Mshari Al-Zaydi

Bu, en yakın öngörü. ASAM'dan Ortadoğu Uzmanı Serkan Taflıoğlu'nun açıklamasına göre Türkiye'nin Ortadoğu dosyalarıyla ilgili sıcak girişimleri, Ortadoğu'daki gelişmelerin önümüzdeki iki ya da üç yılda, büyük ölçüde ABD-İran arasındaki ilişkilerin niteliğine dayanacağına dair inancından ileri geliyor. Taflıoğlu'na göre Türkiye'nin bu konulara girmesi, Ankara'nın, konumuna ve çıkarlarına uygun olarak, bölgedeki rolünü yerine getirmek istemesinden kaynaklanıyor.
Hikâye, Erdoğan'ın Gazze'de kanayan çocukları görmesinden sonra gelişmedi, zira siyasi hareketleri yönlendiren tek şey insani duygular değildir. Türkiye şu anda, uzun bir ayrılıktan sonra, Osmanlı'nın arka bahçesine dönüyor. Bunu da bazı saf İslami siyasi partilerin düşündüğü gibi, Osmanlı geçmişini yeniden canlandırmak için değil, kendine bölgede, ekonomik ve siyasi ağırlığına uygun olacak etkin bir varlık sağlamak için yapıyor.
İran, Humeyni devriminden sonra Arap diyarına erken giriş yaptı. Bu devrim, Humeyni devletinin Irak'taki Baas rejimiyle savaşı dolayısıyla bir süre durulmuş, sonra Arap dosyalarına, Filistin ve Lübnan'daki meselelere ısrarla ve bütün açıklığıyla geri dönüş yapmıştı. Öyle ki İran, bölgedeki başoyuncu olmuştu. Arapların çoğunluğu ise İran'ın kurnazlığıyla ve siyasi maharetiyle başa çıkmaktan âciz.
Türkiye, İran'ın Irak'a yaptığı bu erken girişin sağladığı kazançların farkında. Yani İran'ın cesareti ve Irak dosyasına yaptığı giriş, Amerikalıları ve Arapları, İran'ın rolünü kabullenmek zorunda bıraktı. İran, Lübnan ve Filistin'de de aynı şekilde devam etti ve işte bugün gördüğümüz sonuca ulaştı: Hizbullah'ın Lübnan'da dolaylı iktidarı. Filistin'de de Lübnan'dakine benzer bir durum yaşanıyor ki İran'ın Körfez'de, Yemen'de veya Kuzey Afrika'da uyuyan dosyalarından henüz haberimiz yok.
Oyun, İran'ın hoşuna gitti ve tam da Bush'tan farklı olduğunu iddia eden yeni ABD yönetiminin iktidarı devraldığı sırada, Lübnan ve Filistin'deki eski siyasi yatırımlarını harekete geçirme kararı aldı.
Türkiye'nin de tıpkı İran gibi bölgemizde bir imparatorluk geçmişi var; Osmanlı Türkiye'sinin nüfuzuna tek rakip Safevi İran idi. Osmanlılarla Safeviler arasında ne korkunç savaşlar yaşanmıştı. Hatta bu karşılaşmalardan birinin sahnesi Irak idi. Irak, kimi zaman Acem şahının eline, kimi zamansa Osmanlı padişahının eline geçiyordu. Sünni ve Şiiler arasında bugüne kadar ulaşan sert tonlu hicivler de o dönemin kavgalarının ürünü. Sünni-Şii, Safevi-Osmanlı, Türkiye-İran... Ne şekilde adlandırırsan adlandır, bütün bu karşılaşmalarda Araplar başrolde değildi.
Şu anda dikkati çekense Arap kamuoyunun Erdoğan'a tuttuğu alkış. Bu alkışları teşvik edense kardeşlik edebiyatından söz edenler. Bu alkışlar, Arap kamuoyu, Erdoğan'ın Osmanlı'nın torunu olduğunu söylediğini hatırladığında artıyor. Sonra yaralı hayal gücü, bu kelimelerle hayallere dalıyor ve Fatih Sultan Mehmed'i Tel Aviv'in kapılarında görüyor, Osmanlı halifesinin döndüğünü, Tayyip Erdoğan'ın Türkleri uykudan uyandırdığını ve Osmanlı bayraklarının geri döndüğünü hayal ediyor. Arap ülkelerinin onur yaralılarının, yaralarını tedavi ettiği bütün bu hayaller, NATO üyesi Türk Devletinin hedeflerini ifade etmiyor tabii ki. Katı laik Anayasa'nın sıkıca sardığı laik devletin generalleri, kendilerini Kemalist yapının şövalyeleri olarak görüyor.
