Osmanlı’da Kültürel Çöküş / Necdet SEVİNÇ

Osmanlı’da Kültürel Çöküş / Necdet SEVİNÇ

İletigönderen Balasagun » Cmt Eyl 26, 2015 17:28

OSMANLI’DA KÜLTÜREL ÇÖKÜŞ

Resim
a) Eğitimde Çöküş

Osmanlı medreseleri, Yavuz Sultan Selim’e kadar bilim adamına duydukları ihtiyaca Türkistan medreselerinden karşılamışlardı.

Fatih Sultan Mehmet, Uzun Hasan Bey’in elçisi olarak kendisine gelen ünlü bilgin Ali Kuşçu’yu o zaman için çok büyük bir rakam olan günde 200 akçe maaşla Ayasofya Medresesi’ne tayin etti.

Semerkant’ta, dünya çapındaki Türk gökbilimcisi olan Uluğ Bey’in yanında yetişen Ali Kuşçu da astronomi bilginiydi. Osmanlı Türkleri’nin en önde gelen astronomi ve matematik bilginlerinden olan Mirim Çelebi ve Alâaddin Ali Tusi de İstanbul medreselerinde görev yaptı.

Ali Kuşçu’nun torunu olan Mirim Çelebi de Türkistanlıydı. Kadızade-i Rumî’nin Türkistan’da yetiştirdiği diğer birçok öğrenci ve bu arada Fethullah Şirvanî Türkiye’ye gelip, matematik ve astronomi dersleri verdiler. [1] 

Sultan II. Bayezit devrinde meşhur matematikçilerden Sadrettin Şirazî ve Celal Devvanî’nin öğrencilerinden Muzafferettin Şirazî ise İran’dan Türkiye’ye iltica [2]  ettikten sonra medreselerde görevlendirildiler.

İlk Osmanlı medreseleri de, dinî bilimlerle birlikte, mantık, felsefe, fizik, geometri, matematik, tıp astronomi, hayvanat, nebat, insaniyet, cevvi hava ahvali (yani atmosfer) gibi dersler okutulurdu. [3] 

İlk döneme ait bilgilerimiz sınırlı olmakla birlikte Fatih Sultan Mehmet devrinde Allame Mehmet Şemseddin Semerkandî’nın hendese ile ilgili Eşkâlutte’si Filhendese isimli eseri ile onun açıklaması olan Kadızâde-i Rumî’nin kitabının okutulduğunu biliyoruz. [4] 

Osmanlı medreselerinin bu parlak dönemi, Yavuz Sultan Selim’in Mısır fethini takip eden yıllarda sona erdi.

Yavuz, Mısır’ı fethettikten sonra birçok âlim ve sanatkârı İstanbul’a şevketti. [5] 

Tarihçilerin iki bin civarında olduğunu haber verdikleri Mısır seçkinleri, Kahire’de Osmanlı Devleti’ne karşı bir muhalefetin oluşmasını önlemek için mi İstanbul’a getirmişti, yoksa Osmanlı Devleti halifeliği de kontrolü altına aldıktan sonra bir türlü alt edemediği İran-Türk şahlarına üstünlük sağlamak için Arap itikadını resmî bir tez hâline mi getiriyordu bilmiyoruz. Bilinen odur ki, çoğu Ezber Üniversitesi mezunu olan [6]  bu Mısır seçkinleri kısa zamanda Osmanlı itikadında, dolayısıyla eğitiminde hâlen devam edegelen ciddi tesirler yaptılar.

Türk kitleleri İslamiyet’e ehl-i sünnet kapısından girmişlerdi. Ehl-i sünnet itikadının iki büyük kurucusundan biri de Semerkant’ın Maturid kasabasından bir Türk olan İmam Ebû Mansur Maturidî idi.

Yavuz’un Mısır’dan getirdiği Ezher uleması, müspet ilimleri de ilahi ilim olarak kabul eden [7]  Maturidî’yi medrese müfredatından çıkarıp, yerine Eş’arî’yi koydu. Böylece Osmanlı medreselerinde müthiş bir anlayış kayması yaşandı.

