
TSK neden hedef tahtasındaydı?
Türkiye’de; sistemli, sürekli ve dış destekli bir ordu düşmanlığı ve TSK’yı karalama ve aciz bırakma kampanyası yürütülüyordu. AKP’nin iktidara taşınmasının ve hala iktidarda tutulmasının asıl nedenlerinden birisinin de, bu plana taşeronluk yapmak olduğu anlaşılıyordu.
Güneydoğu’daki her katliam ve kanlı olay sonrası PKK'yı koruyup-kollama çabası öne çıkıyordu. Bütün vahşet ve cinayetlerin ardından bu işi, "TSK'nın yaptığı" algısı yaratılmaya çalışılıyordu. Henüz olayın ne olduğu anlaşılmadan BDP yöneticilerinin verdiği mesajlar ve PKK'yı yardım sevenler derneği gibi göstermeye çalışanlar ağız birliği içinde, "PKK'yı aklamaya" uğraşıyor ve TSK’ya sataşıyordu.
Türkiye'de kasıtlı bir psikolojik harekât süreci sonunda, devletin ve özellikle de TSK'nın terör örgütü gibi algılanmasını kolaylaştıracak bir psikolojik ortam oluşturuluyordu. TSK'nın bu psikolojik harekât karşısında terör örgütü ve yandaşları kadar başarılı olamadığı görülüyor ve bu bizi kahrediyordu. Bu algının oluşmasında bazı TSK mensuplarının hataları kadar, hakim olan siyasi havanın da etkisi oluyordu. BOP kapsamındaki açılım ve atılımlarla Türkiye’yi parçalamaya sürükleyen siyasi ortam, her terör eylemini, "TSK'ya mal etme" gayretlerini hem hızlandırıyor hem de kolaylaştırıyordu. TSK hedef tahtasına yerleştirilip yalnız bırakılıyordu. Artık ucuz kahramanlara; TSK’ya yüklenmek PKK’ya tepki göstermekten daha kolay geliyordu. Genelkurmay Başkanlığını Milli Savunma Bakanlığına bağlama hazırlıkları da, TSK’nın burnunu kırmak ve gururunu yıkmak için yapılıyordu.
- Porno Reklâmcısı ve Recep Erdoğan yalakası Emre Aköz: “PKK, AKP’ye saldırdıkça, ne yazık ki TSK güçleniyor…
PKK sorununu kasıtlı olarak Askeriye kangrenleştiriyor..” (7 Mayıs 2011 Sabah) diyecek kadar arsızlaşıyor;
Aynı Gazeteden Mahmut Övür:
“(PKK’nın ilan ettiği) Ateşkese rağmen Dersim’de 7 örgüt üyesinin (dikkat anarşist değil) öldürülmesi, bölgede infial yaratıyor… Yüksekova’da dindarlarla (Hizbullah taraftarlarıyla) Kürtleri derin devlet (yani asker) kışkırtıyor” (7 Mayıs 2011 Sabah) demekten sakınıp sıkılmıyordu.

Genelkurmay’ın Balyoz İsyanı haklıydı!
Balyoz davasında yargılanan 163 askeri personelin tutuksuz yargılanması için yapılan müracaatın reddedilmesi, Genelkurmayda rahatsızlık yaratıyordu.
Genelkurmay açıklamasında 163 TSK mensubunun tutukluluğuna yapılan itirazın reddedilmesi ile ilgili olarak "Tutukluluk halinin devamını anlamakta güçlük çekilmektedir" deniliyordu.
Genelkurmay'ın, yapılan seminerin ne olduğuna ilişkin tüm bilgileri "tereddüde yer bırakmayacak şekilde" ilgili makamlara izah ettiği belirtilen açıklamada, şu ifadelere yer veriliyordu:
“5-7 Mart 2003'te 1. Ordu Komutanlığı'nda yapılan bir plan semineri ve bu seminerle ilişkilendirilmeye çalışılan bir darbe planı olduğu iddia edilen planla ilgili olarak başlatılan kovuşturma işlemi devam etmektedir. Halen tutuklu bulunan 163 askeri personelin, tutuksuz yargılanmak üzere yaptıkları müracaat 5 Nisan 2011’de itiraz mahkemesi tarafından ikinci kez reddedilerek, tutukluluk hallerinin devamına karar verilmiştir. Devam eden yargı sürecine müdahale anlamına gelebilecek davranışlardan özellikle kaçınan TSK, yargılamayı etkilemeyecek şekilde ilgili makamları bilgilendirerek, yapılan seminerin ne olduğunu, nasıl yapıldığını, neleri kapsadığını ve kimlerin hangi emirlerle katıldığını tereddüde yer bırakmayacak şekilde izah etmiştir. Benzer hususlar, savcılık makamlarınca görevlendirilen bilirkişi raporlarında da açık bir şekilde yer almaktadır. Hal böyle iken, görevli ve emekli 163 TSK personelinin tutukluluk halinin devamını anlamakta güçlük çekilmektedir."
Mahkeme Başkanı muhalefet şerhi koymuşlardı
Genelkurmay Başkanlığı’ından yapılan açıklamada, Mahkeme Başkanı Şeref Akçay'ın sanıkların serbest bırakılması gerektiğini dile getiren muhalefet şerhine de dikkat çekiyordu.
Akçay şerhte, "Neticeye kadar her aşamada failin suç yolundan dönmesini vazgeçme olarak kabul etmek gerekir. Bu durumda netice olarak darbe yapmak meydana gelmiş midir? Gelmemiştir. İhtiyari ile vazgeçme denilmez ise tam fiil diyebilir miyiz? Diyemeyiz. Hukuk işte burada lazım" diyordu.
TSK’nın, 163 personelinin “tutukluluk halinin devamını anlamakta güçlük” çektiğini belirten açıklaması çeşitli çevrelerce muhtıra, yakınma, etkileme ya da baskı olarak niteleniyordu. Daha önce de çeşitli vesilelerle TSK adına yapılan bu tür nafile açıklamalar yandaş medya ve iktidar çevrelerinin elinin kuvvetlenmesine katkı sağlamaktan başka bir işe yaramıyordu. İktidar çevreleri, TSK’dan yapılan bu tür açıklamaları, siyaset üzerindeki “askerî vesayet” in kanıtı olarak kullanıyordu.