Davos'taki hareketinden sonra yeni Osmanlı Halifesi Erdoğan'a gelen alkışlar çoğaldı. Erdoğan, oturumdan büyük bir hiddetle ayrıldı ve İstanbul'a bir fatih edasıyla döndü. Aslında bu alkışla, "bezginleşmiş" Arapları kızdırmak ve onları, Erdoğan'ın yaptığı gibi "gerçekçi bir tutum" sergilemeye itmek amaçlanıyor.
Aslında Erdoğan, siyaset bankasında bozdurulabilecek gerçek bir tavır takınmadı. O, sokakta bozdurulabilecek popüler bir tutum sergiledi. Gerçek tutum, siyasi, askerî, güvenlik alanlarında elde edilen kazançlardır ve müzâkerelere gidecek anlaşmalara bunlar zemin hazırlar. Bu türden bir şey, hâlihazırda Kahire'de Hamas ile İsrail arasında yapılıyor. Hatta sonunda Mısır'ın himayesinde bir Filistin uzlaşmasına bile gidilebilir.
Suriye'yi de hatırlatalım: Cumhurbaşkanı Beşşar Esad'ın el Manar televizyonuna verdiği demeç dikkat çekiciydi. Kuveyt Zirvesinden sonra yapılan bu açıklamada dikkati çeken, Suriye-Türkiye ilişkilerine işaret edilmesi ve bu ilişkinin, Suriye-İran ilişkilerinden daha az önemli olmadığının altının çizilmesiydi.
Şu anda bölgede yarı objektif bir ittifakla karşı karşıyayız ve bu ittifak, Suriye dışında bütün Arap ülkelerinin hesabına olacak bir ittifak. Bu "yarı objektif" ittifak; İran, Suriye, Türkiye ve İsrail'den oluşuyor. Zaten savaşı ve barışı tekellerine almak için uğraşanlar da bu ülkeler. İran, konumunu pekiştirmenin yanı sıra Amerika'yı, uluslararası toplumu ve bölge Araplarını, nüfuzundan taviz vermeye zorlamamaları için uğraşıyor; geç uyanan Türkiye, bu güçler kavgasına dahil olmaya çalışıyor; İsrail, herzaman olduğu gibi bölgedeki güç üstünlüğünü korumaya; Suriye ise, artık telef olmuş Arap gemisini terk ederek İran veya Türkiye dağına sığınmanın, kendisini sulara gömülmüş olan bölgede boğulmaktan kurtaracağına inanıyor.
Türkiye, mezhep benzerliği, tarih ortaklığı -Osmanlı'ya özlem ki bu özlem Müslüman Kardeşler ve diğer radikal örgütler tarafından körükleniyor. Ancak bu özlem, Osmanlı'ya dair kötü hatıraları nedeniyle ulusçu akımlar ve Şam'daki Araplar arasında yer bulamıyor- nedeniyle Filistin ve Lübnan meselelerine girmeye İran'dan daha kâdir olduğunu düşünüyor. Müslüman Kardeşler, siyasi bir akım olarak varlıklarının en büyük nedeninin Türkiye'deki Osmanlı hilafetinin yok olması olduğunu söylüyor. İşte bu eskiye özlem, siyasi şeriatla ilgili hastalık, Arap devletleriyle yaşanan husumet ve İran'ın muhalif Arap devletlerine saldırması dolayısıyla Müslüman Kardeşler, Erdoğan'a abartılı methiyeler diziyor. Zira mezhep hassasiyetleri nedeniyle, Humeyni ve Ahmedinejad'ı bölgede pazarlamak konusunda başarısız kaldılar. Ancak şunu söylemekte fayda var, Türkiye İran'dan farklı ve son tahlilde köktenci bir devlet değil. Bu yüzden de Dışişleri Bakanı Ali Babacan, ülkesinin laik kimliğini hatırlatmaya dikkat etti ve Hamas'tan, Türkiye'den yardım istiyorsa, siyasi bir harekete dönüşmesini istedi. Bütün bunlar, Batı'da tekrar güven kazanmaya yönelik çabalar. Türkiye, NATO üyesi bir ülke ve İsrail ile ilişkilerini kesmeyecek. Ancak Erdoğan bunları, Türkiye'nin yeni rolünü aktif hâle getirmek için yapıyor ve bu İsrail'e zarar vermeyecek. İşte, zaten Peres de Davos'un ardından Erdoğan ile doğrudan, samimi bir konuşma yaptı ve taraflar, Türkiye ile İsrail arasındaki samimi ilişkileri tazeledi.
Erdoğan'ın Gazze'deki çocuklarla ilgili olarak söylediği insani sözlere kimsenin karşı çıktığı yok. Ancak öyle görünüyor ki bu konuşma Kürtleri, Erdoğan'dan, bu insanlıktan kendileri için de bir parça talep etmeye itti. Bundan sonra sadece tek bir hayret verici soru kalıyor, o da şu: Kurulan siyasi pazarda Arap ülkeleri nerede?
