ÖMRÜM ÖMRÜM!
Ömür, yaşama süresinin adı. Yaşam, ömür aynı anlama gelse de kullanıldıkları yerler biraz farklıdır. Yaşam boyu, ömür boyu denir de yaşamımı yedin, yaşamımı kısalttın denmez. Gözümün nuru, ömrümün varlığı deriz de sevdiğimize, yaşamımın varlığı demeyiz. Deyimler aynı kalıpta denmezse kulağımızı yırtar, deyim, deyim olmaktan çıkar.
“Alıcı kuşun ömrü az olur,” deyişini duymuşsunuzdur. Alıcı, asıl anlamıyla yırtıcı demek. Öldürücü, yiyici, can alıcı, saldırgan, acımasız, yağmacı, hırsız, diğer anlamları. Bu kuşlar, dadandıkları yerde kimseye yaşam alanı bırakmaz, ömrü zindana çevirirler. İnsanın “ömrünü çürütürler.” Böyle kuşlar vatana millete dadanırsa “ömür törpüsü” olmazlar mı? “Ömrüne bereket” deneceğine, “ölüsü kandilli” diye ilenilir öylelerine. “Ölüm yüz aklığıdır” kimine, adı lekelenmişlere. Utanılacak suçlar ölene kadar bağışlanmaz…
Kimi “ömrümüze ömür katar,” varlığı, bir gülüşü, gözleri, sözleri, bir gelişi “ömre bedel”dir.
Hem, “ölüm dirim bizim içindir.” “Ölüyü örte korlar, diriyi dürte korlar…” Yaşıyorsak umut var demektir. Ne kendimizden, ne ülkemizin geleceğinden umudumuzu kesmemeliyiz.
“ Ölüm, ne bir soluk evvel, ne bir soluk sonra.”
Öyleyse bu hırs bu açgözlülük niye? “Üç günlük ömürde” bu kendini beğenmişlik, bencillik, kendini bir şey sanmak ne için?
Yılbaşından bir gün önce, “Ünlü isimler bu evlerde yaşıyor” başlığıyla çok uzun, tam134 sayfalık bir resimli haber konmuştu gazetelerden birinin bilgiağı (internet) sayfasına. Başlığı ilgimi çekti, merak bu ya, bakayım, nerelerde oturuyorlarmış ünlüler, kimmiş bu ünlüler dedim. İçimde camı kırık odada hastalanarak, donarak yoksulluktan ölen, öyküsünü yazdığım Ayaz Bebeğin acısı capcanlı dururken, yoksullarımızın durumu, hırsızlarımızın utanmazlığı, sonradan görmelerin arsızlığı göz önündeyken, sözü edilen ünlülerin evlerine baktım. Evlerin tamamı İstanbul’da. Yalnızca bir ikisi Bodrum’da. Hepsi denizi görüyor, ne görmesi denize tepeden bakıyor. Bazısı orman içinde. Sanırsınız burası İstanbul’un yağmalanan, birilerine peşkeş çekilerek büyük para kazanılması sağlanan orman alanlarından bir yer değil de bir dağ başı. Issız bir yerde yapılmış bir yapı… Değil. Hepsi bir punduna getirilip üstüne ev kondurulmuş en gözbebeği yerlerde.
“Ömrüm uzuyor!” demiş bir yaş yaşamış oyuncu kadın, böyle bir yerdeki evi için. Yoksul kadınların kılığına girerek, bu kadınların taklidiyle halkı güldürerek, onları alaya alarak, sözüm ona onların dertlerini dile getirerek kazandığı paralarla mı neyle bilemem, almış burayı. Halkın sevgisiyle, cömertliğiyle…
Boğazdaki yalı dairesinden baktıkça gördüğü manzara ömrünü uzatıyormuş. Evinin hayranıymış.
“Hayatımda ilk kez en büyük oda benim değil.” sözü diğer ünlünün ev yazısının başlığı olmuş.
