milletseverlik görevi biliniz.”
Türkçede okuma, okutma, okumayı sevdirme gibi yurtseverlik, ulusseverlik görevlerini eksik yapmışız, görevi hep başkalarından beklemişiz… O yüzden, neredeyse doksan yıl sonra başladığımız yerdeyiz, aynı sorunlarla boğuşuyoruz. Geç kaldık, iş işten geçti demek, yılmak, yıkılmak Atatürk’ün askerlerine yakışmaz. Herkes kolları sıvayacak:
Türkçe okuyacağız, okudukça okuyacağız… Öyle bir an gelecek ki, Türkçe bizimle özdeşleşecek. Kızımız, oğlumuz olacak. Anamız babamız sayılacak… Biz Türkçe olacağız… Türkçe biz… Türkçeyi koruyacağız…
(Belki de gerçekten çoğumuz böyleyiz, yalnız bunun ayırdında değiliz...)
Türkçeyi korurken, asıl vatan korunacak dolaylı yoldan. Sevdiğimizi ellere vermeyeceğiz. Göklerimizden indirmeyeceğiz…
Feza Tiryaki, 16 Şubat 2015
(sürecek)