Bir Sözlü Tarih Belgeseli
Yakın tarihimizin sosyal ve siyasi olaylarını, öteki tanıklarının anlatımıyla ekrana taşıyacak olan Öteki Tanık belgeseli Skytürkte izleyiciyle buluşuyor.
Gürkan Hacır tarafından hazırlanan belgesel dizisinin genel yönetmenliğini Yelda Cumalıoğlu üstleniyor.
Bir sözlü tarih belgeseli olan Öteki Tanık, yakın tarihimizdeki unutulmaz olaylara başka bir pencereden bakacak.
Süvari - Ömer GÜRCAN
Ömer Gürcan; 27 Haziran 1964de idam edilen, 21 Mayıs 1963 direnişinin Şövalye Ruhlu İhtilalcisi Süvari Binbaşı Fethi Gürcanın 4 çocuğundan biri.. 56 yaşında. O da bir süvari ve o da bir muhalif. 1966 yılında ODTÜ Elektrik Mühendisliği bölümüne girdi. Aynı yıl ODTÜde askeri öğrenci bursunu kazandı. Resmi üniformasını giydikten on beş gün sonra, ordu üst yönetimi tarafından, Fethi Gürcanın oğlu olduğu gerekçesi ile bursu iptal edildi. Bir yılı aşkın hukuk mücadelesinin ardından Danıştay kararıyla tekrar askeri öğrenci oldu. 12 Mart Askeri Muhtırasından sonra askeri öğrencilikten yeniden çıkarıldı. Öğrenimini sivil olarak tamamladı. 12 Eylül 1980 darbesinden sonra babasının kader arkadaşı, idam kararı Meclisten dönen Em.Ütğm. Erol Dinçerle birlikte, ordu içinde örgütlenmek iddiasıyla gözaltına alındı. Emniyette kırkbeş gün işkenceden geçirildikten sonra, sekiz ay Mamak Askeri Cezaevinde, babasının yattığı koğuşlarda yattı. Mahkeme sonucunda beraat etti. 1985 yılında yine Erol Dinçerle birlikte Ankara Emniyet Müdürlüğünün işkencehanesinde girdi. Yargılanmadan serbest bırakıldı.
Ömer GÜRCAN babası Süvari Binbaşı Fethi Gürcan'ı anlatıyor...
Fethi Gürcanın Askeri Mahkemede Verdiği Savunma

20-21 Mayıs askeri ayaklanmasına fiilen ve fikren katılmış bir sanık olarak huzura getirilmiş bulunmaktayım. Ben bu harekata evvelemirde memlekete ve millete hizmet gayesi ile katıldım. Bu fiilimde asla şahsi bir menfaat ve endişem olmamıştır. İnandığım, doğru ve faydalı telakki ettiğim bir işe karıştım. Hareket tarzımız hakkında en adil kararı tarih verecektir. Duruşmaların başladığı günden karar gününe kadar suç telakki edilen fiillerimin hesabını en küçük teferruatına kadar naklettim.
Bana isnat edilen fiilin savunmasını bir başka cepheden yapacağım. Savunmamın diğer kısımlarına avukatlarım temas edeceklerdir.
Devletin Gayesi Halkın Mutluluğunu Sağlamaktır
Biz haklılığımızın savunmasını modern devlet görüşünde bulmaktayız. Bu görüşe göre, devletin bir fonksiyonu ve bu fonksiyonu gerçekleştirmek içinde bir otoritesi vardır. Bu fonksiyonun gayesi halkın mutluluğunu sağlamaktır ve mutluluk sağlandığı müddetçe meşru bir devlet otoritesi var demektir. Yoksa bu otorite gökten inmemiştir. Diğer bir deyimle bir yanda devletin amacı halkın mutluluğunu sağlama öte yandan bu mutluluğu sağlamanın amacı da devlet otoritesidir. Bu itibarla kanunlar ve devlet müesseselerinin verdiği her türlü hukuki emirler özü itibariyle bu amaca karşı olamazlar. Aksi takdirde meşru değildirler.
Siyasi partilerin mevcudiyet sebebi de, ulusal iradenin yönünden saptırılması değil, bilakis halkın gerçek kollektif menfaatlerinin aksettirilmesidir. Aksi halde halkın egemenliğinden söz edilemez.
Biz haklılığımızı Türkiyede yukarıda kısaca belirttiğimiz genel prensiplere uyulup uyulmadığına göre iddia edeceğiz ve göstereceğiz ki, Türkiye politikasını yönetenler, parlamentosu ile ve hükümeti ile halka ve gerçek halk hakimiyetine karşıdırlar. Bizim harekatımızın meşruluğu onların hareketlerinin gayri meşruluğundan doğmaktadır.
Türkiyede devlet idaresinin meşru olup olmadığını ortaya koyabilmek için halkın, onun ihtiyaçlarının karşılanıp karşılanmadığını anlamak gerekir. Bunu yurdumuzda sosyal dengenin nisbi de olsa bulunup bulunmadığından çıkarabiliriz.
Çevremize bakalım. Aslında bir birinden müstakil olmayan alanların, ekonomi, politika, eğitim, askerlik, din ve ahlak dallarından, hangisinde büyük çatışmalar yoktur.
Bu sahalarda meselelerin çözümlendiği nispeten sosyal huzur sağlandığı görülmekte midir? Buradan çıkaracağımız sonuç halk ihtiyaçlarının geniş ölçüde ortaya çıktığı, devletin bunları uzlaştırıcı bir fonksiyon yerine, aksine uyuşturucu bir tutumda bulunduğudur.
Devlet otoritesinin meşruluğu, Halk yararına davranışındadır demiştik. Yani diğer bir ifade ile otorite devlet davranışlarının ancak halkın gerçek iradesine uyulduğu nispetinde meşrudur ve halk yararınadır.
Öyleyse bütün mesele gerçek halk iradesinin tecellisidir. Halkın ve toplumun çıkarına ve demokrasiye karşı tutum söz konusu ise yukarıdaki mantığa göre irade saptırılmış, yanlış yollara sevk edilmiş demektir.
Acaba, Türkiyede milli irade ulusun ve yurdun çıkarlarına uygun bir şekilde tecelli etmiş midir, yahut ettirilmiş midir?
Bunun için devlet iradesinin işleyişine önce anayasadan bazı prensipleri tekrarlayarak, sonra da olayları ampirik açıdan ele alarak bakalım.
Türk Halkının kaderi tarih boyunca aldatılmışlığın bir serüvenidir. Tanzimat da hayatı değiştirmedi, Birinci Meşrutiyet onun dışında bir hareketti. İkinci Meşrutiyet çilelerine yeni acılar ekledi. Bütün bunlardan sonra Kurtuluş Savaşı, Türk milletinin bağımsızlık azminin şuurlu şahlanışı ve Atatürk devri, halkın kendi kişiliğini idrake hazırlayış yılları idi. Bunu halkın yeniden aldatılışı olan çok partili devir takip etti.
27 Mayısı Hazırlayan Sebepler Halen Mevcuttur:
27 Mayıs sonrasını ise burada konuşuyoruz. Bir mukayeseye geçelim. Hükümet Başkanının adalete baskı addedilebilecek bir sorumsuzluk ve pervasızlıkla, en şerefsiz diye adlandırdığı 20-21 Mayıs hareketi ile 27 Mayıs hareketini karşılaştıralım. 27 Mayıs hareketi meşruluğunu, halk iradesinin tecellisine engel olan Anayasa dışı davranışlara karşı oluşundan almaktaydı. Bu hareketin açtığı devrin meşruluğu ise, o engellerin yıkılıp yıkılmadığındadır.
27 Mayıs hareketi, aslında, belirli bir statükonun tayin ettiği sosyal sisteme karşı mıdır, yoksa o statükoyu kabul edip, sadece o statüko içinde Anayasa dışı hareketlerde bulunduğu kabul edilen bir kaç kişiye mi karşıdır. Eğer statükoya karşı değilse, milli iradenin gerçekleşmesine sadece birkaç kişinin engel olduğu faraziyesine dayanmaktadır. Bu çok sübjektif, iptidai, ilim dışı ve romantik bir hükümdür. Gerçekte kişilerin hareketleri büyük ölçüde statüko tarafından tayin edilir. Aslında 27 Mayıs öncesinde milli iradeyi saptırdığı sanılan şahısların hareketleri sebep değil neticedir. Şu halde 27 Mayıs ve ondan sonrası, bu gibi şahısların çıkmasına mani olacak değişiklikleri ve devrimleri acaba getirebilmiş midir. Bunlar yapılmadığı müddetçe 27 Mayısı hazırlayan sebepler halen mevcut demektir ve gerçekte halkın iradesinin tecellisine imkan bırakılmamaktadır. O manilerin kalkması kişileri yok etmek ya da ağızlarını tıkamakla değil zinde kuvvetlerin köklü reform diye oy birliğine vardığı statükoyu değiştirici devrimlerin, reformların yapılmasına bağlıdır. Bu reformlar gerçekleştirilmemiş, yani halkın gerçek iradesi ile devletin tutumu arasında ayniyet kurulamamışsa 27 Mayıs öncesi için ileri sürülen meşruiyetsizlik iddiaları bugün de temelde aynı değeri taşıyor demektir. Bir diğer ifade ile hadiseleri 27 Mayısa götüren ruh bugün de daha yaygın daha şuurlu olarak yaşamaktadır.