Bu tür duyuru, ilan ya da yakınmaların sonuç üretmediği zaten biliniyordu. “TSK adına askeri personelin tutukluluk halinin devamını anlamakta güçlük çekildiği” açıklamasının, meşru platformlarda, hükümet yetkililerin yüzüne karşı değil de kamuoyuna yapılması kafa karıştırıyordu. Acaba böyle açıklamalar yapmak sonuç alma amaçlı değil durumu kurtarmaya yönelik mi yapılıyordu? Bu duyuru ile tutuklu asker eşlerinin öfkeleri dindirilmek mi isteniyordu?
Bu meyanda “TSK’ya yönelik olarak değerlendirilen bazı operasyonların gerçekte bir danışıklı dövüş biçiminde gerçekleştiği” bile iddia ediliyordu. Bu anlamda askere karşı yapılan birçok operasyonun gerçekte kurum içi rekabetle ilgili olduğu söyleniyordu.
Ancak, ABD ve AB’nin güçlü bir TSK istemediğini ve AKP’yi bu yönde teşvik ve tahrik ettiğini asla unutmamak gerekiyordu.
ABD’nin deprem gibi TSK planı!
ABD yol haritasını hazırlayıp AKP’nin önüne koymuştu. Ordunun 2013’te “Ilımlı ve zayıf Silahlı Kuvvetler” haline getirilmesi amaçlanıyordu. Pentagon çevrelerine göre, Ergenekon ve Balyoz davalarıyla planın “birinci aşaması” tamamlanıyordu.
2011 milletvekili ve 2012 cumhurbaşkanı seçimi yaklaştıkça Amerika'nın Türkiye planı da netleşiyordu. Senaryoların odağında tabii ki Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) ve AKP, bulunuyordu. TSK’yı bütünüyle denetim altına alamayan ABD ve AKP, milli orduyu tasfiye planını 2013 yılına kadar tamamlamayı hesaplıyordu.
Pentagon istihbarat çevrelerine göre, bu konudaki yol haritası ABD tarafından hazırlanıyor ve AKP'nin önüne konuluyordu. Hilmi Özkök dönemin ABD Büyükelçisi Robert Pearson da "yeni ordu" planını desteklediğini ancak dengeleri gözetmek ve millici kesimleri ürkütmemek gerektiğini söylüyordu. 2007'den sonraki süreçte, TSK'nın dönüştürülmesi girişimlerine karşı çıkan subayların malum iddia ve entrikalarla tasfiye edildiği gözleniyordu.
Pentagon istihbarat çevrelerine göre, milli orduyu bütünüyle NATO müdahale gücü konumuna, yani bir lejyoner ordusuna dönüştürme planı 2013 yılında tamamlansın isteniyordu.
- İşte ABD’nin yeni TSK planı:
Asker sayısı azaltılarak 250 bine indirilecek.
Zorunlu askerlik daraltılıp, ordunun yüzde 80’i paralı (profesyonel) hale getirilecek.
Genelkurmay Başkanı Savunma Bakanı'na bağlanıp havası söndürülecek.
Milli duruşlu subayların bir kısmı davalarla tasfiye edilecek.
Diğerleri yüksek ikramiyelerle özendirilip emekli olmaları istenecek.
Kalan subaylar sözleşmeli pozisyonuna geçirilecek.
Bütün subayların terfi ve tayinini, performansa ve sadakate göre hükümet belirleyecek.
Üniformaların biçimi ve rengi yenilenecek.
Yeni ordu iç güvenlikten çekilecek.
Jandarma ordudan ayrılıp tamamen İçişleri Bakanlığı’nın hizmetine girecek.
ABD İstihbarat görevlisi Wikileaks’in amacını açıklıyordu:
TSK'yı güvercine dönüştürme çabası!
Bir DIA (ABD Savunma Bakanlığı-Pentagon İstihbarat Örgütü) görevlisi Taraf’a verilen Wikileaks belgelerinin büyük bölümünün TSK'yla ilgili olduğunu açıkladıktan sonra, bu belgelerin asıl amacının, "TSK'nın şahin duruşunu posta güvercinine dönüştürmek" olduğunu söylüyordu.
ABD'li istihbarat görevlisi, Wikileaks belgelerinin CIA'nın denetiminde servis edildiğini belirtip bu yayının bir amacının, "ABD'nin çirkin yüzünü sempatikleştirmek" olduğunu açıklıyordu.
ABD'nin her ülkede "hem iktidara, hem de muhalefete oynadığına" vurgu yapan DIA görevlisi, Taraf’ın yayınının, "iktidarı ABD planlarına hizmet ettirmeye, muhalefet partilerini ise kendi ihtiyaçlarına göre şekillendirmeye hizmet ettiğini" vurguluyordu.
TSK’dan AKP’ye, PKK’dan Fetullah Gülen’e, HES’lerden Aydınlık’a kadar ortaya çıktığı günden bu yana ülke dengelerini sarsan Wikileaks belgelerinde en çok adı geçen kurumun TSK olması dikkat çekiyordu.
Türkiye'de bulunan ABD Büyükelçiliği ve CIA yapılanmalarının Washington'la yaptığı belge akışını sızdıran Wikileaks Türkiye Belgeleri'nde en çok konuşulan kurum Genelkurmay Başkanlığı oluyordu. Hakkında 5 bin kez bilgi verilen Genelkurmayı, 1200 bilgi notu, 150 e-posta, 100 ses kaydı, 70 görüntü ile muvazzaflar, 1000 bilgi notu, 500 e-posta, 600 ses kaydı, 40 görüntü ile emekli subaylar takip ediyordu.
Jeopolitik ve stratejik hassasiyetle Türkiye’nin haritadaki yeri, devamı körüklenerek sürüklendiği iç savaş serüveni, Güneydoğu’da kurulan hükümetçikler, Irak ve Kıbrıs üzerinden gelen tehditler, ABD Ordusu'nun 2002 yılında yaptığı Türkiye'yi işgal tatbikat projeleri, (Millenum Challenge 2002), ABD-İsrail ittifakının Ortadoğu'ya yönelik Siyonist hedefleri, ABD'nin ekonomik çöküşe, cevap olarak hazırladığı silahlı girişimler ortada dururken Kılıçdaroğlu CHP’si “askerlik 6 aya indirilsin” diyordu. Türkiye'nin yaşadığı koşullara ve sürüklendiği ortama bu kadar kayıtsız bir tavır CHP ile AKP’nin aynı Siyonist merkezlerden yönetildiğini gösteriyordu.
Sıra ordunun özelleştirilmesine gelip dayanmıştı!
“Liberalizm, CHP'yi ülkenin güvenliği, halkın güvenliği konusunda da liberalleştirmiştir. 12 Eylül 1980 darbesinden sonra başlayan özeleştirme dalgası, CHP'yi de önüne katmış sürüklemektedir. Sümerbankların, Et-Balıkların, SEKA'ların, TELEKOM'ların, TEKEL'lerin özelleştirilmesinden sonra, sıra TSK'nın özelleştirilmesine gelmiştir.
