OTURUP İÇECEKSİN

OTURUP İÇECEKSİN

İletigönderen Feza Tiryaki » Çrş Oca 08, 2014 0:06

OTURUP İÇECEKSİN


Eski Türk filmlerini kim sevmez?

Sevilmese günümüzde hemen her gün bir iki eski Türk filmi değişik televizyonlarda yayına konulur izlenir miydi?

Bu filmleri eskiye özlem duyarak izleyenler kadar eleştirerek de izleyenler var. Çok duydum:

“Biz deliymişiz. Bu söylenenlere hep inandık, saf saf buradaki aşkı aradık, sevdayı bulmak istedik… Oyuncuları oyuncu olarak görmedik, evimizden biri oldular, onları çok sevdik… Onlarla güldük, ağladık…”

Dört yapraklı yoncalarımız, yakışıklı jönlerimiz, bize damardan girerek şarkı okuyan, dinlerken ayılıp bayıldığımız, yollarına gül döktüğümüz şarkıcılarımız vardı.

Türk filmlerinde en çok işlenen meslek, gazino, meyhane şarkıcılığıydı. Kızların olmazsa olmaz yükseliş yolu şarkıcılıktan geçerdi. Gerçek hayatta da, biraz sesi güzelce olanı, davranışlarıyla göze batanı, aykırı hayat yaşayanı, güce sırtını dayamışsa bir de kimse tutamazdı. Bu kızlar, bir iki şarkı okuyunca, bir de eli yüzü düzgün, yüzlerine bakılır gibiyseler, şöyle bir süslenmeyle, açılıp saçılmayla en üstlere çıkarlardı. Şimdinin mankenleri, sunucuları, dizi oyuncuları, televizyoncuları yerine, o zamanlar gazino şarkıcılığı, film artistliği vardı. Zengin olmak, şarkıcılıkla, artistlikle, artistin, şarkıcının edindiği gazinocu, zengin iş adamı dostuyla olurdu. Birden böyle şöhret olanların ödedikleri bedeller de anlatılırdı eski filmlerde. Gazeteler, dergiler onları yazardı. Şöhretin yolu yönetmenin yatağından geçer sözünü ispatlarcasına bu sevdiğimiz kızlar, kadınlar hep gerçek yaşamlarında da uçlarda yaşarlardı. Erkek şarkıcılar kızlar kadar ilgi çekmese de, onların da yaptıkları milleti uğraştırırdı... Birden gelen ünün şaşırttığı örnekler çoktu. Türk halkının gönlünde sanat güneşi benzetmesiyle taht kuran Zeki Müren’e öykünenler, onun tırnağı bile olamadılar, özel yaşamlarıyla mide bulandırdılar sonraki yıllarda…

Bir zamanlar, artistler de şarkıcılar da evlerimizin bir bireyiydi inanın… Ülkemizden çok onlarla ilgilenirdik. Haberler hep onlar üstüneydi…

Ülkemizin değiştirilmeye başlandığı yıllar. Memleket sevgisinden çok aşkın meşkin herkesi ilgilendirdiği, yolumuzu şaşırdığımız yıllar…

Filmleri sinemaya gider izlerdik. Şarkıcıyı dinleyen gazinoda dinlerdi… Radyoların yavaş yavaş gözden düştüğü, televizyonun çağının başladığı, Batı’nın sahte ışıklarının gözlerimizi kamaştırdığı yıllar…

Her filmde oynayan, nereye baksanız onları gördüğünüz dört kadın oyuncu vardı. Dört yapraklı yonca dendi sonraları onlara.


Dört yapraklı yoncanın biri (Fatma Girik) böyle evli biriyle evlilik dışı yaşardı, bilirdik, haberlerini okurduk. Diğeri (Türkân Şoray) yine babası yaşındaki yönetmenle adam boşanamadığı için evlenemezdi. Üzülür, acırdık. Biri (Filiz Akın) boşanır evlenir, boşanırdı. Mutluluğu bulamazdı. Bu bize dert olurdu. Son yonca yaprağı (Hülya Koçyiğit) bekâr bir futbolcuyla evlenmişti, bir sıkıntısı yoktu ama onun da filmlerindeki sıkıntıları bize dert olurdu. Yavruları elinden alınan anne rolü, aldatılan, suçlanan anne, fedakâr anne… O ağlar, biz ağlardık… Mendiller ıpıslak olurdu her Türk filminde, gözyaşımız sel olur akardı…