Biz Anayasayı ihlal, ilga, tağyir ve TBMM'yi ıskat ve vazifesini men'e teşebbüs etmekle itham ediliyoruz. Şimdi gerçeği biz anlatalım. Görülecektir ki itham edilmesi gerekenler biz değil, aksine parlamento ve başkanı ile birlikte onun sorumlu hükümetleridir.
Anayasaya bir göz atalım. 2nci maddede söyledim. Türkiye Cumhuriyeti insan haklarına başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan milli, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir. Buradaki demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti deyimi anayasa gerekçesinde açıklanmaya değer. 27 Mayıs öncesinin sosyal ve ekonomik tasarruflara karşı haykırışını dile getiren 2nci maddesinin gerekçesini okuyalım:
Siyasi hayatının demokratik olabilmesi için iktidarın karşısında halkın fikrini, reaksiyonlarını, umumi efkara açıklayacak, ortaya çıkaracak, kanalize edecek, vasıta ve müesseselerin üzerinde siyasal iktidarların baskısı, vesayeti veya tekelinin olmamasıdır. Bu fasıldaki siyasi haklar önce siyasi iktidarı halkın serbest rızasına, halkın muvafakatine dayanmaktadır. Siyasi haklar bu suretle kişi hakları bölümünde zikrolunan haklarla birlikte Türkiyedeki siyasi rejimin kaynağına halktan alan bir umumi efkar rejimi haline getirmektedir.
Çağımızın karmaşık sosyal iktisadi dünyası içinde daha fazla hürriyet ise, iktisadi ve sosyal bakımdan zayıf olan kişileri, grupları korumak, bunların maddi ve manevi varlıklarını geliştirme şartlarını hazırlama ve bunlara klasik kişi hak ve hürriyetleri yanında iktisadi ve sosyal haklar tanımakta kabildir.
Zamanımızın demokratik devleti bu öneme sahiptir. Devlet hayatı içinde bu himayenin ve hizmetlerin sağlamasını bu alandaki engellerin kaldırılmasını istemek de sosyal haktır. Türkiye de çağdaş bir demokrasinin gerçeklerini yerine getirmek bu yolda yürümek zorundadır. Çünkü tasarı kişinin sadece hürriyeti için değil sosyete içinde bir iktisadi ünite olarak varlığını devam ettirmeye hakkı olduğunu kabul etmektedir. Tasarı bu fasılda tanıdığı ve sağladığı iktisadi ve sosyal haklarla sosyal adaleti gerçekleştirme amacı gütmüştür. İnsana israf olunmaktan mani olunacak şartlar içinde görmek hakkı tanınmıştır. Fakat yine zamanımızın bir gereği ve gerçeği olarak iktisaden az gelişmiş memleket olan Türkiye bakımından bir zaruretle karşılaşılmaktadır. Yüzyılların ihmali sonucu gelişmemiş olan sosyal ve iktisadi yapımızı kalkındırma... bu da iktisadi, sosyal, kültürel kalkınma yolu ile devlete bir ödev olarak yüklenmiştir. Devlet bu geniş kalkınma politikasını milli tasarrufu arttırmak ve yatırımları toplum yararının gerektirdiği önceliklere yöneltmek sureti ile planlamak zorundadır. ferdi mülkiyet, özel teşebbüs ve aile gibi esasları toplumsal değeri içinde düzenlemiştir Anayasa tasarısının 2nci maddesinin gerekçesinde Türkiye Cumhuriyetinin vasıfları dört prensip içerisinde ifade edilmiştir:
1- Türkiye demokratik bir Cumhuriyettir. Halk idaresi ve hak idaresine dayanır.
2- Türkiye Cumhuriyeti laiktir.
3- Türkiye Cumhuriyeti hürriyetçidir, insan hak ve hürriyetlerine dayatılır.
4- Türkiye Cumhuriyeti Sosyal bir devlettir. Sosyal Devlet fertlere yalnız klasik hürriyetleri sağlamakla yetinmeyip aynı zamanda onların insan gibi yaşamaları için maddi ihtiyaçlarını karşılamalarını da vazife edinen bir devlettir.
Her sınıf halk tabakaları için refah sağlamayı kendisine vazife edinen zamanımızın devleti iktisaden zayıf olan kişileri bilhassa işleri bakımından başkalarına tabi olan işçi ve müstahdemleri her türlü dar gelirlileri ve yoksul kimseleri himaye edecektir.
Bu suretle hem insan şahsiyetine hürmet etmek vazifesini yerine getirecek klasik hürriyetlerin gerçeklerle alay eden bir mahiyet almasına izni olacak hem de geniş halk tabakalarının refaha kavuşması sayesinde toplum hayatı için daha verimli olmaları hedefine ulaşılacaktır. Gerçekten maddi maliye iktisadi imkanlarından yaşama için zaruri olan gelir kaynaklarından ve o varlıktan mahrum olan halk tabakaları için klasik hürriyetler yalnız kağıt üstünde parlak fakat boş laflardan başka bir değere sahip olamaz.
Anayasa gerekçesinin yukarıda sözü geçen birkaç paragrafı ve bunlara göre yazılmış maddelerin modern devletin görevlerini ve aynı zamanda uyması gerektiği kaideleri açık olarak saymıştır.
Peki bu maddeler niçin konmuştur? 27 Mayıs öncesinde klasik hürriyetlerin kifayetsizliği idrak edilmiş ve bunların yanında ayrıca sosyal ve iktisadi hak ve hürriyetlerin de gerçekleştirilmesi zaruretine ve modern devlet kavramına uyabilmek için bu maddeler konulmuştur. Anayasanın gerek gerekçesinde ve gerek kendisinde bu ve benzeri maddelere rastlanabilir. Yeri geldikçe bazılarını söz konusu edeceğiz.
Anayasayı Gerçekten Kimler İhlal Ediyor?
Şimdi biz eski rejim devrini bir yana bırakıp 27 Mayıstan beri fiili rejimin, Anayasanın yukarıdaki maddelerinin zaman bahanesi ile savsaklanması, ya da yok sayılması, halkın anlamayacağı kanısı ile kamu oyuna maksatlı olarak yanlış aksettirilmeye nasıl cüretle gidildiğini göstermeye çalışalım. Bu bakımdan biz, karşısına getirildiğimiz bu mahkemeye memleketi temel maddeleri ile birlikte bir Anayasa Mahkemesi ve Anayasayı gerçekte kimin ihlal, tadil veya tağyir ettiğinin anlaşılmasının ve gerçek hükümlülerinin karara bağlanmasının bir mahkemesi olarak görmekteyiz. Sayın Mahkemenin karşısına gelmeleri icap edenlerin şu anda burada bulunanların olmaması icap ettiğini ispat edeceğiz.
Ulusal irade adı altında iradenin tahakkuna mani olanlar, Parlamento ve Partiler, Devrimleri ve Atatürkçü gelişimi kendi menfaatleri karşısında gören, menfaat gruplarıdır
Bu bakımdan ulusal irade adı altında iradenin tahakkuna kimin mani olmakla gayri meşru hale geldiğinin tarihi tespiti bu mahkeme huzurunda yapılacaktır. Gerçekten amme efkarı ne gibi vasıtalarla saptırılır, aldatılır ya da Avrupa basınında Türkiye hakkında kullanılan bir ifade ile uyutulur. Bunlar yurdun bugünkü ve yarınki yüksek menfaatlerine karşı tutumları ile:
a) Parlamento
b) Partiler
c) Devrimleri ve Atatürkçü gelişimi kendi menfaatleri karşısında gören menfaat gruplarıdır.
a) Parlamento
15 Ekim seçimlerinden sonra Anayasanın amir bulunduğu sosyal ve ekonomik engelleri kaldırmak, milli iradenin yollarını açmak ve onu sözden gerçek hale getirmek yerine, ödeneklerini arttırmak çabası içinde teşrii vazifeye başlamıştır. Yine eski borçların tecili hususunda Gürsel'in vetosuna rağmen ısrar edişleri milletçe esefle takip edilmiştir. Parlamentonun bu tutumu halkın yararına ve iradesine uygun değil, hatta tamamen aykırı idi.