Bu da bir eski şarkıcı, yaşı ilerlemiş, oyuncu, şimdinin televizyoncusu. Bir özelliği yok, her dönemin yıldızı olmaktan başka. Her dönem kendini en üst katlara çıkartmaktan, paraya para dememekten başka… Yine sınırsız sevgisini veren, verdiği sevgiyi esirgemeyen Türk halkının cömertliğiyle buralarda…
Kimsenin ne dinini, ne dilini, ne, ne olduğunu sorgulayan Türk halkının gönlünün yüceliğiyle burada hepsi, evleriyle övünenler, ömürlerine ömür katanlar… Devlet televizyonunun yandaşlarına dağıttığı akıl almaz ücretleri de unutmadan diyelim burada. Yandaşsan, yan cebine konuyor olmalı bu kolay kazanılan paralar… Bu kutular dolusu yeşil para ödenerek alınan, bir zamanlar yalnızca ekonomiye katkı sağlayan, üretimde söz sahibi fabrika sahiplerinin, aileden zenginlerin oturabildiği ayrıcalıklı dev evler…
Haber söyleşi şeklinde veriliyor. Adları yabancı ev dergilerinde çıkmış söyleşiler. Dergiler bizden, okuyucu bizden. Dergi adları yabancı dilden, o bildiğiniz sömürgeci ülke dilinden. Bu ünlü dedikleri de koltukta, kanepede, bahçede, cam önünde ormana, denize karşı poz üstüne poz vermişler. Hepsi gülümsüyor, hepsi mutlu, hepsi dünya yansa hasırı yanmayacak kişiler. Bir de hepsi genç güzel havasındalar, en güzel benim pozlarına bürünmüşler. Manken olma çoğunun ortak özelliği. Manken ne mi? Bir elbiseyi, iç giyimi, dış giyimi üstüne geçirip sahnede iki yana salınarak yürüyenler. Yoksa siz dünyaca ünlü bilim insanı, bir hastalığa çare bulan hekim, dahîce planlar çizebilen, hesap yapabilen mimar, mühendis, kimsenin düşünmediğini düşünen, yazan yazar, çizer, kimsede olmayan yeteneği olan, bunu kullanan müzisyen, sanatçı mı demek sandınız manken olmayı?
Evinin güzelliğiyle övünen bu ünlü kadın şöyle demiş:
“ Sizi daha önce ağırladığım Bahçeköy’deki ev 1100 metrekareydi. Burası ise 450 metrekare. Fazla kilolar gibi metrekareler de azıldı hayatımdan, yükler hafifledi.” Bunları derken muhabir acıyarak veya şaşkın şaşkın bakmış olmalı ki şu sözleri de eklemiş bu ünlü sözlerine:
“ Hiç şikâyetim yok bu durumdan.”
Bunu duyanlar da eminim rahatlamışlardır. “Ne alçakgönüllü, ne halden anlar kişi. 450 metrekarecik alanda yaşıyor da şikâyet etmiyor.” demişlerdir. Burayı çocuklarını evde nereye yerleştireceğine karar verince bir günde satın almışmış.
Bu tanıtılan evlerin bir çoğu, “Recidence” diye yazılan İngilizce adlı binalardaymış. Buralardaki adı “Penthouse” imiş bunların. Ne demekse “Penthouse?” Evlerine ev demeyince daha bir yükseliyor bunların konumu, kişisel değerleri demek ki…
Kişisel gelişim kitapları, Mevlâna felsefesini anlatan kitaplar dikkat çekiyormuş kitaplıklarında… Mevlana ile hangi yaşam felsefeleri çakışıyorsa, nereleri ortaksa…
Yine böyle gösterişli bir evin sahibi kadın, şöyle tanıtılıyor:
Oyuncu, aromaterapist, girişimci ve anne. Aroma koku, tat demek; terapist, fiziksel tedavi yapan sağlıkçı. Tatlarla kokularla hasta tedavi edermiş bu bayan anlaşılan. Diğerleriyle ortak özelliği de oyuncu olması. Hem de devlet televizyonunda bir dizi oyuncusu olması. Girişimci özelliğini bilemedim. Çok anlamlı bir söz. Bir anlamlı yeri daha var bu haberin. Dört katlı, 280 metrekareli bu evin hizmetli odasının kazan dairesinin yanında bodrumda olması. Kendilerine hizmet edeni kendilerinden görmedikleri, onu insan saymadıkları için böyle olmalı. Kapıcıları, TOKİ evlerinde bile kazan dairesine, yer altına yerleştirmeleri gibi. Samsun’da selde önceki yıl devletin yaptırdığı evlerin kapıcı bölmelerinde çocuklar, gençler boğulup ölmüşlerdi, anımsayacaksınız…
Bu evleri tanıtılan yeni zenginlerin bir ortak özellikleri de evlerini İngilizce sözlerle anlatmaları. Bu oyuncu diyor ki: “Provansal” tarzda bir ev olmasını istedim.” Of be ne kültür, ne dediğini anlamak için sözlük açmak gerekiyor. Bu kişi “aslında “Something Gotto Give filmine -ne filmiyse bu- bir de “South Hampton” daki evlere- neredeyse bu evler- bayıldığı için - kendi sözleriyle- bu tarzda gitmiş. Romantik ancak “feminen olmayan” –neler duyacağız Allahım, sen aklımıza sahip ol- bir ev istiyormuş TRT’nin bu oyuncusu…
Evinde kırık beyaz, turkuvaz, antrasitleri kullanmış. Bunları duyunca ben aldığım resim öğretmeni diplomamı yırtmak istiyorum. Ne renkler varmış da bize öğretmemişler…
Ah bir de halı kullanmazmış bu hanım. Her yan parkeymiş. Kışın, kış için İran, Afgan halıları alacakmış. Şu an Fas’tan gelmiş kilimlerle yetiniyormuş… Bu sözlerden anlaşılan Türk halılarına kıran girmiş olması. Türk kilimleri diye de bir kilim türü, dokuma kültürü yokmuş demek… Hem İngilizceyle konuşuyorlar, İngiliz’e Amerikan’a öykünüyorlar; Arap, Afgan halılarıyla da döşeniyorlar… Para? Para Türk milletinden, Türk devletinden…
Şunu da yazmadan duramayacağım. Bilen söylesin, nerede bu yabancı adlı yerler? İtalya’da mı? Fransa’da mı, nerede? Bu açıklama da söyleşiden:
“”Evimin dekorasyon (dayayıp döşeme) işlerini Coastal Homes, Mozaik Design, Mudo Concept, Ikea, Rache Bobois, Cumba Selection ve Habitat’tan yaptım. Estetik duygusu kuvvetli biriyim.”