Türk irfanının da Türk kültürünün de Türkistan’la ilgisi kesildi! Türkçe hızla Arapça’nın baskısı altına girerken medrese, Ziya Gökalp’in dediği gibi içine aldığı Türk çocuklarını Araplaştıran bir mekanizma hâline geldi. Tuhaftır ki Enderun da içine aldığı devşirmeleri Türkleştirmeye çalışıyordu.

Bu tarihten kısa bir süre sonra İmam Birgivî, Şeyhülislam Ebû Suud Efendi’yi kâfir ilân edecek ve Takiyüddin’in kurduğu İstanbul Rasathanesi, yer ile yeksan edilecek [8]  Darülfünun’da vakum deneyi yapan Hoca Tahsin Efendi, sihir ve büyü ile uğraştığı iddiasıyla görevinden alınacaktır! [9] 

Müslümanlar, Merag’da-Semerkant’ta, Suriye ve Anadolu Selçuklu Devleti topraklarında mükemmel rasathâneler kurdukları halde, Sultan III. Murat’tı gökleri gözetlemenin uğursuzluk gelinliğine inandıran [10]  Şeyhülislam Kadızâde Ahmet Şemsettin Efendi, Sultan IV. Mehmet’e de bid’at olduğu gerekçesiyle, yani Hazret-i Muhammed zamanında mevcut olmadığı için mûsikîyi yasaklattıracaktır. [11] 

Oysa Kur’an tilaveti de mûsikidir, ezan da!

Bir süre sonra müspet ilimler de medreselerden uzaklaştırılır. Aydın bir adam olması gereken Şair Vehbi bile yobaz takımına uyak uyduracak, sanki geometri ile ilgilenmek dine aykırı imiş gibi şöyle yazacaktır:

İtibar eyleme pek endeseye
Düşme ol daire-i vesveseye!
 [12] 

Ulemanın cahilliğinden yakınan Kâtip Çelebi’den öğreniyoruz ki (1609-1657) “Tütün ve kahve haram mıdır, değil midir, Muhammed Milleti mi demeli İbrahim Milleti mi?” gibi meseleler medreselerde dehşetli münakaşalara sebep olmuş, sonraki yıllarda da karatahta üzerine ak yazı yazmak küfür sanılmıştır! Aynı şekilde sıra, harita, öğretmen kürsüsü ve küre de küfür alâmeti olarak nitelendirilmiştir. [13] 

Bu dönem, Arapça’nın da Osmanlı kurumlarına hızla sızdığı dönemdir. Yavuz’un Mısır’ı fethinden itibaren Arap dili Osmanlı medreselerinde öyle bir hâkimiyet kurmuştur ki Farsça okumak bile dine zarar sayılmıştır.

Kim ki okur Farisî
Gider dinin yarısı


Deyimi bu zihniyeti yansıtmaktadır.

Farsça’'nın Osmanlı eğitim müesseselerine yeniden girişi Sultan III. Ahmet devrinde Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın yaptırdığı medresenin hizmete açılmasıyla mümkün olabilmiştir. [14] 

İşte bütün bu sebeplerden dolayı matbaa, Avrupa’da kullanılışından 250 sene sonra Türkiye’ye girebilmiş ve bu anlayış Türk aydınlarının da Türk çocuklarının da azınlıkların çok gerisinde kalmalarına sebep olmuştur.

1749’da öldüğü bilinen Sivaslı Mihitar’ın kurduğu Sen Lazar Akademisi’nin Ermeni dilinin bütün kelimelerini ihtiva eden meşhur Sen Lazar Sözlüğü’nü bastığı yıllarda Türkçe Osmanlı aydınlarının gündemine bile henüz girmemiştir!

Bu akademi zikrettiğimiz sözlükten sonra Çamiç Ohannes Efendi’nin 3 ciltlik Tarih-i Millî’sini yayınlamış, bilahare de İnciciyan, Ermeni Coğrafyası’nı yazmıştır. Bizde Türk milletinin babası olarak kabul edilen Oğuz Han hakkında herhangi bir makale bile yayınlanmadan, onlar Ermeni milletinin babası olarak kabul edilen Hayg hakkında araştırmalar yapmışlardır. Ve bizim çocuklarımız Arap dilinin gramerini öğrenmeye mecbur edilirken, onlar Ermeni Dilinin Grameri’ni yazmışlardır! Ali Haydar Bey’in Muallimler Mecmuası’nın Şubat 1924 sayısındaki yazısından anlıyoruz ki Kaymakam Kayserili Rüştü Bey’e ait olan ilk Türkçe alfabe 1857’de yayınlamıştır. [15] 

