Türkiye'de Kürt ırkçılığı yaparak herkesin gözünü boyamaya çalışan PKK yandaşları da, ikide bir boyacı küpüne sokup çıkardıkları şu sayın terörist beyi, hangi renge boyayacaklarına bir türlü karar veremediler."Cesur Yürek Mavisi mi yoksa, Mandela Siyahı mı... " derken, adamın suratı badanalı duvara döndü.
Kulakları biraz büyük olsaydı, "kuyruğu da vardır" diyerek, 'Avatar' denemesi bile yaparlardı mutlaka. Bence, bu saatten sonra aramaları gereken ton 'Gece Mavisi'. Zira, kat kat mavi-siyah boyalı zeminde, başka renk tutmaz artık.
Şaka bir yana, son yılların en gözde oyunu olan, simgelerle, sloganlarla insanları aptal yerine koyarak, normal şartlarda kabul etmeyecekleri kandırmacaları ve yönlendirmeleri yutturmaya çalışmanın en beceriksiz örneğini, bir palyaço gibi makyajlanması gerektiği düşünülen Apo'nun sıfatında görüyoruz.
O katil yüzde 'Mandela Siyahı'nın tutması çok zor çünkü, Mandelanın bebekleri öldürdüğünü hiç duymadık. 'Cesur Yürek Mavisi' de, tarihi gerçekler ile siyasi ve sosyal yapılara takla attırmadan, astar boyası bile olamayacak gibi duruyor.
Gayretli bir Katolik olan aktör Mel Gibson'un yönettiği ve başrolünü oynadığı "Cesur Yürek" isimli filmde, 13. yüzyılda İskoçya'yı da topraklarına katmaya çalışan İngiltere Kralı Edvard'ın, İngiliz soylularına "Prima Mocta" yani, yönettikleri bölgede evlenen her kadınla ilk geceyi geçirme hakkını vererek, İngiliz işgâli altında yaşayan İskoç halkının ayaklanmasına sebep oluşu anlatılıyor.
Türkiye'de devletin değil de, aşiret reislerinin, toprak ağalarının ve şıhların yaptıklarını hatırlatan bu İngiliz yönetimiyle ülkemiz arasında benzerlikler bulmak için, Güneydoğu'daki feodallere ve zorla veya aldatarak dağa kaldırdığı kızları, tecavüzcü erkek teröristlere ikram eden PKK'ya bakmak, daha isabetli olur bence.
Ayrıca, "Kürdistan diye bir devlet vardı ve Türkler onu kendi topraklarına katmak istiyorlardı..." şeklindeki bir anlatıma da, bu gezegendeki tarihi kayıtların hiçbirinde rastlanmıyor.
Güney Afrika'daki hikayenin, Öcalan ile Mandela'yı özdeşleştirmeye kalkan Kürt ırkçılarını pişman edecek bir özelliği var. Türkiye'de devletin sahip olduğu ilkelerin aynısını, Mandela'nın 1944 yılında katıldığı ANC (Afrika Ulusal Kongresi) kendi ülkesi için istiyor. Buna karşılık ırkçı beyaz yönetimin savunduğu görüşler ise, PKK'nın ve BDP'nin Türkiye'deki talepleriyle bire bir örtüşüyor.
Irkçı beyaz yönetimin, halkı farklı ırk ve etnik yapılarına göre ayrıştıran, bölen ve birbirlerinin aleyhine kışkırtan politikalarına karşı, ANC'nin ortak talepler etrafında halkın birlikteliğinden yana olduğu görülüyor.
ANC, üniter yapıda ve ırkçı olmayan temelde 'bir kişi bir oy' ve 'genel oy üstünlüğü ile yönetim' ilkelerini savunurken, beyazların ırkçı Ulusal Parti'si, toplumda var olan etnik veya ırksal grup gerçekliğine bağlı kalınmasını istiyor ve ANC'nin önerdiği genel oy temelindeki üniter devlet yaklaşımına karşı çıkıyor. Yürütme yetkisinin oyların %5'inden fazlasını alan siyasi partiler arasında paylaşılmasını, ülkenin federasyona bölünmesini, azınlık partilerine veto yetkisinin verilmesini, hükumet yapılarında etnik grupların belli oranda sandalye sahibi olmasını savunuyor.