Öyle ya kamu malının kalmadığı bir ülkede, kamunun silahlı gücüne de ihtiyaç görülmemektedir. Gümrükleri yıkılmış, kirli paranın istilasına uğramış bir ülkede, korunacak sınırlar da gereksizdir” tespitleri haklıydı.
AKP bu ülkenin gümrüklerini yıkmış, kirli para istilasının komisyonculuğunu yapmış, KİT’leri yok pahasına yabancılara satmış, ülkeyi borca batırmış, milli ekonomiyi yıkmıştır.
AKP; Türk milletini ordusuz bırakmayı hedefleyen büyük ihanetin kâhyasıdır. ABD’ye ve Siyonist Yahudi Lobilerine karşı gelmesi halinde Tayyip Erdoğan’ın “deliğe süpürülme” yetkisini Washington’a verdiğini, en yakın arkadaşı Zapsu açıklamıştır.
Siyonist Yahudi stratejistlerden F. Stephen Larrabee’nin Troubled Partnership (Müşkül Ortaklı) başlıklı raporunu hatırlayınız. Larrabee, sıradan bir adam değil, AKP’nin ABD kimlikli 7 akıl hocasından biri olmaktadır. Rapor da ABD Hava Kuvvetleri için hazırlanmıştı.
İşte o raporda: “AKP’nin önümüzdeki seçimde sahneye MHP’nin rolünü çalarak fırlayacağı” haberi vardı.
Larrabee, Türkiye’de yeni bir milliyetçiliğin yükseleceğini ve bu akımın da MHP ve CHP ekseni dışında gelişeceğini vurgulayıp, AKP’yi tanımlamaktaydı.
Larrabee, senaryonun nedenlerini şöyle açıklamıştır: Türkiye’de ABD’ye karşı düşmanlık hızla yükseliyordu. Türkiye’de ABD’ye olumlu bakanlar ancak yüzde 9’du. Her 10 Türk’ten 9’u ABD karşıtlığını dışa vuruyordu. (s.16 vd.)
Rapora göre: Türkiye’de milliyetçiliğin yükselme süreci devam edecekti. O zaman bu milliyetçi yükselişin ABD’nin denetiminde olması ve başrolde Recep Bey’in oynaması, bu nedenle ABD ve AB’ye sert çıkışlar yapıp milliyetçi oyları toplaması gerekecekti. Strazburg’taki horozlanması işte bu rolün gereğiydi.
Ancak hiçbir rol tek başına yürütülemezdi. Tayyip Erdoğan’a milliyetçilik oynatan akıllı rakipler de gerekliydi. İşte Kemal Kılıçdaroğlu; genel af, Dersim açılımları derken, en son neredeyse askerliği lağveden çıkışlarıyla Recep Bey’e vatanseverlik gösterileri için olağanüstü fırsatlar sunuvermekteydi” tespitleri yerindeydi.
Hatta Klılıçdaroğlu “Profesyonel orduya bir an önce geçmeliyiz” havasındaydı!
“Profesyonel ordu, genel askerlik kurumundan vazgeçmek anlamına gelmekteydi” diyen Doğu Perinçek: “Genel askerlik, Fransız Devriminden Türk Devrimine kadar demokratik devrimlerin ürünüdür. Mehmetçik, devrim tarihimiz içinde ortaya çıktı. Yeniçeri gibi ücretli devşirmeler, diğer "Kapıkulu" askerler veya tımar sahibi beylerin bağımlısı olan sipahiler; Mehmetçik değildi.
Mehmetçik, sultanın mülkünün silahlı kulu değil, vatan savunmasında görev yapan özgür yurttaştır. Cumhuriyet yurttaşı, Mehmetçik’le eşitlenir. Hiçbir kavram, Mehmetçik kadar demokratik değildir”[1]
Sözleriyle aslında kendilerinin de “Orduyu milletten koparma, Siyonist ve Masonik odakların hizmetine sokma ve TSK’yı komünist ulusalcılığın ve İslam düşmanlığının dayanağı yapma” girişimlerinin bir figüranı olduklarını göstermekteydi.
Çünkü, önce Fransız Devrimi; Siyonist ve Mason Yahudilerin ülke yönetimlerine hakim olma projesinin bir neticesiydi. Bugünkü ABD ve AB emperyalizmi Fransız Mason ihtilalinin bir eseriydi.
İkincisi, Yeniçeri ocağındaki devşirmeler savaş ve savunma yerine genellikle istihkâm ve iaşe gibi geri hizmetlerde görevlendirilirdi. Yoksa Osmanlı Ordusu elbette Milli nitelikliydi ve Mehmetçikti. Sultan Alparslan’ın yiğitleri de, Sultan Fatih’in cengâverleri de Mehmetçikti. Bu Masonik ulusalcılar gibi Milli tarihimizi ve askerlik şerefimizi koyu ve kindar bir İslam ve Osmanlı düşmanlığı ile sadece 100 sene öncesinden başlatan sakat ve soysuz bir yaklaşım, halkımızın “Deryaya düşen, yılana sarılır” gibi AKP’ye sığınmasının en önemli etkeniydi.
Bugün Libya’ya saldıran ve petrol aşkına mazlum Müslüman kanı akıtan NATO’nun en ateşli savunucusu Yahudi asıllı Sarkozy de, Fransız Mason ihtilalinin güdümündeki temsilcisiydi. Fransız Devrimini kendi tarihlerinin ve fikirlerinin temeli kabul eden Aydınlıkçıların, şimdi Libya saldırısına karşı çıkmaları ne büyük bir çelişkiydi!?
Siyonist Netanyahu: “Ordusuz Filistin”e razıydı; bizdeki Sebataist Cunta ve AKP iktidarı ise; Orduyu zayıflatmaya çalışmaktaydı!?