Türk dilinin Türk okullarına girişi de oldukça geç tarihlere rastlar. 1827’de Sultan II. Mahmut’un açtığı Tıbbiye’de dersler, Türkçe öğretmeni yetiştirilinceye kadar Fransızca okutulacaktır. [16]  1847’de Rüştiyelere öğretmen yetiştirmek maksadıyla açılan Dar’ül Muallim’le ilgili belgelerde de Türkçe’ye rastlayamıyoruz. [17] 

Ziya Paşa 1868’de Hürriyet’te “Ermeniler ve Rumlar arasında 10 yaşına kadar ana dilinde okumayı ve yazmayı öğrenmeyen bir çocuğun ender bulunduğunu, oysa Türkler arasında 15 yaşında pek az kişinin 2-3 satır Türkçe yazabildiğini” ifade ediyordu.

Maarif-i Umumiye Nezareti tarafından 3 Mart 1861’de yayınlanan talimatnamede 2 ve 3 dereceli okullarda yani rüştiyelerle Harbiye, Bahriye ve Tıbbiye’de eğitimin Türkçe yapılması isteniyordu. Ama eğitimin devlet hizmeti olarak benimsenmesi ancak 1869’da Saffet Paşa’nın himmetiyle Maarif-i Umumiye Nizamnamesi’nin çıkarılmasıyla mümkün olacaktı! Diyebiliriz ki devlet işte bu nizâmnâmeden sonra Türkçe eğitiminin önemini anlamış, kurulması plânlanan darülfünunda derslerin Türkçe yapılması kararlaştırılmıştır. Oysa Batıda Fransız ihtilâlini takip eden yıllarda eğitim devletin genel hizmetleri arasına alınmıştı, artık Avrupa’da ana dil ile eğitim yapılıyordu.

En yaygın eğitim kurumu olan medreselere Türkçe ve Türk tarihi ancak 1908 ihtilalinden sonra girebilmiş ve bu gecikmeye rağmen Arapça eğitimin yerine Türkçe eğitimin başlaması medreselerin gerileme sebepleri arasıda sayılmıştı. [18] 

Halk çocuklarının eğitildiği ve hemen hemen bütün mahallelerde bulunan mahalle mekteplerinde de Türk çocuklarına ana dilleri öğretilmiyordu! [19] 

Böyle bir eğitim karmaşasının, devlet işlerinin gayrı Türkler eliyle yürütülmesi gibi ciddi sonuçlar doğuracağı belliydi.

İstanbul’un fethinden beri devletin dış siyaseti Divan-ı Hümayun Tercümanı denilen Rumların elindeydi. Bu maksatla yetiştirilen Rum gençlerine Arapça, Farsça, Osmanlıca ve bir de Batı dili öğretiliyordu. [20]  Enderun çöktükten sonra, koca İmparatorlukta yabancı dil bilen Türklerin bulunmayışı daha doğrusu devleti kuran ırkın tamamen ihmal edilmiş olması sebebiyle hariciye hemen hemen tamamen gayrimüslimlerin eline geçti. Hariciye nazırları ecnebilerle görüşmelerini genellikle Rum tercümanlar vasıtasıyla yapmak zorunda kaldılar ki bu durumun devletin başına sayısız belâlar açtığı malumdur.

Divan-ı Hümayun da denilen Bab-ı Âli tercümanları 1453’ten beri Fener Rum Mektebi’nde yetiştiriliyordu. Fakat 1820’de Rum ihtilali patlak verince, Rum tercümanlar Bab-ı Âli’den kovulmuş, ama bu kez yerlerine yabancı dil bilen Yahudi dönmeleri yerleştirilmişti. [21]  Sora memurlara yabancı dil genellikle de Fransızca öğretmek için Bab-ı Âli Tercüme Odası açıldı. İlk Müslüman Bab-ı Ali mütercimi Ahmet Vefik Paşa’nın babası Yahya Efendi’dir ki o da bir dönmeydi. [22] 

Bu acı tabloya rağmen 1832’de Avrupa’ya gönderilen 150 gençten biri dahi Türk soyunun evlâdı değildi! Kim bilir belki de Hıristiyanların devletten kopmasını önlemek için onlara rüşvet verilmiş veya düvel-i muazzamaya şirinlik muskası takılmıştı.