Bunlar gerçekten milli iradenin temsilcileri iseler, cumhurbaşkanı seçimi ve hükümetlerin kuruluşunda İnönü'nün başkanlığının cebre varan ısrarla sağlanması gayretleri karşısında nasıl muvafakat etmişlerdir ve bunu nasıl millet temsilciliği ile bağdaştırmışlardır.
Parlamento, anayasanın emrettiği reformların yapılması ve ilkelerinin gerçekleştirilmesi görevlerini yapmakta anayasanın devrimci ruh ve niteliğinden yoksun kalmıştır. Meclisin devamı, toplanma ve çalışma tarzı bu gerçeği ortaya koymaya kafidir.
Buraya, mevcut sistemin nimetlerinden en çok faydalanmasına rağmen Başbakanın seviyesiz sözcüsü ve damadının dergisi Akisin 20 Nisan 1963 tarihli parlamentoya karşı en ağır ithamlarda bulunan nüshasındaki bir parçayı sunuyoruz:
Bir gün bu parlamentonun bazı mensupları bir hareket olur da memleketi felakete götürürlerse, mutlaka demokrasiye sahip çıkmamak suçuyla yargılanmak ve cezaların en ağırına, amma en ağırına maruz bırakılmalıdırlar diye başlayan yazı şöyle devam etmektedir:
Bu milletvekilleri sıkıştıklarında; Memlekette demokrasi düşmanları var! Memlekette dikta idaresi var! diye haykıran milletvekilleridir. Hiç fütur duymadan, bazılarının yüzleri kızarmadan ..
Halbuki demokrasinin bir numaralı düşmanı kendileridir ve kendilerine hiçbir müeyyide tatbik etmeyen, o canlarından çok sevdikleri paralarını kesmeyen, o milletvekilliği sıfatlarını kaldırmayan görevini ciddiye almayan, görevini yapmayan Başkandır, Başkanlık Divanı İdarecileridir.
Eğer demokrasinin böyle yürüyeceği, eğer demokrasinin böyle itibar bulacağı bugünkü bir şahsın tarihi omuzları üstünde yükselen binanın, ondan sonra da, böyle ayakta kalacağı hayal ediliyorsa, feci şekilde aldanıldığını Türkiyenin bütün damlarının üstüne çıkıp, haykırmak lazımdır. O bina mutlaka onun temelini kemirenlerin başına yıkılacaktır. Türk Milleti ondan kurtulmasını, onu bertaraf edip şimdiki yolda yürümeyi mutlaka bilecektir. Ve bunun usulü, çaresi kabul ettiğimiz Anayasada yazılıdır.
Yazıklar olsun gelmeyenlere, yazıklar olsun en ufak ciddiyetten mahrum bulunanlara, haram olsun kendilerine ve yedi sülalelerine. Bu fakir milletin cebinden aldıkları, bu fakir milletin ahı mutlaka kendilerini tutacaktır. Parlamentonun işte bu işlemezliği ve çalışmazlığı yüzündendir ki bugün dahi gündeminde 180 madde birikmiş bulunmaktadır. Çünkü Parlamento ulusun ve yurdun bugünkü ve yarınki menfaatleri ile ilgili kararlar alacakları yerde kişisel ve küçük çıkarların çözümü peşinde koşan tipteki politikacıların kulisi haline gelmiştir.
Parlamentonun ve Partilerin reformlar ve plan hakkındaki tutumları, aldıkları kararları, onların kimden yana olduklarının tarihsel belgeleri olarak kalacaklardır.
Buna sonra temas edeceğiz. Halk adına halk için politik kararların alınacağı meclisin üstünlüğü cumhurbaşkanı ve başbakan seçimi, çalışmaz ve işlemez görülen meclisin sık sık ordu ile tehdit edilmesi, gerçekte meclise ciddi hiçbir reformcu teklifle gelmemiş olan hükümetin, meclise karşı kişisel tahakkümü değil de nedir? Bu tehditleri savuranların halk adına haklı olabilmeleri, halka gerçekten yararlı tasarılarla meclisi çalışmaya zorlamaları halinde kabul edilebilirdi. Meclisi, ordu ile tehdit edip parlamentoda hakimiyet kurmak çabasında olanlar, aslında kişisel tahakkümleri peşinde koşan demagoglardan başka bir şey değildir.
Bunun bir misalini yine mahut Akisin 21 Mayıstan önceki 27 Nisan 1963 tarihli nüshasındaki Ordunun temayülü adlı yazıda bulmak mümkündür.
İnönünün memleketi hem parlamento hem de orduyla birlikte idare ettiğini görmemek için kör olmak lazımdır. Bunun anlamı nedir? Böyle bir durum varsa anayasaya karşı mıdır, değil midir? İnönü meclis ve orduyu nasıl idare eder ve bu dış basının dahi Başbakanın temsilcisi olarak kabul ettiği, bu dergide nasıl yazılır?
Önceden bunların cevabı verilmeden biz buraya getirilemeyiz, ya da karşınıza onlarla birlikte oturtuluruz.
Garip olan, Türkiyede demokrasiye karşı bulunanların da demokrasiden bahsetmeleridir.
b) Partiler
Elbette partiler, demokratik hayatın kaçınılmaz unsurlarıdır. Kaçınılmaz bir husus da partilerin, oyları aldıkları kitlenin iradesiyle aynı yönde hareket etmeleridir. Başka bir ifade ile, partilerle temsil ettiklerini iddia ettikleri halk iradeleri arasında politik hayatın her kademesinde görünen (Parlamento dahil) bir ayniyet bulunmasıdır. Bu ayniyet olmayınca meşruluk kendiliğinden ortadan kalkmakta, Türkiyede gördüğümüz aldatma ve uyutma başlamaktadır. Böylece ulusal irade katledilmektedir.
Hem bu ayniyetten bahsedilip hem de şef hakimiyeti hüküm sürüyorsa (bunun misalini sayın yargıçlar hatırlarlar.) halkla parlamento arasında ayniyet nasıl olacaktır? Garip olan, Türkiyede demokrasiye karşı bulunanların da demokrasiden bahsetmeleridir.
Acaba sayın yargıçlar, böyle bir ayniyetin sosyal gruplar itibariyle tezahürüne imkan verilip, yol açılıp, kamu oyunun ortaya çıkmasına ve onun en yüksek seviyede bir politik karar haline gelmesine, 1946'dan 1960'a kadarki dönemi bir yana, 27 Mayıs'tan zamanımıza kadar aldatılmadan çalışıldığına kani midirler?
Bu aldatmanın tezahürleri değişiktir. Biz aşağıda, daha önce bahsettiğimiz ayniyetin tezahürüne yol vermeyen kurumlardan ve davranışlardan söz edeceğiz.
Sosyal ve ekonomik hakların halk tarafından elde edilmesini sağlayacak zinde kuvvetlerin temel reformlar dediği reformlara kimler engel olmaktadır?
c) Devrimleri ve halkçılığı kendi çıkarları karşısında gören politik, ekonomik ve sosyal menfaat grupları
Biz bahis konusu sosyal grupları, doğrudan doğruya ortaya koymayacağız. Yalnız şu soruyu soracağız: Anayasanın klasik hürriyetleri yanında ulusal iradenin tecellisi için adeta emrettiği sosyal ve ekonomik hakların halk tarafından elde edilmesini sağlayacak zinde kuvvetlerin temel reformlar dediği reformlara kimler engel olmaktadır? Toprak reformu, vergi, eğitim reformu ve diğer reformlar aleyhinde çalışanlar kimlerdir? Bunların kimler olduğu hakkında Türk halk oyunda, bu arada sayın yargıçlarda inancın tam olduğundan şüphemiz yoktur. Bir çok çevrelerce ısrarla propagandası yapılmasına rağmen uyutucu, aldatıcı, vaat edip unutturmaya çalışan CHP'nin yöneticileri bu gruplara dahildir.
Olumlu bir toprak reformu, hem sosyal adaleti ve onunla birlikte hem de azından büyük fakat aç ve çıplak anadolu halkını besleyecek ölçüde istihsal artışını sağlayacak toprak reformu nerede?