İsrail baş belası Netanyahu’nun: “Ordusuz bir Filistin’e razı oluruz” sözleri, ülkemizde TSK’ya yönelik sinsi hareket ve hakaretlerin şifrelerini taşımaktaydı. Çünkü Siyonist Netanyahu: “ordudan ve silahlı savunmadan arındırılmış bir kukla Filistin” arzularken, bizdeki sabataist cunta ve işbirlikçi iktidar da “her bakımdan zayıflatılıp kolu kanadı kırılmış; etkisiz ve yetkisiz bırakılmış bir TSK” peşinde koşmaktaydı. İzan ve insaf ehline soruyoruz: Netanyahu’nun teklifiyle, bizdeki Gâvura TARAF medyanın, Fetullahçıların, AKP ve yandaşlarının ordumuzla ilgili tertipleri arasında ne fark vardı? Sadece bizdeki uşakları, demokratikleşmeyi ve AB kriterlerini bahane ederken, Siyonist patronları “İsrail’in güvenliğini” öne çıkarmaktaydı. Yoksa hedef aynıydı: Büyük İsrail’in kurulması için Türkiye’nin parçalanması lazımdı, bunun için de, TSK engeli aşılmalıydı!?...
Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları dahil, her rütbedeki askeri sivil mahkemelerde yargılama yolunu açan CMK’nın 3 ve 250. maddelerindeki değişikliği de, mahiyet ve hukuki mazeret açısından değil, asıl sinsi niyet ve hedef bakımından değerlendirmek lazımdı.
Yani bu düzenleme, hukuki ve ahlaki bir ihtiyacın değil, politik ve psikolojik bir amacın sonucu yapılmıştı.
Netanyahu sadece Filistin’i değil tüm insanlık alemini aşağılamaktan sakınmamıştı!
ABD, AB ve işbirlikçilerin “ağzı kulağına varıyor” ve alkış tutuluyordu: "İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu'nun dilinden ilk kez 'Filistin devleti' sözcüğü çıkmışmış… Böylece Filistinlilerin devlet kurma hakkını kabule yanaşmışmış..." diye göbek atılıyordu şeklinde konuya giren yazar önemli tespitlerde bulunmaktaydı.
- “Peki, nasıl bir devlet? 1- Silahsız olacak. Yani, ordusu bulunmayacak. 2- Hava sahasını kontrol edemeyecek. Yani, Filistin hava sahasında İsrail dilediği gibi cirit atacak. 3- İsrail'in "Yahudi devleti" olduğunu kabul edip açıklayacak. Filistinli göçmenler sorununa İsrail sınırları dışında çözüm aranacak. Yani, yüz binlerce Filistinli vatanlarına, yuvalarına dönmeyi unutacak. 4- Yahudi yerleşim yerlerinin "Doğal yayılması" kısıtlanmayacak. Yani, Filistin topraklarındaki kaçak Yahudi kasabaları yerinde duracak, üstelik daha da yayılacak. 5- Doğu Kudüs, İsrail'de kalacak. Yani, Filistin devleti başkentinden vazgeçecek. Sadece başkentinden değil, can evinden de olacak. 6- Filistinliler İran'la ittifak yapamayacak. Yani, dış politikası için İsrail'den icazet alacak…
Ama Netanyahu Filistinlilere "Kocaman" iki lütufta bulunmuş: "Bayrakları ve ulusal marşları olabilir!" buyurmuş.. Bayrağı olacak ama bayrağı taşıyacak askeri, bayraktarı olmayacak. Ulusal marşı olacak ama marşının yükseleceği havası olmayacak!?
Uzun sözün kısası, Netanyahu, Filistinlilere “egemenlik hakkı bulunmayan bir devlet” öneriyordu. Ya da, ekonomide özerk ama siyasette, savunmada, diplomaside bağımlı bir devlet sunuyordu! Böyle bir devlet düşünülebilir mi? Kurulsa bile ayakta kalabilir miydi? Ve nihayet, uluslararası topluluk böyle bir oluşuma devlet gözüyle bakabilir miydi? Filistinlilere böylesine aşağılayıcı bir öneride bulunan Netanyahu bir halka pervasızca hakaret ediyordu.
Sadece Filistinlileri değil, BM Güvenlik Konseyi'ni de aşağılıyordu. Çünkü Konsey'in ciltler dolusu kararlarında hep İsrail'in 1967 Haziran'ındaki Altı Gün Savaşı'ndan önceki sınırlarına çekilmesi, boşalacak topraklarda tam bağımsız bir Filistin devleti kurulması öngörülüyordu.
Siyonist Netanyahu sadece Filistinlileri ve BM Güvenlik Konseyi'ni değil, Arap ulusunu, Arap devletlerini ve onları bir çatı altında toplayan Arap Birliği'ni (tüm insanlık ve İslam âlemini) de aşağılıyordu. Çünkü hepsinin de 1967 savaşından önceki sınırlarına çekilmesi, Filistinli göçmenlere dönüş hakkını vermesi ve başkenti Doğu Kudüs olacak bir Filistin devleti kurulmasını kabul etmesi karşılığı tüm acılarını içlerine gömüp İsrail devletini topluca tanımayı, diplomatik ilişki kurmayı taahhüt ettiği biliniyor.
ABD, Netanyahu'nun önerisini Başkan Obama'nın politikalarının başarısı olarak görüyor, AB ise "İyi yönde atılmış bir adım..." şeklinde değerlendiriyordu. Ya Filistinlilerin ve de Arap dünyasının derin düş kırıklığı, acısı ve öfkesi? Onu da en iyi Filistin sözcüsü Saib Erekat dile getiriyordu: "Barış kaplumbağa hızıyla ilerliyordu. Ama Netanyahu o kaplumbağayı da sırtüstü çevirmiş bulunuyor!"
İsrail, Filistin'de neden ordu istemiyor ve Türkiye’de neler oluyordu?
Netanyahu, Filistin'i bir koşulla tanıyacaklarını bildiriyordu: ordusu olmayacaktı!. Ne kadar zihin açıcı, şifre çözücü bir yaklaşımdı. Ortadoğu'nun kilit önemi haiz ülkesi Türkiye'de de bütün tertipler ordu üzerinden yürütülüyordu. Büyük İsrail denilen hayalin gerçekleşebilmesi için en büyük engel sayılan ve peygamber ocağı olarak tanınan Türk ordusunun çökertilmesi için uğraşılıyordu. AB'de Bilderberg, Chattom House ve ABD'de CFR ve bunları üstten birbirine bağlayan elbette alttan da bağlayan örümcek ağı gibi kurumlar; kurumcuklar toplamı olan Siyonist şebekenin tek derdinin Türkiye ve askeriye olduğunu izan ve vicdan sahibi herkes biliyordu. Erbakan Hoca elli yıl bu gerçekleri konuşuyordu. Ayrıca bazılarına şunu da sormamız gerekiyordu: Erbakan Hoca'nın ordumuz için "şanlı ordumuz"dan başka bir niteleme kullandığını ve ters tavır takındığını hiç duyup gördünüz mü?