Tanzimat’tan sora, Osmanlılık idealini benimsetmek için açılan okullara Türklerle beraber gayri Müslimler de alınınca, zaten Türkler aleyhine olan tablo büsbütün azınlıklar lehine döndü. Bir örnek vermek gerekirse 1879’da eğitime açılan Eczacılık Okulu’nun 1899’da 206 öğrencisi vardı. Bu öğrencilerin 124’ü Hıristiyan, 52’si Müslüman, 30’u Musevi idi.

Bu yıllarda İstanbul'da bulunan 252 eczahânenin ise yalnız 7’si Müslümanlara aitti. Hıristiyanların 230, Musevilerin de 15 eczahâneleri vardı. [23] 

Okul sayısında tablo çok daha vahimdi:

1898’de Edirne’de 29 resmi okula mukabil 50 azınlık, 2 de yabancı okul bulunuyordu. Ankara’da 20 resmi okul, 21 azınlık okulu vardı. Azınlıkların Selanik’teki 51 okuluna mukabil devlet 18, yabancılar da 7 okula sahiptiler. Konya’da devletin 30, azınlıkların 43 okulu vardı. Yanya’da 12 resmi okula mukabil azınlıkların 79 okulu bulunuyordu.

1898 yılında 485 resmi okulda 34 bin 801 öğrenci eğitim görürken, 667 azınlık okulunda 73 bin 255, 98 yabancı okulda da 10 bin öğrenci Türkiye’ye karşı şartlandırılıyordu.

Bu rakamlar bile İmparatorluğun çöküşünü ifade ettiği halde 20. asrın başlarında durum tamamen aleyhimize döndü. I. Dünya Savaşı öncesinde ülkemizdeki Amerikan okulları sayısı 587’ye yükseldi. Bu okulların 7’si üniversite, 43’ü yüksek okul, 417’si de orta dereceli okuldur. Ahmet Ağaoğlu, Hak Gazetesi’ndeki yazısında 1912 yılı için Osmanlı topraklarında yabancıların 10’u yüksek, 46’sı idadi, 1450’si de ibtidai olmak üzere toplam 1506 okula sahip olduklarını bildirmektedir. Toplam azınlık okullarının sayısı ise 10 bin kadardır! [24] 

b) Saraydan açılan Ateş:

Kendilerinden başka hiçbir milletin ulaşamadığı kıtalara asırlarca hükmeden Türkler, Uluğ Türkistan’ın Taşkent, Semerkant, Buhara, Kaşgar gibi medeniyet merkezlerinin dışında, Hindistan, İran, Mısır, Irak, Anadolu, Kafkasya, Kırım ve Osmanlı Avrupası’nda büyük mûsikî ekolleri kurmuşlardı. İstanbul en önemli medeniyet merkezi olduğu gibi, en önemli mûsikî ekolü de İstanbul’da oluşmuştu. Öylesine ki, İstanbul’da peş peşe yetişen dünya çapındaki mûsikî dehaları, Batı’nın önünde saygıyla eğildiği Mozart, Beethoven, Verdi, Çaykovski gibi bestekârları dahi tesiri altına almıştı.

Önce davulu ve kösleriyle Avrupa’yı asırlar boyunca büyüleyen Mehter’in bir kısım vurma sazları Batı’nın bandoları tarafından iktibas edildi. Sonra Beethoven (1770-1827) ve Mozart (1756-1791) Türk ruhunda kopan fırtınalardan, Türk’ün aşkından, öfkesinden, duygularından bihaber oldukları halde Türk mûsikîsini taklide yeltendiler.

Bunu Fransız asıllı Belçikalı Gretry (1742-1813), Fransız Boieldien (1775-1899), İtalyan Rossini (1792-1848), Johan Strauss 11825-1899) Fransız Bizet (1838-1875), İtalyan Verdi (1813-1901) Rus Çaykovski (1840-1893) gibi Batı propagandasının bütün dünyaya kabul ettirdiği kompozitörler takip etti.