Halktan kopuk, her hakkı ve ayrıcalığı hakkı sanan bu kişilerin nasıl yetiştiklerini de şu sözleri ortaya koyuyor:
“Yedi sekiz yaşlarında yurtdışından gelen dekorasyon dergilerine bakarak hayaller kurardım.”
Siz, bağımsız, çağdaş, yeniden Atatürk ilkeleriyle öğrenci yetiştirilen bir eğitime kavuşan, dilimiz Türkçeyle yükselen, her bireyinin insanca yaşadığı bir ülke düşleyedurun…
Halkımız başını sokacak bir evin hayalini kurarken, soğukta aç açıkta kalmamaya uğraşırken, halkımızın kendi elleriyle zengin ettikleri de işte böyleler… Ayaz bebeklerin öldüğü, evlerinde soba yanmayan, camları olmayan odalarda, pislik, küf, nem içinde yaşamaya çalışan bebeklerin ne çok olduğu bir ülke bizim ülkemiz… Ülke varlığının, zenginliğinin eşit paylaşılmadığı, herkesin insanca yaşam hakkına kavuşamadığı, sonradan türedi zengininin her geçen gün çoğaldığı, ömrü evlerine baktıkça uzayan insanların son yıllarda ne çok türediği bir ülke… Böyle, hep ben diyenlerin, birdenbire zengin olanların, kendini bir şey sananların, parayla, giyindiği kuşandığıyla, oturduğu evle övünenlerin, halkının parasıyla hak etmedikleri yerlere yükselenlerin, paraya, güce tapan böyle zavallıların çoğaldığı ülke…
“Seksenler” dizisinde rol alıyorum. Dizimiz üç sezondur gün birincisi olarak TRT 1’de gayet başarılı bir grafik çiziyor.” diyor bir oyuncunuz. “Ekibimiz muhteşem. Keyfim yerinde!”
Okuduğum, sayfa sayfa izlediğim 134 sayfada hep bu ve bunun gibi kişiler… Mankenler, oyuncular, sunucular… Bir ikisi Bodrum’da ev yaptırmış, ev süslemiş…
Çoğunda ortak bir özellik daha var. Bütün gün evlerinde müzik yayını yapılıyor. Bunlar evde olsun olmasın müzik yayını kapanmıyormuş. Yabancı müzik yayını, klasik müzik yayını…
Yine evi tanıtılanlardan biri, bu kişi şarkı da söylermiş, ünlü bir tenor ile bir düete (birlikte şarkı söyleme) imza atmaya hazırlanıyormuş. Türkçeye uyarlaması varmış bu eserin ama bu, İtalyancayı tercih etmiş.