ABD, Dolmabahçe buluşması akşamı operasyon başlatmıştı! [2]
- Dolmabahçe buluşmasının gerçekleştiği gün, ABD Büyükelçisi Washington’a “acil” kodlu şu kriptoyu çekiyordu: “Tayyip Erdoğan ile Orgeneral Büyükanıt anlaştı. Operasyon başlayabilir.”
5 Mayıs 2007 tarihi, yakın siyasi tarihimizin dönüm noktalarından biri sayılıyordu. Kamuoyu, bu tarihin neden önemli olduğunun sadece bir yönünü biliyordu. O gün Başbakan Tayyip Erdoğan ile dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt, İstanbul'da Dolmabahçe Sarayı'nda buluşuyordu. Gündemi Genelkurmay Başkanlığı tarafından 27 Nisan tarihinde yayınlanan "elektronik muhtıra" ile ortaya çıkan hükümet-asker gerilimi oluşturuyordu. İnternet sitesinde yayınlandığı için "e-muhtıra" diye bilinen bildiride, Genelkurmay, Abdullah Gül'ün Cumhurbaşkanı seçilmesine isim vermeden net bir şekilde karşı çıkıyordu.
Dolmabahçe buluşmasında Tayyip Erdoğan, ABD tarafından hazırlanan "şantaj dosyaları"nı Yaşar Büyükanıt'ın önüne koyuyordu. Dosyalarda Yaşar Büyükanıt'ı da şahsen suçlayan "yolsuzluk", "siyasi müdahale" ve "özel hayata ilişkin" iddialar yer alıyordu.
Yaşar Büyükanıt’ın önüne konulan şantaj dosyalarının başlıkları basına sızıyordu. Dolmabahçe'den hemen sonra, 5 Mayıs 2007'de, Ankara'daki Amerikan Büyükelçisi Ross Wilson'dan Washington'a gönderilen çok önemli “acil” ve “gizli” kripto her şeyi özetliyordu:
- "Tayyip Erdoğan ile Orgeneral Yaşar Büyükanıt anlaştı. Operasyon başlayabilir. 27 Nisan 2007 tarihindeki muhtıradan sonra (5 Mayıs 2007) İstanbul Dolmabahçe Sarayı'nda Başbakan Tayyip Erdoğan'ın ofisinde gerçekleşen gergin ve endişeli görüşme, restleşmeden sonra uzlaşma ile sonuçlandı. İki taraf eteklerindeki taşları döktü. Başbakan Tayyip Erdoğan elindeki dosyayı ortaya sürdü. Bu veriler CD'den oluşuyordu. Tayyip Erdoğan konuşmasını bitirdi ve sözü Orgeneral Yaşar Büyükanıt'a verdi. Orgeneral Yaşar Büyükanıt ilk hamleyi kaybeden kişi olarak konuştu. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın bu özelliğinden faydalanılırsa, Amerikan çıkarlarının devamı çok kolay olacaktır. Bu fırsat elimizde bulunmaktadır. Diğer ayrıntılara ait değerlendirmelerin oluşum ve gelişmelerini incelemek gerekmektedir."
ABD Büyükelçisi'nin kriptosundan neler yazılmıştı:
1- Tayyip Erdoğan ile Yaşar Büyükanıt arasındaki Dolmabahçe buluşması gergin başlamıştır.
2- İki taraf da görüşmeye dosyalarla gelmiştir. Büyükanıt'ın elinde "bölücülük" ve "irtica" konusunda önemli dosyalar vardır.
3- Ancak Erdoğan, Büyükanıt'a fazla konuşma fırsatı vermeyerek, ABD'nin hazırlayıp verdiği şantaj dosyalarını önüne koymaktadır.
4- Elbette, bunun ardından Büyükanıt da konuşmuşlardır. Ancak ABD Büyükelçisi kriptosunda Büyükanıt'ın "ilk hamleyi kaybeden kişi olarak konuştuğunu" ortaya koymaktadır.
5- "Anlaşma" ile rahatlayan ABD Büyükelçiliği Washington’a “Artık TSK’ya karşı operasyon başlayabilir” mesajını aktarmıştır.
6- Başlanması istenen “operasyon”lar, Orduyu yıpratma, yaralayıp karalama, etkisiz ve çaresiz konuma taşıma ve bütün gizli cinayet ve tertiplerin sebebi ve sahibi olarak topluma tanıtma” hücumlarıdır ve bunların nasıl işlediğini herkes hatırlayacaktır.
a) ABD, 1 Mart (2003) Irak Tezkeresi'nin TBMM'de reddedilmesini TSK'nın tavrına bağlamıştı. Bu yüzden TSK’nın milli ordu olarak tasfiyesi kararı alınmıştı. Direnme eğilimindeki komutanlar hakkındaki dosyaların İşleme konulması kararlaştırılmıştı.
b) Bu çerçevede, 22 Mart 2003'te ABD Büyükelçisi, Washington'a gönderdiği kriptoda, "Büyükanıt hakkındaki belgelerin Erdoğan'a ulaştırılmasının onayı gerekmektedir" diye izin istenmiş, Washington da bu talebi onaylamıştı.
c) Tayyip Erdoğan da bunları ve daha sonra verilen şantaj dosyalarını, 27 Nisan 2007 elektronik muhtırasının ardından yapılan 5 Mayıs Dolmabahçe görüşmelerinde Yaşar Büyükanıt'ın önüne koymakta ve kahraman yapılmaktaydı.
d) Böylece malum tutuklamalar ve davalar süreci başlamıştı.
e) Net bir şekilde görülüyor ki, bağımsız Cumhuriyeti tasfiye etmek, bu amaçla TSK'yı ve milli güçleri etkisizleştirme operasyonları doğrudan bir ABD planıydı. Sürecin her aşamasında ABD'nin eli vardı. Planlamayı, zamanlamayı ve manipülasyonları ABD yapmaktaydı. Yani bazı çevrelerin zannettiği gibi, 3-5 AKP'li ve Fetullahçı'nın planladığı bir süreç sanılması bir saptırmacaydı. AKP ve Gülen sadece uygulayıcı figüranlardı.
Sonuç Olarak:
1- Türkiye Cumhuriyetinin ayakta kalması ve Aziz Milletimizin birlik ve bekası; her yönden güçlü ve özgür bir orduya bağlıydı.
2- Böyle bir ordunun varlığı; ekonomik, teknolojik ve psikolojik yönden kalkınmış ve bağımsız bir Türkiye’yi gerekli kılmaktaydı.