Kaderine bırakılmış Anadoluda küçük topraklar büsbütün küçülürken, ekonomik bir istihsal ünitesi olmaktan çıkarken, büyük toprakların daha da büyüdüğünü görüyoruz
Nüfusu gittikçe artan Anadolu'nun halkının huzurundan söz etmek, sayın yargıçlar güç değil midir? Hele yaşamak, barınmak imkanından gittikçe mahrum kalan bu halk kitlelerinin büyük şehirlere akarak, hemen de yarısına yakın kısmını kaplayan gecekondu inşaatının durdurulmasını, yasaklanmasını isteyen yönetici zihniyet, Türkiyenin davalarını anlamanın ötesinde olanların zihniyetidir. Bugünkü tutumla gecekonduların artmasının kaçınılmazlığını anlamayanları ve onların getirdiği problem karşısında anlayışsız olanları, özellikle bu gibi konulara derinden bakanları tarih önünde itham edenleri tarih önünde en büyük vatan haini olarak gösteriyoruz. Çünkü inanıyoruz ki temel reformlar, bu ve diğer konuların önüne geçtiği takdirde meselelerimiz çözülecektir. Daha açık bir ifade ile netice yerine sebeple uğraşıldığı takdirde çözülecektir.
Anayasa'nın sosyal devlet prensibini, sosyal adalet ilkesinde buluyoruz. Daha doğrusu bu ilkenin; geri kalmış bir memleket olduğumuz için, sosyal adalet için kalkınmak prensibinde kristalleştiğini görüyoruz. Zaten anayasaya dayanarak hazırlanmış bulunan plan hedef ve stratejisinin gözüyle sosyal adalet içerisinde kalkınmadır. Oysa planın gerektirdiği amme hizmetlerini ve kalkınmayı sağlayacak olan vergiler geniş fakir halk kitlesine yüklenmiştir.
Son kanunlarla tenkitlere cevap vermek amacıyla vergileme alanına sokulan tarım gelirlerinden alınan vergilerin hasılatı kırk elli milyon liradır. Bunun alınabileceği de şüphelidir. Bu şüpheyi ihzar eden Tarım Bakanı Mehmet İzmen'dir. Oysa zaten öbür gruplara vergi yükü esasen ağır bulunan devlet memurlarına yüzde onbeşlik zamdan alınacağı kesin vergi 100 milyon liradır. Yalnız bu misal dahi parlamentonun ve onun sorumlusu bulunan hükümetinin zihniyetini ve kimleri koruduğunu, sosyal adalet ilkesiyle nasıl alay ettiğini gösterir. O ilke yeni anayasanın milli iradenin tecellisinde klasik hürriyetlerin yetersizliği sebebi ile ortaya çıkardığı sosyal devlet prensibinin ifadesinden başka bir şey değildir.
Şimdi Anayasanın bazı maddelerinden söz edelim:
Madde 61 - Herkes kamu giderlerini karşılamak üzere mali gücüne göre vergi ödemekle yükümlüdür.
Yalnız bu madde bile açıkça göstermektedir ki, Parlamento ve hükümet Anayasaya karşı tutumdadır.
Başka bir madde:
Madde 129 - İktisadi, sosyal ve kültürel kalkınma plana bağlanır. Kalkınma bu plana göre gerçekleştirilir. Devlet planlama teşkilatının kuruluş ve görevleri, planın hazırlanmasında, yürürlüğe konmasında, uygulanmasında, değiştirilmesinde gözetilecek esaslar ve bütünlüğünü bozacak değişikliklerin önlenmesini sağlayacak tedbirler özel kanunla düzenlenir.
Gerçekte ise plandaki kamu harcamalarına yeterli kaynak bulmak için başvurulan tedbir, plan hedef ve stratejisindeki genel amaçla çatışmaktadır. Söz konusu tedbirlerle bir yana atılan sosyal adalet şeklen ve çevreyi uyutmak için plan hedef ve stratejisinde muhafaza edilmiştir. Öyleyse plan araç ve hedefleri arasında kesilen irtibat ile planın bütünlüğü açıkça bozulmuştur.
Kendi çıkarları için Anayasa'yı hukuki yollarla değiştirmeye lüzum görmeksizin, fiilen çiğneyenler kimlerdir
Türkiye de inceleme yapan Amerikalı profesörün (Prof. Enos'un) de Anayasa'ya aykırı tedbirler dediği bu tasarruflar kimin için ve yoksul Türk halkının hangi grubunun yararına yapılmıştır? Bizim anlayacağımıza göre kendi çıkarları için Anayasa'yı hukuki yollarla değiştirmeye lüzum görmeksizin, fiilen çiğneyenler kimlerdir? Veya bu amaçla hangi güçleri alet olarak kullanmaktadırlar? Yerli plan uzmanlarının istifalarının, hele planın hazırlanmasına başkanlık eden dünyaca tanınmış Prof. Tinbergen'in fiili münasebetinin kesilmesi sebebi nedir? Ulusal irade adına oynanan oyun burada da sırıtmaktadır. Özünden veya Anayasa'dan kopmuş bir plan sadece demagogların propaganda aleti olabilir.
Ekonomik ve sosyal münasebetler bakımından parlamentonun ve onun sorumlu hükümetinin, Türk Ulusunun bağımsızlığı bir yana, uluslararası hukuka dahi aykırı olan kromit olayındaki tutumu hayrete şayandır.
Olay, neden uzatıldığını bilmediğimiz sebeple bir davanın konusu iken yerli bir firmanın bir Amerikan firmasına olan borcuna ait bir anlaşmazlığı, mahkemelerde halletmek yerine parlamentoda karar aldırıp ödemeyi, zaten adil vergileme altında bulunmayan halka yüklemesi, utanılacak bir olay değil de nedir? Bu şirketin avukatının eski bir CHP İstanbul İl Başkanı oluşu politika ve ekonomik menfaatlerinin işbirliğini iyi açıklar. Biz bu tablo hakkında sadece bir soru soracağız ve onunla yetineceğiz. Amerikalıların yardım yaptıkları memleketlerden özel alacaklarını tahsil edebilmek için çıkardıkları bir kanuna dayanarak yapılmış bir Amerikan talebi karşısında Türk Hükümetinin bir itirazı olmuş mudur? Olay sırasında bazı şikayetlere karşılık böyle bir tutum açıklanmadığına göre itiraz yok sayıyoruz.. Ve iddia ediyoruz ki; kapitülasyonların ekonomik ve politik sonuç olarak milli bağımsızlığımızı ve haysiyetimizi nasıl darbelediğini bilen bizler, bugün burada bu yöneticilerin nereden nereye geldiklerini büyük üzüntü ile gördük.
Bütün bunların altında nüfuz ticareti, soygunlar, akraba kayırmaları yatmakta ve ekonomik, politik münasebetleri ile, basınıyla, diğer müesseseleri ile halkın gerçek iradesinin dışında hatta karşısında kalınmaktadır.
Gücümüzü Devrimci Gençlikten Alıyoruz
Şimdi soruyoruz:
Bu şartlar altında 27 Mayıs öncesi statükoyu koruma, hatta restore etmek rolünde olan Başbakanla, parlamento, büyük halktan yana mı, yoksa onun karşısında mı? Halkın ve yurdun gerçek çıkarının gerçekleşmesine kimler engel olmaktadır? Kimler o engel olanların savunucusudurlar?
Politikası böyle, ekonomik tutumu böyle olan bir yöneticiler kadrosunun Türk yurduna armağanı sadece sosyal dengesizlik ve huzursuzluk olacaktır.
Bu huzursuzluğun ulusal güvenliğe ve savunmaya nasıl zaaf ve kötülükler getireceği açık değil midir? Soruyoruz: bu dengesizlik ve huzursuzluk artmakta mıdır? Ağırlaşmakta mıdır? Bunları giderecek gerçek tedbirleri almak yerine sonuçlarla uğraşan kadro vatan ihanetinin içinde midir, değil midir? Anadolunun ve büyük şehirlerin yoksul halkı milli savunmaya milli bağımsızlığa ne derece hizmet edebilirler. Burada efsaneleri, devrini tamamlamış sloganları ve tükenmiş kişileri bir yana bırakıp gerçeğe inmenin yeri ve tarihi zamanıdır.
İşte biz ulusal iradenin gerçekten tecellisi için ona engel olan politik, ekonomik ve sosyal münasebetleri ulusun çoğunluğu lehine ortadan kaldırmak istiyorduk.