Yine içlerinden biri, eski dikiş makinasının üstünü mozaikle kaplatmış, dümdüz etmiş yani, dikiş dikme özelliğini ortadan kaldırmış, makinanın eski eşyalığını, geçmişini yok etmiş, bir ayakları kalmış makinanın, bunu böyle yapmak söyleşideki deyişle bunu “dresuar” olarak kullanmak- dresuar ne demek inanın bilmiyorum, bilmek de istemiyorum-yine onun fikriymiş. Eşyalara farklı kimlik katmayı, kafa yormayı seviyorum diyor bu durumu açıklarken kadıncağız…
Şimdi bunlara, ömründe bir hayır yap, çar çur ettiğin paraya acı. Ömründe bir kez olsun vicdanlı ol, ömrünün varı, vatanın milletin olsun, yurdunun geleceği olsun diyebilir misiniz? Deseniz anlarlar mı? Ülkelerine, toplumuna yabancılaşanlar, kendilerini mavi kanlı görenler, üstün sayanlar, ayda yaşıyormuşçasına yaşayanlar, Mehmetçiğin sayesinde, şehitlerimizin kanı pahasına evinde rahat uyku uyuyanlar acaba diğer insanlar nasıl yaşıyor diye bir an düşünüyorlar mı? Asker karavanasında yemek yemişler mi? Bir kez otobüse, metroya binmişler mi? Halkın arasına karışmışlar mı? Mallarıyla mülkleriyle, camlarından seyrettikleri Boğaz, deniz, orman manzarasıyla ömrünü uzatanlar, yoksulu garibi görmeyenler, ülke gündeminden habersizmişçesine sırça köşklerde yaşayanlar aslında hep halkımız sayesinde oradalar.
Siyasetçilerimizin çoğu, nasıl hep bana hep bana diyerek semiriyor, şişmanlıyor, paraya para demiyor, bu ünlü ettiklerimiz de aynı öyleler…
Onları bu duruma getirenler, hak etmeyene, vatana duyarsız kalana, toplumuna yabancılaşana bu mertebeyi verenler de, başımıza böyle siyasetçileri getirenler de biziz…
Ayaz bebekler, onun gibiler ömrü billah doğru dürüst bir ev yüzü göremeden ölüp giderken, ünlülerimiz kendi masal dünyalarına kapanmış, iktidarlara gelen ağam, giden paşam diyerek gününü gün ediyorlar… Ülke bölünüyormuş… Ülkenin değerleri satılıp savılmış, Cumhuriyetin tek bir eseri bile geriye kalmamış, rüşvet, soygun, yolsuzluk devletin en üst birimlerine sıçramış… Yeşil talan ediliyormuş, dağlarımız, sularımız, tarlalarımız yabancıya satılıyormuş, yargı bağımsız değilmiş, gericilik devletin her katına kadar girmiş… Ne gam… Kendini düşünenlerin bunlara kılı kıpırdamaz…
Ölümsüzlüğü bulmuş olmalılar böyleleri, dediklerine, yaşam felsefelerine bakılırsa…
Gece gündüz demeden durmadan çalışanlar, okuyanlar, bir işe ömrünü verenler ömür boyu sıkıntı içindedirler çoğu kez. Çoğu kişi o kadar çalışmalarına karşın, bir baltaya sap olamadan, bir dikili ağacı bile olamadan göçer giderler... Eserlerini bitirmeye, diktiği fidanların meyve verdiğini, ektiği tohumların yetiştiğini, emeğinin yeşerdiğini, boşa gitmediğini görmeye ömrü vefa etmeyen ne çok değerli insanımız var…
Attilâ İlhan’ın ölüm üzerine, bize yabancı olanlar üzerine yazdıklarıyla sözümüzü bitirelim. Attilâ İlhan’ın bu dedikleri ders niteliğindedir:
“Doğu, 3 bin yıldan beri dünyanın hakikatinin ölüm olduğunu bilir. Dünyada başka hakikat yoktur: Ölürsün!”
Attilâ İlhan daha sonra sözlerine şöyle devam eder:
“Biz buna inanırız. Onun için Doğulular Batı ile hır çıktığı zaman rahatlıkla ölürler. Onların (Batılılar) ödü patlar, ölmezler ve o yüzden de iş Irak’takine döner. Her defasında böyle olmuştur. ABD’nin bütün işi, nasıl 500-600 metreden ve hiç görünmeden adam öldürürüz, bunu düşünüyorlar. Ölümden ödü patlıyor onların. Ben bunu şöyle kullanıyorum: Bizim ve bütün Avrasyalılar’ın ölebilme kâbiliyeti var, onların yok! ”
“Ömrüm ömrüm!” derken, sızlanırken, gördüklerimize, yaşadıklarımıza yanarken, unutmayalım biz halkız, biz güçlüyüz…
Ömürlerimize ömür katanları yüceltelim… Kimleri başımızın üstüne çıkardığımızı görelim…
Yeni yıla, yeni umutlarla başlayalım…
Son söz, yüce önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ten unutulmayan şu söz olsun:
“Efendiler, sırası gelmişken, aziz milletime şunu tavsiye ederim ki, bağrında yetiştirerek başının üstüne kadar çıkaracağı adamların kanındaki, vicdanındaki öz cevheri çok iyi tahlil etmek dikkatinden bir an geri kalmasın!”
Feza Tiryaki, 2 Ocak 2014