Mandela bunu "Ulusal Parti'nin yapmaya çalıştığı şey, bizim rızamızla beyazların üstünlüğünü devam ettirmektir" diye yorumluyor. Yani, Güneydoğu'da ellerinde bulundurdukları feodal yapıyı, anayasa güvencesi altına sokmaya çalışan BDP'li feodallerin, Türkiye'de yapmaya çalıştıkları gibi.
Irkçı beyaz rejimin ANC ile görüşmesi, siyasi bir tercih değil. Ekonomik kriz, prestij kaybı ve %40'a ulaşan işsizlik oranı, siyasi, ekonomik ve sosyal bir zorunluluk oluşturuyor.
Irkçı beyaz yönetim, müzakereleri kontrol etmek, görüşmelerde ANC'nin ve halkın karşı çıkışlarını azaltmak için, daha önce de sık sık kullandığı çatışma ortamı yaratılması, şiddetin ve siyasi gerginliğin toplumsal baskı ve şantaj aracı olarak kullanılması gibi taktikleri, bu dönemde de uyguluyor.
Bağımsız bir Zulu devletini savunan ve 1986 yılından beri ANC ile çatışan İnkatha topluluğunun saldırılarıyla, müzakerelerin başladığı 1990 yılından 1993'e kadar öldürülenlerin sayısı 7000'i geçiyor. BDP'nin PKK ile ilişkisine benzer bir biçimde, ırkçı beyaz yönetim ile Zulu partisi İnkatha arasında gizli bir anlaşma olduğu ve ANC'ye karşı mücadele etmeleri için kamu fonlarından para aktarıldığı ortaya çıkıyor.
Büyük fedakârlıklar yaparak, çok sayıda can ve mal kaybederek, büyük acılarla ulusal kurtuluş savaşı verenler, zaferden sonra halk ve ülke için ekonomik, sosyal ve siyasi politikalar izlemezlerse, gene emperyalizmin kucağına düşerler.
Biz bu şartı Atatürk sayesinde yerine getirdik ama, 1938'den sonra ne yazık ki başlayan İkinci Cumhuriyet, başarıyı devam ettiremedi ve çalkantılı bir dönemden sonra 1980 askeri darbesi, Özal yönetimi, Kemâl Derviş finans darbesi ve nihayet AKP sivil darbesi ile emperyalizmin tasması boynumuza geçti.
Zavallı Güney Afrikalılar ise, bizim gibi gururla anacakları onurlu bir dönem geçiremeden bütün tuzaklara düştüler çünkü, onların zaferi, sosyalist ideolojinin çöktüğü ve emperyalist sistemin, yeni liberal politikalarıyla dünyaya egemen olduğu bir zamana rastladı.
Dünya ve bölge ölçeğinde dış ve iç desteğe ulaşabilmek için, emperyalist kapitalist sistemden alınması gereken onay, ancak, halkın tüm alanlarda kendi ihtiyaçları doğrultusunda egemenlik haklarını kullanması, yabancı güçlerin sömürüsüne son verilmesi, yerli işbirlikçilerin haksızlıkla elde ettikleri zenginliklerin kamulaştırılması, madenlerin millileştirilmesi, toprak reformu gibi ulusal ekonomik ve sosyal hedeflerden vazgeçmekle sağlanabildi.
Bu dönemde hızla Akepeleşen ve ırkçı rejim zamanında uygulanan serbest piyasa politikalarını sürdüren ANC, ırkçı beyaz yönetimin hükumetleri tarafından cesaret edilemeyen serbest piyasa adımlarını atmaya başladı.
Uluslararası mali kuruluşlarla birlikte hazırlanan yeni ekonomik program ile büyük sermaye çevrelerinin çıkarlarını kollayan, kamu kuruluşlarını özelleştiren, kamu harcamalarını kısan, ulusal parayı korumaktan kaçınan, gümrükleri indiren bir çok ekonomik karar alındı.
Bütün dikkatini, siyasi iktidarın kendisine devredilmesi üzerine yoğunlaştıran halk, müzakereleri çok ateşli geçen siyasi konuların gölgesinde kalan ekonomik konularla ilgili anlaşmalarda, kapitalist sömürüyü sınırlandıran tüm vaatlerin terk edildiğini iş işten geçtikten sonra fark etti ve var olan ekonomik yapıyı koruyarak, sömürü sistemini aynen sürdüren, ülkeyi ırk ayrımına dayalı rejimden sosyal ayrıma dayalı rejime geçiren bu değişikliği, "boynumuzdaki zinciri alıp, ayak bileklerimize taktılar" cümlesiyle tanımladı.