Sonra biliyorsunuz, bu oyuncunun, milletin kafasındaki görüntüsünü, ona ağlayan, hep ağlatılan anne, masum, iftira atılan gariban kadın gözüyle bakılmasını, iktidarın başı, açılım adındaki bölücülükte iyi kullandı. Verilen görevi, ona, Türk filmi çevriliyormuş gibi bir güzel oynattılar.

Günümüzde bu oyunculardan kim kullanılabilecekse onlar para için, güç için, göze girme, ödüllendirilme için kullanıldılar… Kimi erkek oyuncu, Erzincanlı reklamıyla biranda ünleniveren, daha önce evinin kirasını bile ödeyemeyen sıradan bir oyuncu, hızını alamadı yere diz çöktü iki diziyle iktidar başının ayak dibinde boyun büktü. Aşağılanmayı içine yedirdi. Kimi Karadenizli uşak rollerinde, Karadenizli gibi konuşuyorum, türkü söylüyorum ayağına hem dilimizi bozdu, hem de bu iktidara, sahnelere çıkıp destek verdi. Gezicilere “ Bu soysuzlara var ya… “ diyerek nağmeler düzdü.

Kimi ta Samsun’dan, Karadenizlilerin yüreğini yakarak, utandırarak, “inanır”lar bana diyerek kendinin bölücülükle, Kürtçülükle ne ilgisi varsa, belki de eskinin aldatılmış, Kürtçülüğe yamanmış sahte solcuları ayağına kalkıp, kültürel haklar, haklılar bunlar diyerek teröristlere arka çıktı, bölünmeye destek verdi. Öldürmeyi, katilliği olağan saydı… Devlete başkaldırmayı, vatana ihaneti gözden kaçırttı…

İçlerinden doktorluğu bırakıp, sahnelere çıkanı, o biçim fiyakalı şarkı okuyanı (Ferhat Göçer) kendisini bir şey sandığımız biri çıktı ben Türk değilim, bilmem ne benim kökenim dedi. Türkiyeliyim dedi, Türk ulusunu inkâr etti, yok saydı… “On yıldır kusamadığı kini gelinen süreçte artık kusabildiğini” yazdı gazeteler. Eski eşi Türk’müş, bu yüzden çocukları melezmiş buna göre, iyi mi? Biri çıktı, serçeye mi, yoksa kargaya mı her neyeyse bir kuşa benzetileni, “Oğlumun gidemediği yerler benim değildir,” dedi. Bir, çok bilmiş artist, yarışmaların vazgeçilmez jüri üyesi, kurtulalım bu dertten, istediklerini verelim gitsin.” dedi. Neyse onlarcası böyle açığa çıktı. Takkeleri düştü…

Melek sandıklarımız, aslına, şeytana dönüştü anlayacağınız…

Çirkin kral adını takarak bağrımıza bastığımız, kökeni nedir diye bir kez bile aklımıza getirmediğimiz bir çirkin suratlı meğer içten içe bize düşmanlık edermiş, yurdumuzu bölmenin planlarını yapar, bunun için çalışırmış…

Yine o zamanki filmlere bakarsanız Batı’yı bire bir taklit ettirmişler oynattıkları oyuncularına. Batılılar gibi bir geçmişimiz varmış, tarihimiz, coğrafyamız, kültürümüz onlarla benzeşirmiş, tuzu kuru bir ülkenin insanlarıymışız gibi onların bunalımlarını yapay da olsa bize yaşatmaya kalkmışlar… Yaşadığımız bölgeyi, genç cumhuriyetimizin ihtiyaçlarını, dertlerini bize unutturmuşlar…