3- Bu neticeye ulaşmak için, ordu ile milletin kaynaşması, TSK’nın Müslüman halkımızın inancına ve yaşam tarzına saygı duyup sahip çıkması; “Askeriyenin dinsizlik şeklinde uygulanan yanlış laikliğin ve sapık ideolojilerin koruyucusu olduğu” algısını yıkması şarttı.
4- Masonik Kemalizm yerine gerçek Atatürkçülüğe, “Katı Şeriatçılık ve Ilımlı İslamcılık” yerine Milletimizin saf ve samimi inanç değerlerine, Siyonizmin ve emperyalizmin güdümündeki kapitalist ve komünist ideolojiler yerine, kendi kökümüze ve kimliğimize dayalı Milli Görüş’e sarılmadan, asker ve sivil bütün millet olarak bu sinsi kuşatmayı kırmamız mümkün olmayacaktı.
5- Ya Batıya uşak, ya Doğuya başkan; Ya Yahudi-Hıristiyan dünyasına kukla, ya İslam coğrafyasına ilham ve itibar kaynağı; ya zalim soygunculara kahya, ya mazlum toplumlara kurtarıcı kahraman olunacaktı!.. Evet, asker ve millet olarak Türkiye, tarihi bir karar aşamasındaydı. Ya Siyonist sömürü hâkimiyetinin simgesi olan küreselleşmenin demokrat kölesi veya Adil ve Yeni bir dünya Düzeninin Efendisi olacaktı…
[1] 18 Mart 2011 / Aydınlık
[2] 30 Mart 2011 / Aydınlık sh. 8
Ahmet AKGÜL
HAZİRAN 2011 / millicozum.com

Radikal Gazetesinden Ezgi Başaran’a konuşan Milli Görüş lideri rahmetli Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ın:
“Irkçı emperyalizm planları ve açılım palavralarıyla bin yıllık kardeşliğin arasını açtılar!” uyarılarına kulak verilmeliydi…
“Demokratik Özerklik” Türkiye’yi bölme projesidir!
Hocamız şunları aktarmıştı:
“Bizim Recai Bey 1960'larda Diyarbakır ve bölge illerin köylerini suya kavuşturmak ve Dicle-Fırat üzerinde kurulacak barajların projelerini hazırlamak üzere çalışmalar başlatmıştı. Keşif yaparken bir dağın başında Amerika’lılarla karşılaşmıştı. Ne arıyorlar orada? Sözde Turistlermiş! Hepsi uydurmaydı. Adamlar fiilen casusluk yapmaktaydı. Oradaki köylülerin aklını karıştırmak, sizin niye ayrı devletiniz olmasın diye kışkırtmak üzere görevli yollanmışlardı. Bin yıldır birbirine kaynaşmış olan Kürt ve Türk halklarının arasını açmak için fesatlık tohumu saçmışlardı. “Demokratik özerklik” diye bir şeyi kabul edemem, bunun sonu parçalanmadır. Müslümanlıkta birlik vardır, nereye gidiyorsun sen?! Biz, İslam birliğini kurmaktan için çırpınırken, Türkiye’nin bölünmesine göz yummamız imkansızdır.”
AKP Meselelere ve Çözümlere Vakıf değildir!
“Güneydoğu bölgesinde geçmişteki bu davranış hatalarını tedavi etmek elbette devletin görevidir. Fakat Tayyip Bey, Kürt meselesini çözeceğim diye ortaya attığı fikirler, ülkemizi bir felakete sürüklemektedir. Şimdi bakın burada 1977 tarihli Milli Görüş'ün ağır sanayi haritası görülmektedir. Güneydoğu'daki birçok sanayi tesisi bizim eserimizdir. Şimdi Helikopterle bölgenin üstünden geçerken gözlerimle gördüm ki bu şuursuzlar (AKP'den söz ediyor) bizim yaptığımız sanayi merkezlerini bir bir yok etmiş, özel sermayeye vermiş, yerine binalar diktirmiştir. İnsanlar yine işsizdir. Çünkü bunlar hem bölgenin ve ülkenin meselelerine, hemde çarelerine vakıf değildir.”
Barzani Siyonistlerin hizmetçisidir!
Ayrılıkçı hareketler genelde zor şartlarda faaliyet gösterirler ve çoğu zaman iktidar merkezleri ve mevkilerinden uzakta kenar bölgelere odaklanıyor. Coğrafya iktidardan uzak noktalarda (kale gibi yüksek dağlar, orman ve komşu bir ülkede üs gibi) barınmalarına yardımcı olmadığı zaman, görevlerini büyük bir gizlilikle yapıyor. Bunun yanı sıra ayrılıkçı hareketler, asıl hedeflerini ifşa etmek için uygun şartları bekleyerek, söylem ve programlarını gizli tutmaya ve ayrılıkçı olmayan muhalefetlere sığınmaya çalışırlar. Bu yöntem, ister gelişmiş sanayi ülkelerinden bağımsız olmaya çalışsın, ister gelişmekte olan ülkelerden ayrılmak için savaşsın, bütün ayrılıkçı hareketler için geçerli bir strateji sayılıyor.
Sudan modeli, büyük ölçüde Irak'la da örtüşüyor. Zira Kürt lider Mesud Barzani'nin Kürdistan Demokrat Partisi'nin (KDP) son kongresinde ilan ettiği üzere, 'kendi geleceğini tayin hakkı' ilkesini uygulamaya çalışan Kürt hareketi, Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani'nin yanı sıra Dışişleri Bakanı Hoşyer Zebari ve Silahlı Kuvvetler Başkomutanı Bekir Zebari gibi Kürt asıllı birçok bakan ve yetkiliyle temsil ediliyor. Barzani'nin başkanlığını yaptığı Kürdistan bölgesi hükümeti, bağımsız hükümet dinamiklerinin çoğunu taşıyor. Zira peşmergeler Irak ordusunun kuzeye girişini yasaklama suretiyle bölgedeki güvenlik ve savunmayı kontrolünde tutuyor. Ayrıca Kürtçe'yi bölgenin resmi dili yaparak ve Arapça'yı bölgedeki çocuklar için zorunlu dil olmaktan çıkararak, Irak'ın diğer bölgeleriyle kültürel ve dil bağlarını da ortadan kaldırıyor.