Bu münasebet yarın mutlaka koparılacaktır. Bu koparmayı kimlerin aracılığıyla yapacaktık? Kafasıyla yeni nesil Atatürkün Cumhuriyeti emanet ettiği, aslında halkın mutluluğunu sağlamayı tavsiye ettiği gençlik ile yapacaktık. Daha doğrusu onlar yapacaktı. Bu şüphesiz dar anlamıyla gençlik değil, yurdun her yanında, her kesiminde düşüncesiyle ve yapıcılığıyla devrimci olan zinde güçtür.
Beraatı Tarihin Hükmüne Bırakıyoruz
Yukarıda özünü meşruiyete dayanan savunmamız hafifletici sebep bulma çabasını ifade etmez. Onlar haklılığımız, daha doğrusu meşruluğumuzun kısa ifadeleridir. Bu sebeple tarihi mahkemeden tarihi beraat kararını istiyoruz. Fakat asıl beraatı tarihin hükmüne bırakıyoruz. Siz de mutlaka, değişip-gelişecek gerçek ulusal irade egemenliğinin hakim olacağı, Türkiye tarihinde yerinizi, vereceğiniz kararla belli etmiş olacaksınız.
FETHİ GÜRCAN
SÜVARİ BİNBAŞI
1963
Bana isnat edilen fiilin savunmasını bir başka cepheden yapacağım. Savunmamın diğer kısımlarına avukatlarım temas edeceklerdir.
Devletin Gayesi Halkın Mutluluğunu Sağlamaktır
Biz haklılığımızın savunmasını modern devlet görüşünde bulmaktayız. Bu görüşe göre, devletin bir fonksiyonu ve bu fonksiyonu gerçekleştirmek içinde bir otoritesi vardır. Bu fonksiyonun gayesi halkın mutluluğunu sağlamaktır ve mutluluk sağlandığı müddetçe meşru bir devlet otoritesi var demektir. Yoksa bu otorite gökten inmemiştir. Diğer bir deyimle bir yanda devletin amacı halkın mutluluğunu sağlama öte yandan bu mutluluğu sağlamanın amacı da devlet otoritesidir. Bu itibarla kanunlar ve devlet müesseselerinin verdiği her türlü hukuki emirler özü itibariyle bu amaca karşı olamazlar. Aksi takdirde meşru değildirler.
Siyasi partilerin mevcudiyet sebebi de, ulusal iradenin yönünden saptırılması değil, bilakis halkın gerçek kollektif menfaatlerinin aksettirilmesidir. Aksi halde halkın egemenliğinden söz edilemez.
Biz haklılığımızı Türkiyede yukarıda kısaca belirttiğimiz genel prensiplere uyulup uyulmadığına göre iddia edeceğiz ve göstereceğiz ki, Türkiye politikasını yönetenler, parlamentosu ile ve hükümeti ile halka ve gerçek halk hakimiyetine karşıdırlar. Bizim harekatımızın meşruluğu onların hareketlerinin gayri meşruluğundan doğmaktadır.
Türkiyede devlet idaresinin meşru olup olmadığını ortaya koyabilmek için halkın, onun ihtiyaçlarının karşılanıp karşılanmadığını anlamak gerekir. Bunu yurdumuzda sosyal dengenin nisbi de olsa bulunup bulunmadığından çıkarabiliriz.
Çevremize bakalım. Aslında bir birinden müstakil olmayan alanların, ekonomi, politika, eğitim, askerlik, din ve ahlak dallarından, hangisinde büyük çatışmalar yoktur.
Bu sahalarda meselelerin çözümlendiği nispeten sosyal huzur sağlandığı görülmekte midir? Buradan çıkaracağımız sonuç halk ihtiyaçlarının geniş ölçüde ortaya çıktığı, devletin bunları uzlaştırıcı bir fonksiyon yerine, aksine uyuşturucu bir tutumda bulunduğudur.
Devlet otoritesinin meşruluğu, Halk yararına davranışındadır demiştik. Yani diğer bir ifade ile otorite devlet davranışlarının ancak halkın gerçek iradesine uyulduğu nispetinde meşrudur ve halk yararınadır.
Öyleyse bütün mesele gerçek halk iradesinin tecellisidir. Halkın ve toplumun çıkarına ve demokrasiye karşı tutum söz konusu ise yukarıdaki mantığa göre irade saptırılmış, yanlış yollara sevk edilmiş demektir.
Acaba, Türkiyede milli irade ulusun ve yurdun çıkarlarına uygun bir şekilde tecelli etmiş midir, yahut ettirilmiş midir?
Bunun için devlet iradesinin işleyişine önce anayasadan bazı prensipleri tekrarlayarak, sonra da olayları ampirik açıdan ele alarak bakalım.
Türk Halkının kaderi tarih boyunca aldatılmışlığın bir serüvenidir. Tanzimat da hayatı değiştirmedi, Birinci Meşrutiyet onun dışında bir hareketti. İkinci Meşrutiyet çilelerine yeni acılar ekledi. Bütün bunlardan sonra Kurtuluş Savaşı, Türk milletinin bağımsızlık azminin şuurlu şahlanışı ve Atatürk devri, halkın kendi kişiliğini idrake hazırlayış yılları idi. Bunu halkın yeniden aldatılışı olan çok partili devir takip etti.
27 Mayısı Hazırlayan Sebepler Halen Mevcuttur:
27 Mayıs sonrasını ise burada konuşuyoruz. Bir mukayeseye geçelim. Hükümet Başkanının adalete baskı addedilebilecek bir sorumsuzluk ve pervasızlıkla, en şerefsiz diye adlandırdığı 20-21 Mayıs hareketi ile 27 Mayıs hareketini karşılaştıralım. 27 Mayıs hareketi meşruluğunu, halk iradesinin tecellisine engel olan Anayasa dışı davranışlara karşı oluşundan almaktaydı. Bu hareketin açtığı devrin meşruluğu ise, o engellerin yıkılıp yıkılmadığındadır.
27 Mayıs hareketi, aslında, belirli bir statükonun tayin ettiği sosyal sisteme karşı mıdır, yoksa o statükoyu kabul edip, sadece o statüko içinde Anayasa dışı hareketlerde bulunduğu kabul edilen bir kaç kişiye mi karşıdır. Eğer statükoya karşı değilse, milli iradenin gerçekleşmesine sadece birkaç kişinin engel olduğu faraziyesine dayanmaktadır. Bu çok sübjektif, iptidai, ilim dışı ve romantik bir hükümdür. Gerçekte kişilerin hareketleri büyük ölçüde statüko tarafından tayin edilir. Aslında 27 Mayıs öncesinde milli iradeyi saptırdığı sanılan şahısların hareketleri sebep değil neticedir. Şu halde 27 Mayıs ve ondan sonrası, bu gibi şahısların çıkmasına mani olacak değişiklikleri ve devrimleri acaba getirebilmiş midir. Bunlar yapılmadığı müddetçe 27 Mayısı hazırlayan sebepler halen mevcut demektir ve gerçekte halkın iradesinin tecellisine imkan bırakılmamaktadır. O manilerin kalkması kişileri yok etmek ya da ağızlarını tıkamakla değil zinde kuvvetlerin köklü reform diye oy birliğine vardığı statükoyu değiştirici devrimlerin, reformların yapılmasına bağlıdır. Bu reformlar gerçekleştirilmemiş, yani halkın gerçek iradesi ile devletin tutumu arasında ayniyet kurulamamışsa 27 Mayıs öncesi için ileri sürülen meşruiyetsizlik iddiaları bugün de temelde aynı değeri taşıyor demektir. Bir diğer ifade ile hadiseleri 27 Mayısa götüren ruh bugün de daha yaygın daha şuurlu olarak yaşamaktadır.
Biz Anayasayı ihlal, ilga, tağyir ve TBMM'yi ıskat ve vazifesini men'e teşebbüs etmekle itham ediliyoruz. Şimdi gerçeği biz anlatalım. Görülecektir ki itham edilmesi gerekenler biz değil, aksine parlamento ve başkanı ile birlikte onun sorumlu hükümetleridir.