Her derdi bıraktırmış, aşk acısını baş tacı ettirmişler topluma…
Uyuşturucudan bunalanların (sanki bu dert derdimizmiş gibi) filmleri, zengin kız- fakir oğlan, fakir kız - zengin oğlan öyküleri sarmış ortalığı. İçki, kumar üzerine filmler… İçkiden kumardan ölesiye korkutulmak… İçkiden, onlarca, yüzlerce yuva yıkılma öyküsü… Yer altı dünyasının gücü, çeteler… Yoksullukla, gözyaşıyla başlayan zenginleşme öyküleri… Filmin kahramanı sonunda zengin olunca, hele hele sevdiğine kavuşunca biz de sevinmişiz…

Ulusal benliğimizi saran Amerikan tipi eğitim, ulusal değerlerimizi unutmak, küçümsemek, değersizleştirmek, İngiliz’in diline sarılmak, Batı hayranlığı, Yunan hayranlığı, eski antik yer adlarını korumak, yerine Türkçesini getirmeyi hiç mi hiç düşünmemek, eski Yunan tanrı masallarını bilmeyenin, ezberlemeyenin kalmaması, buna karşın kendi destanlarımızı, özümüzü, kendi özelliklerimizi öğrenmemek hep o günlerin getirdikleridir…

Gerçek düşmanlarımız, iç ve dış düşmanlarımızca yeraltında büyütülen, sarılıp sarmalanan, okşanan, beslenen gericilik, gericiliğin öz kardeşi bölücülük semirirken bunun ayırdında bile olmamışız… Öylesine uyutulmuşuz…

O günlerden bu günlere gelen neredeyse tüm şarkıcı, oyuncu tayfası bizi aldatanların yanında bilinçle yer almışlar. “Açılım” adlı bölücülük ilan edildiğinde hepsi hemen hemen hepsi, “Ben de buradayım. Emrinize amadeyim!” dediler iktidarın başına. İçlerinde tek tek temiz kalanlar, yurtseverler olmaz mı var ama onların olması, çoğunun bölücü, Kürtçü destekçisi, Atatürk Cumhuriyeti’nin düşmanı olduğu gerçeğini değiştirir mi ki?

Eskinin şarkıcılarından, oyuncularından kiminin de ömrü vefa etmedi, bu günleri görmeye. Kemal Sunal gibi sosyal konuları bir Keloğlan masalı diliyle anlatan, güldürürken bizi düşündüren gerçek sanatçılarımız da doğdu bağrımızdan o zamanlar… Yaşasaydı, o da, hiç ummadığımız, bizi yanıltan diğerleri gibi açılımcı olur muydu bilmiyoruz tabii… Orası hep açık kalacak…

Arabeskin şahlandığı yıllar yine aynı yıllar… Güzelim Türk Sanat Müziği’ni, Türk Halk Müziğini öksüz bırakıp, acıların çocuğunu oynayanların arkasına takılmak, batsın bu dünya diyerek ağlamalara, inlemelere müziktir diye yönelmek… Türkülerimize dudak bükmek. Türkülerimizi kaba, basit, yetersiz, çağ dışı görmek… Şarkılarımızı meyhane şarkıları seviyesine indirmek, aşağılamak… Bu olmazsa, bire bir Batı’yı taklit etmek. Onların müziğini benimsetmek, onların müziğine yönelmek… Kendimizi, kendi benliğimizi gözden çıkarmak, yozlaştırmak…

Acılar hep aşk acısıydı; sevdiğinden ayrılmak, ayrı düşmek, sevdiğine kavuşamamak, sevdiğince aldatılmak, sevdiğini özlemek…

Yine filmlerde köylü kızı zengin evlerinde, şehirde küçük görülür, abartılı, ağdalı konuşma, yabancı dil, dans, açık saçık giyinme öğretilince saygı görürdü. Kısacası, sevilirdi…

Türk Sanat Müziği şarkılarının meyhane şarkıları düzeyine indirildiğinin, müziğimize o gözle bakıldığının canlı kanıtları o günlerin kasetleridir. “Meyhane Şarkıları” adı altında kasetler satıldı. Sonra bunları CD’lere yüklediler, aynı adla sattılar. Taş plak meyhaneleri diye. Bu arada bir ihanete daha imza atıldı. Her bir plağın, kasetin arkasına Rumca isimleri yazdılar. “Aleyko’nun Meyhanesi- Hristo’nun meyhanesi - Todori’nin, yok Sotori’nin, yok Mois’in Meyhanesi…