Türkiye’deki Kürt hareketinin Irak'taki rolünün ekseniyse, Mesud Barzani'nin Irak hükümetinin kurulmasında oynadığı rolle ortaya çıkıyor. Barzani Türkiye, İran ve Suriye’deki liderleri toplayarak, onları koalisyona hazırlıyor. Elbette Barzani’ye bu rolü bölgeyi parçalamak için veriliyor. Barzani Kürt liderlerin geniş nüfuzlarını, Kürtlere sosyal, ekonomik ve kültürel ihtiyaçlarını sağlayacak demokratik bir federasyona ulaşmak ve Irak'ın toprak bütünlüğünü korumak için mi kullanıyor, yoksa Irak'ın kuzeyini ayırmak ve bağımsız Kürt devletini kurmak için mi? Sonuç nedense tartışılamıyor. Baskın kanaat, Kürt hareketi, tıpkı Barzani'nin kongredeki konuşmasında ima ettiği gibi, Büyük Kürdistan hedefliyor. son tercihe doğru gittiği yönünde. Sudan Halk Kurtuluş Hareketi de (SPLM) daha önce böyle yapmıştı.
Buradaki soru şu: Niçin Arap ülkelerindeki ayrılıkçı hareketler başarılı oluyor da Avrupa ve hatta Avrupa dışındaki başka ülkelerde başarısız oluyor? Çünkü bu durum süper güçlerin desteğini alan İslam ülkelerindeki ayrılıkçı hareketlerle böyle bir destek almayan diğer ayrılıkçı hareketler arasındaki farkı ortaya koyuyor. Yani süper güçler, BOP kapsamında, kasıtlı bir oyun oynuyor; petrol ve başka çıkarları ve büyük İsrail hazırlığı için İslam ülkelerini zayıflatmaya çalışıyor.[1]
“Kürt ordusu” kuruluyor!

Seçim ABD/AKP hesabına uygun sonuçlanırsa, Washington’ın “Kürt planı” seçim sonrası uygulamaya konulacak.
Son Kürt planında en yeni konu Türkiye’de bir Kürt ordusu’nun kurulması için adım atılacak olması. Kamuoyunun tepkisini hafifletmek için Kürt ordusununa yumuşak geçiş yapılacak.
Oluşturulacak “kolluk gücü”ne başlangıçta “ordu” vs. gibi adlar verilmeyecek. Mevcut yasal durumda bile belli koşullarda silah taşıma ve kullanma yetkisi bulunan özel ve kamu birimleri hareket noktası olacak.
Finansman belediye olacak.
“Plan”a göre “Kürt ordusu” 2 ayağa dayanacak.
Birinci ayak: Halen belediye zabıtası oalrak görev yapan birimlere geniş silah kullanma yetkisi verilecek ve sayıları arttırılacak. Bölgedeki belediyeler gibi zabıta kuvvetleri için de bölge çağında merkezi yapı kurulacak.
İkinci ayak: Doğur ve Güneydoğu’da Kürtçe konuşan nüfusun ağırlıklı olduğu belli illerde özel güvenlik şirketleri ağı oluşturulacak. Özel güvenlik şirketleri bölgedeki mevcut özel şirketleri koruma ihtiyacının çok üstünde örgütlenecek. Finansman örtülü yollarla belediyeler üzerinden sağlanacak. Ve en önemlisi de bölgedeki özel güvenlik şirketleri tek çatı altında birleştirilerek merkezi yapıya kavuşturulacak.
“Peşmerge ordusu” gibi
Böylece bölge çapında merkezi yapıya bağlanacak “zabıta kuvvetleri” ve “ özel güvenlik kuvvetleri”, sonraki adımda diğer birçok bölgesel “birlik” gibi “Kürdistan” adı altında birleştirilecek ve kolluk gücü olarak resmiyet kazanacak.
Eğer ABD’nin bu planı uygulanırsa, Kuzey ırak’tan sonra Türkiye sınırları içinde de bir tür “peşmerge ordusu” kurulmuş olacak.
İşte ABD/AKP planının künyesi
Planı ABD hazırladı AKP’ye kabul ettirdi.
Planın genel çerçevesi hakkında PKK’nın da oluru alındı.
Plana “Yeni CHP” yönetimi de karşı çıkmayacak.
Plan sandıktan çıkacak sonuçlara göre seçimden sonra uygulamaya konulacak.
TSK küçültülecek, koruculuk dağıtılacak
AKP Hükümeti Kürt ordusunun kurulması gibi Türkiye’yi fiilen parçalaycak bir adımı atmaya hazırlanırken, gündemde bunun tamamlayacak iki önemli proje daha bulunuyor.
Birincisi, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin sayı olarak azaltılması ve profosyonelleştirilmesi. Böylece TSK hem küçülecek hem de “paralı asker”likle “Mehmetçik” vasfı ortadan kaldırılacak.
Yani bir taraftan “Kürt ordusu” kurulacak, diğer taraftan da TSK itibarsızlaştırılacak ve etkisiz hale getiriilecek.
İkincisi, koruculuk dağıtılacak. Tabi bütün bunların temelinde “yeni Anayasa” var.
Başbakan Tayyip Erdoğan bunu, 16 Nisan tarihli seçim bildirgesi konuşmasında söyle özetledi: “2023 yol haritamızın en önemli ve bir numaralı projesi, “Yeni Anayasa projesi”dir.” dedi.
Bask Modeli ve Neticeleri?
BDP ve PKK’nın artık açıkladığı “özerk bölge” talebi daha hiç ağza alınmadığı günlerde bile İspanya’nın Bask ve Katalonya isimli özerk bölgeleri örnek gösterilmekteydi.
Referandum öncesi de “yüksek mahkeme seçimleri” zerre kadar benzemeyen Fransa’yı emsal alarak arz etmişlerdi.
Şimdi tekrar Bask ve Katalanları gündeme getirip, “İspanya onlara özerklik verdi de ne zararı oldu” soruları yöneltilmektedir. Oysa İspanya’nın yapısı tamamen farklı, bir monarşi olduğu gibi, 17 özerk bölgeden oluştuğu bilinmektedir.
Bütün bu olaylara rağmen İspanya Anayasa Mahkemesi ise Katalanlar’ın taleplerine karşılık 29 Haziran 2010’da “İspanya’nın bölünmez olduğunu” kesin bir dille ifade etmiştir.
Katalonya üzerinde biraz duralım, sonra da hasıraltı edilen sinsiliğe ve işin nereye varacağına işaret edelim. İspanya 46 milyon nüfuslu bir ülkedir. Bunun 7 milyonunu, 18’inci yüzyıla kadar bağımsız yaşayan Katalonlar teşkil etmektedir. Kişi başına gelir bakımından Katalonya birinci, Bask bölgesi 2’nci sırada zengindir. 1979 yılından beri özerk statüde yaşayan Katalonlar 2006 yılında daha ileri bir özerklik için 233 maddelik bir anayasa hazırlayıp İspanya’nın onayına sunmuş, ama kabul edilmemiştir. Bu anayasayı inceleyen İspanya Anayasa Mahkemesi, 27 maddesine çekince koydu, çok önemli olan 14 maddesini anayasaya aykırı bulup ret etmiştir.