Tabii bu gelişmelerden sonra, küresel haydutların elindeki Batı basınında Mandela bir kahraman yapıldı ve kendisine Nobel Barış Ödülü verildi.
Aynı şakacı ödülü, Afrika'nın kuzeyi ve Ortadoğu'da saldırmadığı pek az ülke kalan, Obama da almıştı. Kimlere, hangi maksatlarla verildiği anlaşıldığından beri, özellikle de Nobel'in bu cinsi, düzgün insanların kâbusu haline geldi. Dürüst ve namuslu kişiler, kendilerine yanlışlıkla veya kasıtlı olarak Nobel verilmesinin korkusunu her sene yaşıyorlar.
Kader, hiç kimseyi Batı'dan ödül alacak bir duruma düşürmesin.
'Siyasi' veya 'demokratik' çözüm adı altında bölücülüğe hizmet etmek isteyenlerin, Türkiye'deki gibi bölücü terör sorunu yaşayan başka ülkelerle karşılaştırmalar yapıp, işlerine geldiği biçimde kullanacakları sonuçlar çıkarmaya çalıştıklarını biliyoruz.
Bu amaçla PKK'nın, ETA ve IRA ile karşılaştırılmasına sık sık rastlıyoruz. Doğrusu, yakından bakınca ETA ve IRA, PKK'nın yanında ana okulu yaramazları gibi görünüyorlar.
Çok sayıda ve yaygın eylemlerde, asker-sivil ayırmadan acımasız katliamlar yaparak saldıran PKK, 24 yılda 35.000 İNSAN öldürürken, daha eğitimli militanlara sahip, sivilleri hedef almayan ETA'nın, cana ve mala zarar vermekten ziyade, hükumeti zor durumda bırakıp müzakereye zorlamak ve tavizler koparmak için yaptığı eylemlerde, 38 yılda 817 kişi hayatını kaybetmiş.
ETA, Katolik radikalizmden anti-kapitalizme, oradan da Bask ülkesinin bağımsızlığını isteyen Marksist-Leninist bir harekete dönüşmüş. PKK ise, Marksist-Leninist bir örgüt olarak yola çıkıp, Mao'cu stratejiyi takip eden THKP-C lideri Mahir Çayan'dan feyz alarak devam etmiş, sonunda da vahşi kapitalizmin küresel baronlarının ve Amerikan emperyalizminin silahlı taşeronu durumuna düşmüş.
ETA, en fazla eylemi, 'terör ile mücadele kapsamında demokratik açılım' diye başlayan taviz sürecinde yapmış. 444 eylemin 379'u bu sürece rastlarken, 65 tanesi, görüşmelerin kesildiği 'sıfır taviz' dönemlerinde yapılmış. Kendini güçlü hissettiğinde harekete geçen PKK ise, 2009'dan beri muhatap alınma umudu ile saldırılarını ve cinayetlerini arttırdı.
Bizim Güneydoğunun aksine, kendi kendine yetebilen bir sanayi bölgesi olan Bask yöresi, ekonomik açıdan İspanya'nın en gelişmiş yeri. 2,5 milyon nüfuslu 17.000 kilometre kare (Adana kadar) büyüklüğündeki bölgede yaşayan Basklar, zenginliklerini paylaşmamak için İspanya'nın diğer bölgelerine gidip yerleşmek ve oralarla bütünleşmek istemiyorlar. Aralarında karşılıklı bir ayrım ve soğukluk var. Birlikte aile kuranlar yok denecek kadar az.
Buna karşılık, her bölgeden gelen her insanın her yerinde oturabildiği, ekmeğini kazanmak için istediği yere yerleşip çalışabildiği Türkiye'de, beraber çalışıp yaşayan, her şeyi paylaşan, evlenip kaynaşan ve birbirinden ayrılmak istemeyen bir toplum var.
Türkiye'nin bölünmesini arzu edenler, Güneydoğu'ya demokrasinin girmesini engellemeye çalışan statükocu feodaller, Türkiye'yi kendi planlarına uygun bir şekle sokmak isteyen ABD ile Büyük İsrail peşinde koşan siyonistler ve tabii, bütün konulara "ne olursa olsun, yeter ki Türklere zarar versin" düşüncesiyle bakan ve yaklaşan AB.