Anayasaya bir göz atalım. 2nci maddede söyledim. Türkiye Cumhuriyeti insan haklarına başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan milli, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir. Buradaki demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti deyimi anayasa gerekçesinde açıklanmaya değer. 27 Mayıs öncesinin sosyal ve ekonomik tasarruflara karşı haykırışını dile getiren 2nci maddesinin gerekçesini okuyalım:
Siyasi hayatının demokratik olabilmesi için iktidarın karşısında halkın fikrini, reaksiyonlarını, umumi efkara açıklayacak, ortaya çıkaracak, kanalize edecek, vasıta ve müesseselerin üzerinde siyasal iktidarların baskısı, vesayeti veya tekelinin olmamasıdır. Bu fasıldaki siyasi haklar önce siyasi iktidarı halkın serbest rızasına, halkın muvafakatine dayanmaktadır. Siyasi haklar bu suretle kişi hakları bölümünde zikrolunan haklarla birlikte Türkiyedeki siyasi rejimin kaynağına halktan alan bir umumi efkar rejimi haline getirmektedir.
Çağımızın karmaşık sosyal iktisadi dünyası içinde daha fazla hürriyet ise, iktisadi ve sosyal bakımdan zayıf olan kişileri, grupları korumak, bunların maddi ve manevi varlıklarını geliştirme şartlarını hazırlama ve bunlara klasik kişi hak ve hürriyetleri yanında iktisadi ve sosyal haklar tanımakta kabildir.
Zamanımızın demokratik devleti bu öneme sahiptir. Devlet hayatı içinde bu himayenin ve hizmetlerin sağlamasını bu alandaki engellerin kaldırılmasını istemek de sosyal haktır. Türkiye de çağdaş bir demokrasinin gerçeklerini yerine getirmek bu yolda yürümek zorundadır. Çünkü tasarı kişinin sadece hürriyeti için değil sosyete içinde bir iktisadi ünite olarak varlığını devam ettirmeye hakkı olduğunu kabul etmektedir. Tasarı bu fasılda tanıdığı ve sağladığı iktisadi ve sosyal haklarla sosyal adaleti gerçekleştirme amacı gütmüştür. İnsana israf olunmaktan mani olunacak şartlar içinde görmek hakkı tanınmıştır. Fakat yine zamanımızın bir gereği ve gerçeği olarak iktisaden az gelişmiş memleket olan Türkiye bakımından bir zaruretle karşılaşılmaktadır. Yüzyılların ihmali sonucu gelişmemiş olan sosyal ve iktisadi yapımızı kalkındırma... bu da iktisadi, sosyal, kültürel kalkınma yolu ile devlete bir ödev olarak yüklenmiştir. Devlet bu geniş kalkınma politikasını milli tasarrufu arttırmak ve yatırımları toplum yararının gerektirdiği önceliklere yöneltmek sureti ile planlamak zorundadır. ferdi mülkiyet, özel teşebbüs ve aile gibi esasları toplumsal değeri içinde düzenlemiştir Anayasa tasarısının 2nci maddesinin gerekçesinde Türkiye Cumhuriyetinin vasıfları dört prensip içerisinde ifade edilmiştir:
1- Türkiye demokratik bir Cumhuriyettir. Halk idaresi ve hak idaresine dayanır.
2- Türkiye Cumhuriyeti laiktir.
3- Türkiye Cumhuriyeti hürriyetçidir, insan hak ve hürriyetlerine dayatılır.
4- Türkiye Cumhuriyeti Sosyal bir devlettir. Sosyal Devlet fertlere yalnız klasik hürriyetleri sağlamakla yetinmeyip aynı zamanda onların insan gibi yaşamaları için maddi ihtiyaçlarını karşılamalarını da vazife edinen bir devlettir.
Her sınıf halk tabakaları için refah sağlamayı kendisine vazife edinen zamanımızın devleti iktisaden zayıf olan kişileri bilhassa işleri bakımından başkalarına tabi olan işçi ve müstahdemleri her türlü dar gelirlileri ve yoksul kimseleri himaye edecektir.
Bu suretle hem insan şahsiyetine hürmet etmek vazifesini yerine getirecek klasik hürriyetlerin gerçeklerle alay eden bir mahiyet almasına izni olacak hem de geniş halk tabakalarının refaha kavuşması sayesinde toplum hayatı için daha verimli olmaları hedefine ulaşılacaktır. Gerçekten maddi maliye iktisadi imkanlarından yaşama için zaruri olan gelir kaynaklarından ve o varlıktan mahrum olan halk tabakaları için klasik hürriyetler yalnız kağıt üstünde parlak fakat boş laflardan başka bir değere sahip olamaz.
Anayasa gerekçesinin yukarıda sözü geçen birkaç paragrafı ve bunlara göre yazılmış maddelerin modern devletin görevlerini ve aynı zamanda uyması gerektiği kaideleri açık olarak saymıştır.
Peki bu maddeler niçin konmuştur? 27 Mayıs öncesinde klasik hürriyetlerin kifayetsizliği idrak edilmiş ve bunların yanında ayrıca sosyal ve iktisadi hak ve hürriyetlerin de gerçekleştirilmesi zaruretine ve modern devlet kavramına uyabilmek için bu maddeler konulmuştur. Anayasanın gerek gerekçesinde ve gerek kendisinde bu ve benzeri maddelere rastlanabilir. Yeri geldikçe bazılarını söz konusu edeceğiz.
Anayasayı Gerçekten Kimler İhlal Ediyor?
Şimdi biz eski rejim devrini bir yana bırakıp 27 Mayıstan beri fiili rejimin, Anayasanın yukarıdaki maddelerinin zaman bahanesi ile savsaklanması, ya da yok sayılması, halkın anlamayacağı kanısı ile kamu oyuna maksatlı olarak yanlış aksettirilmeye nasıl cüretle gidildiğini göstermeye çalışalım. Bu bakımdan biz, karşısına getirildiğimiz bu mahkemeye memleketi temel maddeleri ile birlikte bir Anayasa Mahkemesi ve Anayasayı gerçekte kimin ihlal, tadil veya tağyir ettiğinin anlaşılmasının ve gerçek hükümlülerinin karara bağlanmasının bir mahkemesi olarak görmekteyiz. Sayın Mahkemenin karşısına gelmeleri icap edenlerin şu anda burada bulunanların olmaması icap ettiğini ispat edeceğiz.
Ulusal irade adı altında iradenin tahakkuna mani olanlar, Parlamento ve Partiler, Devrimleri ve Atatürkçü gelişimi kendi menfaatleri karşısında gören, menfaat gruplarıdır
Bu bakımdan ulusal irade adı altında iradenin tahakkuna kimin mani olmakla gayri meşru hale geldiğinin tarihi tespiti bu mahkeme huzurunda yapılacaktır. Gerçekten amme efkarı ne gibi vasıtalarla saptırılır, aldatılır ya da Avrupa basınında Türkiye hakkında kullanılan bir ifade ile uyutulur. Bunlar yurdun bugünkü ve yarınki yüksek menfaatlerine karşı tutumları ile:
a) Parlamento
b) Partiler
c) Devrimleri ve Atatürkçü gelişimi kendi menfaatleri karşısında gören menfaat gruplarıdır.
a) Parlamento
15 Ekim seçimlerinden sonra Anayasanın amir bulunduğu sosyal ve ekonomik engelleri kaldırmak, milli iradenin yollarını açmak ve onu sözden gerçek hale getirmek yerine, ödeneklerini arttırmak çabası içinde teşrii vazifeye başlamıştır. Yine eski borçların tecili hususunda Gürsel'in vetosuna rağmen ısrar edişleri milletçe esefle takip edilmiştir. Parlamentonun bu tutumu halkın yararına ve iradesine uygun değil, hatta tamamen aykırı idi.
Bunlar gerçekten milli iradenin temsilcileri iseler, cumhurbaşkanı seçimi ve hükümetlerin kuruluşunda İnönü'nün başkanlığının cebre varan ısrarla sağlanması gayretleri karşısında nasıl muvafakat etmişlerdir ve bunu nasıl millet temsilciliği ile bağdaştırmışlardır.
Parlamento, anayasanın emrettiği reformların yapılması ve ilkelerinin gerçekleştirilmesi görevlerini yapmakta anayasanın devrimci ruh ve niteliğinden yoksun kalmıştır. Meclisin devamı, toplanma ve çalışma tarzı bu gerçeği ortaya koymaya kafidir.
Buraya, mevcut sistemin nimetlerinden en çok faydalanmasına rağmen Başbakanın seviyesiz sözcüsü ve damadının dergisi Akisin 20 Nisan 1963 tarihli parlamentoya karşı en ağır ithamlarda bulunan nüshasındaki bir parçayı sunuyoruz:
Bir gün bu parlamentonun bazı mensupları bir hareket olur da memleketi felakete götürürlerse, mutlaka demokrasiye sahip çıkmamak suçuyla yargılanmak ve cezaların en ağırına, amma en ağırına maruz bırakılmalıdırlar diye başlayan yazı şöyle devam etmektedir:
Bu milletvekilleri sıkıştıklarında; Memlekette demokrasi düşmanları var! Memlekette dikta idaresi var! diye haykıran milletvekilleridir. Hiç fütur duymadan, bazılarının yüzleri kızarmadan ..