Aleyko’nun Meyhanesi adlı kasette “Keklik dağlarda çağılar” türküsü var, örneğin. “Çayır ince biçemedim,” “Yanık Ömer” bile meyhane şarkısı sayılmış. Zeki Müren’den “Yasemen,” diğer ünlü bestecilerimizin eserleri, “Akşam oldu hüzünlendim ben yine,” “Belki bir sabah geleceksin,” “ Uzayıp giden tren yolları…” hep meyhane müziği kabul edilmiş. Hem de adları ne ilginçtir bu meyhanelerin bir bakar mısınız? Yunan, memleketinde kendi şarkısına böyle bir şeyi yapabilir mi? Yaptırırlar mı?

Daha sonraki yılların ( 1980 öncesi) en gözde arabesk şarkılarından biri de bir anda sevilen, söyleyenini bir anda ünlü ederek aklını, yolunu şaşırtan “Taht kurmuşsun kalbime" şarkısıdır.

“Esengül” adını, gençler günümüzde bile biliyorlar. Bu şarkıyla gazinoların kraliçesi oluveren, yeraltı dünyasının ünlü erkekleriyle olan gönül ilişkileri nedeniyle de o günlerin haberlerinden düşmeyen şaşkın, zavallı kız. Yirmi dördünde hızlı yaşayıp hızlı ölen sarışın taklidi Esengül.

“Bırakamam seni ben, / Yanımdan gidemezsin. / Seviyorsan benimle, / Oturup içeceksin.” diye başlar bu onu ünlü eden, daha sonraki yıllarda da ünlü olmak için şarkıcıların mutlaka okudukları şarkı. Şarkı adını ikinci dörtlüğündeki bir dizeden alır:

“Uzaklarda aramam, / Çünkü sen içimdesin. / Taht kurmuşsun kalbime, / En güzel yerindesin.”


Sözü çok uzattım. Günümüzü, bu şarkıyla yapılanı anlatabilmek için eski günleri, şarkıcıları, şarkıları bir film şeridi gibi gözlerimizin önünden geçirmek gerekliydi…

Şimdi düşününüz, hedefini saklamayan, ülkemizi değiştirmek istediğini, bunun için istiklal savaşı yaptığını, yeni bir Türkiye kuracağını söyleyen, Türkiye Cumhuriyeti’nin TC harflerini bile devletten kaldıran, katilbaşını insan kabul edip, katilden insan, toplum lideri olabilirmiş gibi katille devlet katında görüşen, bölünmeyi destekleyen, bölünmeye öncülük eden bir iktidar var başımızda. Eskiden olduğu gibi, yine dincilikle yayılmacıların desteklediği bölücü Kürtçülük iş birliği içinde.

Dinci iktidarın en çok kullandığı oyun kartlarının biri ise içki. İçki düşmanlığı, tüm içki içenleri sarhoş yerine koymak, aşağılamak… İş birliği ettikleri, yeşil dolarlarına bayıldıkları, gözlerinin içine baktıkları Batılıların ise içkiyle bir dertleri yok. Oturup adam gibi içiyorlar, içmesini biliyorlar. Tıpkı adam gibi içmesini yüzyıllardan beri bilen halkımız gibi… Kimsenin özel yaşamına karışmayan, yediği içtiğiyle değil, büyüklerinin yaptıklarıyla ilgilenen Türk halkının algısıyla, dünyasıyla oynuyorlar bunlar.

Yıllardır, sezdirmeden, ortalığı fazla karıştırmadan sırayla içki satılan yerleri kapattılar. Kapatamadıklarını kent dışına sürdüler. Öğretmen evlerinde bir bir içki satışı yasaklandı. En son, üç ay önce en turistik kentimiz Antalya’da da başladı bu yasak. Ülkemizin yasa yapıcılarına, kimden söz ettiklerinin adını vermeden iki tane ayyaşın yaptığı yasa muteber oluyor da… diye dil uzattılar. Kişiye “tane” denilmeyeceği Türkçe dil bilgisi kuralına bile uyma özeni gösterilmeden söylendi bu talihsiz söz… Açıkça devlet büyüklerimize, içki içen herkese ayyaş damgası vurdular… Türk Hava Yolları’nda çoğu uçuş hattında içki satışı yasaklandı. Devlet kutlamalarında içki servisi, devlet yemeklerinde içki ikramı kaldırıldı. Buna karşılık en çok vergiyi, en büyük geliri içkiye yaptıkları zamlarla aldılar. Çarklarını bununla döndürdüler…