Türk makam ve nağmeleri yukarıda zikrettiklerimizden başka daha birçok bestekârın eserlerine girdi. Beethoven’in Türk Marşı, Mozart’ın Saraydan Kız Kaçırma, Boieldieu’nun Bağdat Halifesi adındaki operaları ile Johan Strauss’un Binbir Gece ve Nil Dalgaları adındaki valsleri böyle meydana geldi. Aynı tesiri, Fretry’nin Kahire Kervanı, Bendi’nin Leyla, Henri Rabaud’in Eskici Maruf, Haendel’in Timur operaları ile Arensky’nin Mısır Gecesi Balesi’nde de görmek mümkündür. Samson Dalila Operası’nın III. Perdesinin bir bölümünün Nev Eser makamında olduğunu hatırlarsak [25]  Türk mûsikîsin Batı’nın devlerini ne denli etkilediği konusunda bir fikir vermiş olabiliriz.

Birçok Hıristiyan Osmanlı tebasını, hâlâ sevilerek okunan eserler besteleyecek kadar tesiri altına alan Türk mûsikîsi, siyasi sebeplerle Türkiye’ye sığınanları da büyülemiştir. Sonradan Müslüman olup Ali Ufkî adını alan Leh mültecisi Alberto Bobevio, Bobowsky (1610-1675) bu konuda bir örnek olarak verilebilir.

Muhayyer peşrev, Neva peşrev, Bayatî yürük semaî, Muhayyer, Hüseynî vs. makamlarında eserleri de bulunan Ali Ufkî Bey, yüzlerce saz ve söz eserini toplayarak Türk mûsikîsi eserlerini unutulmaktan kurtarmıştır. Meşhur Mecmua-i Saz-ü Söz adlı kitap ona aittir. Türk mûsikîsi, Batıyı en fazla etkilediği dönemde maalesef Türk kültürü ile pek ilgili olduğunu söyleyemeyeceğimiz Saray’ın hücumuna uğramıştır!

Evet!

Türk mûsikîsine en ağır darbe, kendisi de bir bestekâr olan ve ney üfleyip tambur çalan Sultan II. Mahmut’tan geldi. Oysa, çoğu III. Selim çağında [26]  yetişen deha sahibi bestekârlarla, onların talebeleri Sultan Mahmut’un huzurunda küme fasılları icra ediyorlardı. Hammamizâde İsmail Dede Efendi, Şakir Ağa, Çilingirzâde Ahmet Ağa, Suyolcuzâde Salih Efendi, Kömürciizâde Hafız Mahmut Efendi, Basmacı Abdi Efendi, gibi hanendelerin, Kazasker Mustafa İzzet Efendi ve Sait Efendi gibi neyzenlerin, Rıza Efendi, Ali Ağa, Şakir Ağa’nın kardeşi Mustafa Efendi gibi kemanilerin ve Numan Ağa, Zeki Mehmet Ağa, Arif Ağa, Necip Ağa gibi tanburîlerin fasıl icra ettikleri Osmanlı Sarayı’ndan Frenk havaları yükselmeye başladı.

Avrupa’dan virtiozler ve opera topluluklarını getirtip dinleyen Sultan II. Mahmut, artık gittiği yere müezzinlerle beraber bandocuları da götürüyordu! [27] 