Halbuki demokrasinin bir numaralı düşmanı kendileridir ve kendilerine hiçbir müeyyide tatbik etmeyen, o canlarından çok sevdikleri paralarını kesmeyen, o milletvekilliği sıfatlarını kaldırmayan görevini ciddiye almayan, görevini yapmayan Başkandır, Başkanlık Divanı İdarecileridir.
Eğer demokrasinin böyle yürüyeceği, eğer demokrasinin böyle itibar bulacağı bugünkü bir şahsın tarihi omuzları üstünde yükselen binanın, ondan sonra da, böyle ayakta kalacağı hayal ediliyorsa, feci şekilde aldanıldığını Türkiyenin bütün damlarının üstüne çıkıp, haykırmak lazımdır. O bina mutlaka onun temelini kemirenlerin başına yıkılacaktır. Türk Milleti ondan kurtulmasını, onu bertaraf edip şimdiki yolda yürümeyi mutlaka bilecektir. Ve bunun usulü, çaresi kabul ettiğimiz Anayasada yazılıdır.
Yazıklar olsun gelmeyenlere, yazıklar olsun en ufak ciddiyetten mahrum bulunanlara, haram olsun kendilerine ve yedi sülalelerine. Bu fakir milletin cebinden aldıkları, bu fakir milletin ahı mutlaka kendilerini tutacaktır. Parlamentonun işte bu işlemezliği ve çalışmazlığı yüzündendir ki bugün dahi gündeminde 180 madde birikmiş bulunmaktadır. Çünkü Parlamento ulusun ve yurdun bugünkü ve yarınki menfaatleri ile ilgili kararlar alacakları yerde kişisel ve küçük çıkarların çözümü peşinde koşan tipteki politikacıların kulisi haline gelmiştir.
Parlamentonun ve Partilerin reformlar ve plan hakkındaki tutumları, aldıkları kararları, onların kimden yana olduklarının tarihsel belgeleri olarak kalacaklardır.
Buna sonra temas edeceğiz. Halk adına halk için politik kararların alınacağı meclisin üstünlüğü cumhurbaşkanı ve başbakan seçimi, çalışmaz ve işlemez görülen meclisin sık sık ordu ile tehdit edilmesi, gerçekte meclise ciddi hiçbir reformcu teklifle gelmemiş olan hükümetin, meclise karşı kişisel tahakkümü değil de nedir? Bu tehditleri savuranların halk adına haklı olabilmeleri, halka gerçekten yararlı tasarılarla meclisi çalışmaya zorlamaları halinde kabul edilebilirdi. Meclisi, ordu ile tehdit edip parlamentoda hakimiyet kurmak çabasında olanlar, aslında kişisel tahakkümleri peşinde koşan demagoglardan başka bir şey değildir.
Bunun bir misalini yine mahut Akisin 21 Mayıstan önceki 27 Nisan 1963 tarihli nüshasındaki Ordunun temayülü adlı yazıda bulmak mümkündür.
İnönünün memleketi hem parlamento hem de orduyla birlikte idare ettiğini görmemek için kör olmak lazımdır. Bunun anlamı nedir? Böyle bir durum varsa anayasaya karşı mıdır, değil midir? İnönü meclis ve orduyu nasıl idare eder ve bu dış basının dahi Başbakanın temsilcisi olarak kabul ettiği, bu dergide nasıl yazılır?
Önceden bunların cevabı verilmeden biz buraya getirilemeyiz, ya da karşınıza onlarla birlikte oturtuluruz.
Garip olan, Türkiyede demokrasiye karşı bulunanların da demokrasiden bahsetmeleridir.
b) Partiler
Elbette partiler, demokratik hayatın kaçınılmaz unsurlarıdır. Kaçınılmaz bir husus da partilerin, oyları aldıkları kitlenin iradesiyle aynı yönde hareket etmeleridir. Başka bir ifade ile, partilerle temsil ettiklerini iddia ettikleri halk iradeleri arasında politik hayatın her kademesinde görünen (Parlamento dahil) bir ayniyet bulunmasıdır. Bu ayniyet olmayınca meşruluk kendiliğinden ortadan kalkmakta, Türkiyede gördüğümüz aldatma ve uyutma başlamaktadır. Böylece ulusal irade katledilmektedir.
Hem bu ayniyetten bahsedilip hem de şef hakimiyeti hüküm sürüyorsa (bunun misalini sayın yargıçlar hatırlarlar.) halkla parlamento arasında ayniyet nasıl olacaktır? Garip olan, Türkiyede demokrasiye karşı bulunanların da demokrasiden bahsetmeleridir.
Acaba sayın yargıçlar, böyle bir ayniyetin sosyal gruplar itibariyle tezahürüne imkan verilip, yol açılıp, kamu oyunun ortaya çıkmasına ve onun en yüksek seviyede bir politik karar haline gelmesine, 1946'dan 1960'a kadarki dönemi bir yana, 27 Mayıs'tan zamanımıza kadar aldatılmadan çalışıldığına kani midirler?
Bu aldatmanın tezahürleri değişiktir. Biz aşağıda, daha önce bahsettiğimiz ayniyetin tezahürüne yol vermeyen kurumlardan ve davranışlardan söz edeceğiz.
Sosyal ve ekonomik hakların halk tarafından elde edilmesini sağlayacak zinde kuvvetlerin temel reformlar dediği reformlara kimler engel olmaktadır?
c) Devrimleri ve halkçılığı kendi çıkarları karşısında gören politik, ekonomik ve sosyal menfaat grupları
Biz bahis konusu sosyal grupları, doğrudan doğruya ortaya koymayacağız. Yalnız şu soruyu soracağız: Anayasanın klasik hürriyetleri yanında ulusal iradenin tecellisi için adeta emrettiği sosyal ve ekonomik hakların halk tarafından elde edilmesini sağlayacak zinde kuvvetlerin temel reformlar dediği reformlara kimler engel olmaktadır? Toprak reformu, vergi, eğitim reformu ve diğer reformlar aleyhinde çalışanlar kimlerdir? Bunların kimler olduğu hakkında Türk halk oyunda, bu arada sayın yargıçlarda inancın tam olduğundan şüphemiz yoktur. Bir çok çevrelerce ısrarla propagandası yapılmasına rağmen uyutucu, aldatıcı, vaat edip unutturmaya çalışan CHP'nin yöneticileri bu gruplara dahildir.
Olumlu bir toprak reformu, hem sosyal adaleti ve onunla birlikte hem de azından büyük fakat aç ve çıplak anadolu halkını besleyecek ölçüde istihsal artışını sağlayacak toprak reformu nerede?
Kaderine bırakılmış Anadoluda küçük topraklar büsbütün küçülürken, ekonomik bir istihsal ünitesi olmaktan çıkarken, büyük toprakların daha da büyüdüğünü görüyoruz
Nüfusu gittikçe artan Anadolu'nun halkının huzurundan söz etmek, sayın yargıçlar güç değil midir? Hele yaşamak, barınmak imkanından gittikçe mahrum kalan bu halk kitlelerinin büyük şehirlere akarak, hemen de yarısına yakın kısmını kaplayan gecekondu inşaatının durdurulmasını, yasaklanmasını isteyen yönetici zihniyet, Türkiyenin davalarını anlamanın ötesinde olanların zihniyetidir. Bugünkü tutumla gecekonduların artmasının kaçınılmazlığını anlamayanları ve onların getirdiği problem karşısında anlayışsız olanları, özellikle bu gibi konulara derinden bakanları tarih önünde itham edenleri tarih önünde en büyük vatan haini olarak gösteriyoruz. Çünkü inanıyoruz ki temel reformlar, bu ve diğer konuların önüne geçtiği takdirde meselelerimiz çözülecektir. Daha açık bir ifade ile netice yerine sebeple uğraşıldığı takdirde çözülecektir.
Anayasa'nın sosyal devlet prensibini, sosyal adalet ilkesinde buluyoruz. Daha doğrusu bu ilkenin; geri kalmış bir memleket olduğumuz için, sosyal adalet için kalkınmak prensibinde kristalleştiğini görüyoruz. Zaten anayasaya dayanarak hazırlanmış bulunan plan hedef ve stratejisinin gözüyle sosyal adalet içerisinde kalkınmadır. Oysa planın gerektirdiği amme hizmetlerini ve kalkınmayı sağlayacak olan vergiler geniş fakir halk kitlesine yüklenmiştir.