Sonra da bu yılbaşı gecesi devlet televizyonunda, bu en damardan giren eskinin en ünlü içkili gazino şarkısını okutmaya kalkışıyorlar. “Okutsunlar, ne güzel, ne varmış bunda?” dediğinizi duyar gibiyim. Saçmaladığımı, ne dediğimi bilmediğimi düşünüyorsunuz bir an… “Güzel işte halka saygı göstermişler. İçki içerek yılbaşı kutlayanları ayırmamışlar, onları da düşünmüşler… Bu iktidara boşuna yobaz, gerici, dinci diyorsunuz… Bakın herkese aynı mesafedeler. Kendi yaşam tarzlarını kimseye dayatmıyorlar. İçkinin değil asıl düşmanın nasıl içileceğini bilmemek, en büyük düşmanın da hırsızlık, yolsuzluk, rüşvet olduğunu, hırsızlık malı yemek içmek olduğunu biliyorlarmış demek!” diyorsunuz…

İyi, öyle deyin. Ama önce şarkıyı okuttukları şarkıcının bu şarkıyı nasıl okuduğunu bir duyun. Şarkıya yapılan sansüre bir bakın.

Gece yarısı eskinin bu meyhane şarkısını okuyan kadın, bir türkücü. Doğru adıyla Neşe Yılmaz. Tanınan adıyla Zara. Başbakanlık eski danışmanıyla, yakın zamanda danışmanın eşinden ayrılması, kendisinin de sevgilisinden ayrılmasıyla evlenen bir türkücü. Türkü okuması TRT’de ekrana çok sık çıkmasıyla tanınan biri. Yılbaşı gecesi de yine TRT’ye, yani Türkiye Radyo ve Televizyonu’na çıkıyor ve Orhan Akdeniz'in ünlü, “Taht kurmuşsun kalbime ” şarkısını söylüyor. Mavi, loş ışıklar altında. Sesine - tarzına hiç yakışmayan bu şarkıyı, bu kadar işin ustası varken, bu şarkıyı onca güzel okuyan varken TRT’de, TRT’ye yılbaşında çıkarılıp okuyor.

Bir farkla. İktidar gücünün tüm çirkinliklerini, arsızlıklarını, halkın yaşam tarzına karışmalarını gösteren bir şekilde:

“Bırakamam seni ben, / Yanımdan gidemezsin. / Seviyorsan benimle, / Oturup güleceksin.” diyor.

İki kez söyleniyor bu sözler:

“Seviyorsan benimle / Oturup güleceksin!”

“Bırakamam seni ben, / Yanımdan gidemezsin. / Seviyorsan benimle, / Oturup içeceksin.” diye yazılan, okunan bu sözler, evrim değiştirmiş, olmuş mu size, dizenin sonundaki içeceksin sözü, güleceksin!

Türk dilinde, oturup gülmenin anlamı, alay etmek demektir.

İçmek, bir sıvıyı yudumlamak, yutmak. Bir dumanı içe çekmek (sigara içmek). Gülmek, gülme eylemi. Gülmekten kırılmak, çok gülmek demek. Gülüp geçmek ise aldırmamak…

Şimdi bu olanlara ister oturup gülün, ister gülüp geçin…

İsterse, iyice su koyverdi bunlar, insanı aptal yerine koymanın bu kadarına pes doğrusu deyin! Bu anlayışın daha neler yapabileceğini düşünün…

Bu ünlü ettiklerimize de bakıp bakıp iç çekin, kendinize, saflığınıza kızın isterseniz.

Size kalmış…

Feza Tiryaki, 7 Ocak 2014
Kullanıcı küçük betizi
Feza Tiryaki
GM Yazarları
GM Yazarları
 
İletiler: 1012
Kayıt: Sal Kas 09, 2010 14:12

Şu dizine dön: Feza TİRYAKİ

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 1 konuk

x