- Bölgede Katalonca’nın tercih edilen resmi dil olmasına asla izin verilmeyecektir.
Özerklik Konseyi ve ombudsman “mutlak yetkiye” sahip kılınması mümkün değildir.
Katalonya, bu Anayasa ve İspanyol Anayasası ile belirlenen alanlar dışında kalan konularda kendi özel kanunlarını yapabilir.
Yerel hükümetler genel bütçeden aktarılan kendi kaynaklarını düzenlemeye ve oluşturmaya yetkilidir.
“Katalonya’nın en yüksek yargı mercileri, Katalonya Yüksek Mahkemesi ve Adalet Konseyi’dir hükmü” geçersizdir.
Katalonya bankalarını ve özel emeklilik planlarını düzenleyen maddelere müsaade edilmeyecektir.
Anayasa Mahkemesi şartlı olarak ise:
“Katalonca’nın yerel dil olması, Katalonya’nın tarihi hakları, Katalon bayrak ve marşının milli sembol olması, Katalon dilinin korunması, kişilerin dil seçme hakkının bulunması, Katalon hükümetinin kendi işlerinde özerk olması ve göçmenlerle ilgili yetkili kılınması, merkezi hükümetle işbirliği yapılması” gibi maddelerin, yürürlükteki yasalara uygun olarak yorumlanmaları halinde kabul etmiştir. Buna rağmen Mahkeme’nin 29 Haziran 2010’da açıklanan bu kararına İspanya’daki, Katalanlar büyük bir öfke ile 10 Temmuz’da, “Biz bir ulusuz” sloganlı gösteri yapacaklarını belirtmiştir.
Batı dünyasında, Katalonya ve Bask bölgesinin İspanya’dan ayrılacağı ve ülkenin bölüneceği beklentileri, her geçen gün biraz daha yaygın hale gelmektedir.
Sonuç: Bask ve Katalonya’nın PKK terörüne “çözüm-model” olması propagandasını yürütenler bu saçmalıkların Türkiye’nin bölünmesiyle sonuçlanacağını çok iyi bilmektedir.
Size bir not daha:
Bask ve Katalonya bölgelerinin özerkleşmesi ve Fransa’nın fiilen bölünmesi mücadelesine, hem yerli Yahudi örgütlerin, hem ABD Siyonist lobilerinin, hem de İsrail’in yardım ettiği bilinmekteydi. Hatta zengin Yahudilerin bu bölgelerde “özerklik içinde özel koloniler” edindikleri belirlenmişti. Üstelik Fransa’nın Yahudi asıllı Cumhurbaşkanı ve mason Başbakanı da bu bölünme sürecine dolaylı destek verdiği gözlenmekteydi. Yani bizimkisine oldukça benzemekteydi.
Adalet Bakanı Sadullah Ergin Siyonist Edelman'la Gizlice Buluşup Hangi Sinsi Projeleri Görüşmüşlerdi?
Adalet Bakanı Sadullah Ergin'in, ABD'nin eski Ankara Büyükelçisi Eric Edelman'la Washington'da gizlice buluştuğu ortaya çıktı. Wikileaks belgelerinin yayınlanmasından 48 saat sonra 2 Aralık'ta Washington'a gelen Adalet Bakanı Ergin'e, ABD Adalet Bakanı Eric Holder'la görüştükten sonra Atlantic Council adlı Siyonist araştırma kurumunda basına ve dinleyiciye kapalı, içeriği ve katılımcıları gizli tutulan bir toplantı düzenlendiği anlaşıldı. Toplantının içeriği ve katılımcıların kimliği hala sır gibi saklanmıştı.
Bir kaynak, toplantıya büyükelçiyken Ankara'dan Washington'a gönderdiği kriptolar Wikileaks'te yayınlanarak ortalığı karıştıran Atlantic Council'in yönetim kurulu üyesi Eric Edelman'ın da katıldığını, toplantıyı yine eski ABD Ankara büyükelçilerinden Ross Wilson'ın yönettiğini aktarmıştı.
Türkiye’deki referandumun sonuçlarının, Kürt açılımının ve referandum sonrası yeni Anayasa konularının tartışıldığı konuşulmaktaydı.
Kaynağa, tesadüf mü? diye sorulduğunda;
"Nothing is a coincedence in Washington-Washington'da hiçbir şey tesadüf değildir" diye vurgulamıştı.
Yahudi David L. Phillips'in 2009 yılında kadrosunda birçok ünlü akademisyen, diplomat, asker ve gazeteci bulunduran Atlantic Council için hazırladığı Kürt açılımı raporu büyük gürültü kopartmıştı.
Sadullah Ergin’in, THY'nin Washington seferini yapan uçağıyla 2 Aralık günü ABD başkentine gidip, 24 saat sonra 3 Aralık'ta ABD Adalet Bakanı Holder'la görüşüp aynı uçakla Türkiye'ye döndüğü kayıtlıydı.
AKP’li Adalet Bakanı Ergin sadece ABD'li meslektaşıyla bir saate yakın görüştüğünü söyleyip konuyu kapatmıştı.
Bu arada, Adalet Bakanlığı Müsteşarı Ahmet Kahraman ve 8 yargıç da aynı uçakla ABD Adalet Bakanlığı'nın “Denizaşırı Adli Takibatı Geliştirme Yardım ve Eğitim Dairesi'nin (OPDAT)” davetlisi olarak (masraflar ABD'ye ait) Washington'a gidip, 9 gün Colorado (Denver) ile Arizona'da (Phoenix) eyalet hukuk sistemini araştırmış, daha doğrusu talimat almışlardı.
Heyet, Arizona'da Temyiz Mahkemesi Başkanı yargıç Daniel Barker'la görüştü, Yüksek Mahkeme ve Federal Mahkeme'de temaslar yapmıştı.
Arizona Baro Başkanı John Phelps ve Baro Genel Sekreteri John Furlong da heyete baroda bir saat süren bir brifing sunmuşlardı. Meksika ile sınırı olan Arizona, Meksika asıllı nüfusunun yoğun olduğu bir eyalet konumundadır.[2]
[1] RADİKAL / Birleşik Arap Emirlikleri gazetesi Haliç, 31 Aralık 2010
[2] Yılmaz Polat / odatv / 03 01 2011
Nail KIZILKAN
HAZİRAN 2011 / millicozum.com