Son kanunlarla tenkitlere cevap vermek amacıyla vergileme alanına sokulan tarım gelirlerinden alınan vergilerin hasılatı kırk elli milyon liradır. Bunun alınabileceği de şüphelidir. Bu şüpheyi ihzar eden Tarım Bakanı Mehmet İzmen'dir. Oysa zaten öbür gruplara vergi yükü esasen ağır bulunan devlet memurlarına yüzde onbeşlik zamdan alınacağı kesin vergi 100 milyon liradır. Yalnız bu misal dahi parlamentonun ve onun sorumlusu bulunan hükümetinin zihniyetini ve kimleri koruduğunu, sosyal adalet ilkesiyle nasıl alay ettiğini gösterir. O ilke yeni anayasanın milli iradenin tecellisinde klasik hürriyetlerin yetersizliği sebebi ile ortaya çıkardığı sosyal devlet prensibinin ifadesinden başka bir şey değildir.
Şimdi Anayasanın bazı maddelerinden söz edelim:
Madde 61 - Herkes kamu giderlerini karşılamak üzere mali gücüne göre vergi ödemekle yükümlüdür.
Yalnız bu madde bile açıkça göstermektedir ki, Parlamento ve hükümet Anayasaya karşı tutumdadır.
Başka bir madde:
Madde 129 - İktisadi, sosyal ve kültürel kalkınma plana bağlanır. Kalkınma bu plana göre gerçekleştirilir. Devlet planlama teşkilatının kuruluş ve görevleri, planın hazırlanmasında, yürürlüğe konmasında, uygulanmasında, değiştirilmesinde gözetilecek esaslar ve bütünlüğünü bozacak değişikliklerin önlenmesini sağlayacak tedbirler özel kanunla düzenlenir.
Gerçekte ise plandaki kamu harcamalarına yeterli kaynak bulmak için başvurulan tedbir, plan hedef ve stratejisindeki genel amaçla çatışmaktadır. Söz konusu tedbirlerle bir yana atılan sosyal adalet şeklen ve çevreyi uyutmak için plan hedef ve stratejisinde muhafaza edilmiştir. Öyleyse plan araç ve hedefleri arasında kesilen irtibat ile planın bütünlüğü açıkça bozulmuştur.
Kendi çıkarları için Anayasa'yı hukuki yollarla değiştirmeye lüzum görmeksizin, fiilen çiğneyenler kimlerdir
Türkiye de inceleme yapan Amerikalı profesörün (Prof. Enos'un) de Anayasa'ya aykırı tedbirler dediği bu tasarruflar kimin için ve yoksul Türk halkının hangi grubunun yararına yapılmıştır? Bizim anlayacağımıza göre kendi çıkarları için Anayasa'yı hukuki yollarla değiştirmeye lüzum görmeksizin, fiilen çiğneyenler kimlerdir? Veya bu amaçla hangi güçleri alet olarak kullanmaktadırlar? Yerli plan uzmanlarının istifalarının, hele planın hazırlanmasına başkanlık eden dünyaca tanınmış Prof. Tinbergen'in fiili münasebetinin kesilmesi sebebi nedir? Ulusal irade adına oynanan oyun burada da sırıtmaktadır. Özünden veya Anayasa'dan kopmuş bir plan sadece demagogların propaganda aleti olabilir.
Ekonomik ve sosyal münasebetler bakımından parlamentonun ve onun sorumlu hükümetinin, Türk Ulusunun bağımsızlığı bir yana, uluslararası hukuka dahi aykırı olan kromit olayındaki tutumu hayrete şayandır.
Olay, neden uzatıldığını bilmediğimiz sebeple bir davanın konusu iken yerli bir firmanın bir Amerikan firmasına olan borcuna ait bir anlaşmazlığı, mahkemelerde halletmek yerine parlamentoda karar aldırıp ödemeyi, zaten adil vergileme altında bulunmayan halka yüklemesi, utanılacak bir olay değil de nedir? Bu şirketin avukatının eski bir CHP İstanbul İl Başkanı oluşu politika ve ekonomik menfaatlerinin işbirliğini iyi açıklar. Biz bu tablo hakkında sadece bir soru soracağız ve onunla yetineceğiz. Amerikalıların yardım yaptıkları memleketlerden özel alacaklarını tahsil edebilmek için çıkardıkları bir kanuna dayanarak yapılmış bir Amerikan talebi karşısında Türk Hükümetinin bir itirazı olmuş mudur? Olay sırasında bazı şikayetlere karşılık böyle bir tutum açıklanmadığına göre itiraz yok sayıyoruz.. Ve iddia ediyoruz ki; kapitülasyonların ekonomik ve politik sonuç olarak milli bağımsızlığımızı ve haysiyetimizi nasıl darbelediğini bilen bizler, bugün burada bu yöneticilerin nereden nereye geldiklerini büyük üzüntü ile gördük.
Bütün bunların altında nüfuz ticareti, soygunlar, akraba kayırmaları yatmakta ve ekonomik, politik münasebetleri ile, basınıyla, diğer müesseseleri ile halkın gerçek iradesinin dışında hatta karşısında kalınmaktadır.
Gücümüzü Devrimci Gençlikten Alıyoruz
Şimdi soruyoruz:
Bu şartlar altında 27 Mayıs öncesi statükoyu koruma, hatta restore etmek rolünde olan Başbakanla, parlamento, büyük halktan yana mı, yoksa onun karşısında mı? Halkın ve yurdun gerçek çıkarının gerçekleşmesine kimler engel olmaktadır? Kimler o engel olanların savunucusudurlar?
Politikası böyle, ekonomik tutumu böyle olan bir yöneticiler kadrosunun Türk yurduna armağanı sadece sosyal dengesizlik ve huzursuzluk olacaktır.
Bu huzursuzluğun ulusal güvenliğe ve savunmaya nasıl zaaf ve kötülükler getireceği açık değil midir? Soruyoruz: bu dengesizlik ve huzursuzluk artmakta mıdır? Ağırlaşmakta mıdır? Bunları giderecek gerçek tedbirleri almak yerine sonuçlarla uğraşan kadro vatan ihanetinin içinde midir, değil midir? Anadolunun ve büyük şehirlerin yoksul halkı milli savunmaya milli bağımsızlığa ne derece hizmet edebilirler. Burada efsaneleri, devrini tamamlamış sloganları ve tükenmiş kişileri bir yana bırakıp gerçeğe inmenin yeri ve tarihi zamanıdır.
İşte biz ulusal iradenin gerçekten tecellisi için ona engel olan politik, ekonomik ve sosyal münasebetleri ulusun çoğunluğu lehine ortadan kaldırmak istiyorduk.
Bu münasebet yarın mutlaka koparılacaktır. Bu koparmayı kimlerin aracılığıyla yapacaktık? Kafasıyla yeni nesil Atatürkün Cumhuriyeti emanet ettiği, aslında halkın mutluluğunu sağlamayı tavsiye ettiği gençlik ile yapacaktık. Daha doğrusu onlar yapacaktı. Bu şüphesiz dar anlamıyla gençlik değil, yurdun her yanında, her kesiminde düşüncesiyle ve yapıcılığıyla devrimci olan zinde güçtür.
Beraatı Tarihin Hükmüne Bırakıyoruz
Yukarıda özünü meşruiyete dayanan savunmamız hafifletici sebep bulma çabasını ifade etmez. Onlar haklılığımız, daha doğrusu meşruluğumuzun kısa ifadeleridir. Bu sebeple tarihi mahkemeden tarihi beraat kararını istiyoruz. Fakat asıl beraatı tarihin hükmüne bırakıyoruz. Siz de mutlaka, değişip-gelişecek gerçek ulusal irade egemenliğinin hakim olacağı, Türkiye tarihinde yerinizi, vereceğiniz kararla belli etmiş olacaksınız.
FETHİ GÜRCAN
SÜVARİ BİNBAŞI
1963
İzle
[BBvideo 600,480]http://tr.sevenload.com/pl/zCVDKja/500x408/swf[/BBvideo]
Görüntü: XviD 25.00fps
Süre: 16 dakika
Dosya Boyutu: 54 MB
Çözünürlük: 512x384

indirmek için tıkla:

Öteki Tanık | Süvari - Ömer GÜRCAN
Rar - Şifresi: guncelmeydan