Dipçe:
 [1]  A. Adnan Adıvar, Osmanlı Türklerinde İlim, İstanbul 1970, s: 16.
 [2]  A. Adnan Adıvar, age, s: 55.
 [3] Nafi Atuf, Türkiye Maarif Tarihi, c. 1, İstanbul 1931, s: 2.
 [4]  İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti’nin İlmiye Teşkilâtı, Ankara 1984, s: 20.
 [5]  İsmail Hami Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, İstanbul 1971, c: 2, s: 37.
 [6]  Yılmaz Öztuna, Türkiye Tarihi, c: 5, İstanbul 1964, s: 40.
 [7]  Sait Başer, Yahya Kemal’de Türk Müslümanlığı, İstanbul 1998, s: 39.
 [8]  Süheyl Ünver, İstanbul Rasathânesi, İstanbul 1969, s: 52.
 [9]  Şerif Mardin, Jöntürklerin Siyasi Fikirleri, İstanbul 1995, s: 250.
 [10]  Cahit Baltacı, 15-16. Asırlarda Osmanlı Medreseleri, İstanbul 1976, s: 68.
 [11]  Sait Başer, age, s: 39.
 [12]  Osman Ergin, Türkiye Maarif Tarihi, c. 1 -2, İstanbul, s: 148.
 [13]  Sadrettin Celal Antel, Tanzimat Maarifi, Tanzimat-I’den ayrı basım İstanbul 1940, s: 20,21.
 [14]  Osman Ergin, age, c. I-II, s: 155.
 [15]  Nafi Atuf, age, c. I, s: 29.
 [16]  Faik Reşit Unat, Türkiye’de Eğitim Sisteminin Geliştirilmesi Tarihine Bir Bakış, Ankara 1964, s: 5.
 [17]  Osman Nuri Ergin, age, c. I-II, s: 581.
 [18]  Faik Reşit Unat, age, s: 3.
 [19]  Osman Ergin, age, e. I-II, s: 82.
 [20]  Osman Ergin, age, c. I-II, s: 334.
 [21]  1658’de Polonya ve Ukrayna’da başlayan ve yüzbinlerce Yahudi’nin katledilmesiyle sonuçlanan soykırımın ardından 1665 olayları yaşandı. Bu durum Yahudileri büyük bir yeise sürükledi. 1626’de İzmir’de doğan Sabetay Sevi Yahudi hayâl gücüne dayanan mistik bir felsefî inancı savunuyor ve beklenen mehdi olduğunu söylüyordu. Çok geçmeden ona inananlarla Yahudiler arasında ciddi ihtilaflar çıktı. Konu Padişaha intikal etti. Sabetay Sevi, mehdi olduğunu ispatlayamayınca canını kurtarmak için Müslüman oldu. Aziz Mehmed adını aldı, ona inananlar tekrar Yahudiliğe döndüler. Fakat iki yüz kadar aile Sabetay Sevi’nin dinine inanmaya devam etti. Onlardan biri olan İlgaz Zorlu “Sabetaycılık, Müslüman görünmekle beraber gizli olarak Yahudiliğin devam ettirilmesidir,” diyor. 1924 Ahali mübadelesinde 20 bin kişilik Sabetaist, Selanik ve Arnavutluk’tan Türkiye’ye geldiği için onlara “Selanik dönmeleri” de denmektedir. “Ben Selanikliyim, Sabetaistim, nüfus cüzdanıma İslâm deyimini yazdırmayacağım,” diyen Ilgaz Zorlu’nun tahminlerine göre Türkiye’de 100 bin kadar dönme bulunmaktadır.
 [22]  Sadrettin Celal Antel, age, s: 8.
 [23]  Osman Ergin, age, c. I-II, s: 657.
 [24]  Konu ile ilgilenenler Osmanlı’dan Günümüze Misyoner Faaliyetleri, Okullar, Kiliseler, Yardım Kuruluşları isimli eserimize bakabilirler.
 [25]  Yılmaz Öztuna, Türk Mûsikîsi, Teknik ve Tarih, İstanbul 1987, s: 53.
 [26]  Kendisi de deha sahibi bir bestekâr olan Sultan III. Selim, Suzidilâra makamını da bulmuştur. Suzidilâra III. Selim’in sevgili kızının adıdır.
 [27] Bülent Aksoy, Tanzimat’tan Cumhuriyete Mûsikî ve Batılılaşma, TCTA, c: 5, İstanbul 1985, s: 1217.

Resim

Necdet SEVİNÇ, “Osmanlı’nın Yükselişi ve Çöküşü”, s. 403-410
“Efendiler, aziz milletime şunu tavsiye ederim ki, bağrında yetiştirerek başının üstüne kadar çıkaracağı adamların kanındaki, vicdanındaki aslî cevheri çok iyi tahlil etmek dikkatinden bir an feragat etmesin”
Kullanıcı küçük betizi
Balasagun
Genel Yetkili
Genel Yetkili
 
İletiler: 3523
Kayıt: Cum Eki 17, 2008 13:18

Şu dizine dön: Necdet SEVİNÇ

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 0 konuk

x