Bask bölgesine verilen özerklik, ETA terörünü durdurmamış. Ayrılıkçı hareketler güçlenerek devam ediyor. Avrupa Birliği'ne tam üyelik sürecinde temelleri atılan ve geliştirilen İspanya modelinin, engellemek yerine bölünmeyi teşvik ettiği ve hatta sağladığı görülüyor.
Her ne kadar 'devlet-terör örgütü' mücadelesi bakımından örnek gösterilmeye çalışılsa da "İngiltere + Kuzey İrlanda + IRA = Türkiye + Güneydoğu + PKK" şeklindeki bir denklem, doğru değil. Denklemin sol tarafında İngiltere olacaksa, IRA'nın yerine Protestan terör örgütleri ve sağ tarafta da Türkiye yerine ABD yazılmalı.
Türkiyeli doğru denklem "İrlanda + Kuzey İrlanda + (UFF, UVF, UDA, LVF) = Türkiye + Güneydoğu + PKK" şeklinde olmalı çünkü İrlanda'da PKK gibi bölücülük yapan terör hareketi, Katolik IRA değil. İngiltere hesabına İrlandanın bölünmesinde çalışan Protestan terör örgütleri olan UFF (Ulster Özgürlük Savaşçıları), UVF (Ulster Gönüllü Gücü), UDA (Ulster Savunma Birliği) ve LVF (Birlikçi Gönüllü Gücü).
1169 yılında, adanın hakimiyeti için çatışan İrlandalı klanlardan birine destek bahanesiyle adaya çıkan İngiliz ordusu, 843 yıldır işgâl altında tuttuğu Kuzey İrlanda'da, Katolik-Protestan karşıtlığından meydana gelen mezhep kavgasını körükleyerek, bir kan davasına dönüştürmüş.
17, yüzyılda başlayan kolonileştirme sürecinin sonunda 1800 yılında adanın İngiltere'ye bağlanmasıyla, mülkiyet hakkından eğitime, siyasi görevlerden iş hayatına, Katolikleri ikinci sınıf vatandaş durumuna düşüren, onlara ağır cezalar getiren, açlıkla yola getirip katliamlarla hizaya sokmak isteyen bir düzen kurulmuş.
Bu düzene karşı yapılan mücadele sayesinde kurulan Serbest İrlanda Cumhuriyeti'nin İngiltere tarafından tanınmasında, biz Türklerin de payı var. İrlanda Cumhuriyet Ordusu ile İngiltere arasında 1919'da başlayan savaş, Türk Kurtuluş Savaşı nedeniyle güç duruma düşen İngilizlerin barış yapmak zorunda kalmasıyla, 1921'de Sinn Fein ile imzalanan anlaşmayla sona ermiş. İngiliz ordusu, Ulster dışındaki bölgelerden çekilmiş ve bu bölge hariç olmak üzere bağımsız İrlanda devleti kurulmuş.
İrlanda meclisinde ve IRA içinde bir grup, anlaşmadaki İngiltere vurgusu olan "majestelerine bağlı" ifadesine ve ülkenin bölünmesine karşı çıkarak, Kuzey İrlanda'da hak iddia eden bir anayasanın yazılmasını sağlamış. O günden beri zaman zaman kanlı devam eden çatışmalarda, zaten çoğunluğu yerleştirilmiş İngiliz olan İngiltere taraftarı Protestanlar, son kırk yılda 392 Katolik militanı ve 1233 Katolik sivili öldürmüşler. Buna karşılık IRA'nın aynı dönemde öldürdüğü Protestan sayısı, 144 militan ve 698 sivil, şeklinde.
Rakamlardan da anlaşıldığı üzere, Kuzey İrlanda'da terör sorununu IRA'nın varlığı yaratmadığı gibi, yokluğu da ortadan kaldırmayacak.
Okurken, yazarken, dinlerken, konuşurken, düşünürken, karar verirken ve yaparken, her şeyden önce hiç aklımızdan çıkarmamamız ve hep dikkat etmemiz gereken bir gerçek var ; 'Bölücü terör ile mücadele, insan hakları, uluslararası hukuk, halkın tanımı, ayrılma uygulamaları, özerklik' konularında sanki uluslararası örgütlerde ve Birleşmiş Milletler'de tüm dünya ülkelerince bir fikir birliğine varılmış, tanımlama ve uygulama kısımlarında hiçbir tartışma, çatışma yokmuş, herkesin uyması şart olan evrensel kurallar varmış gibi davranmak, plan proje sahibi ülkelerin kötü niyetli dayatmalarına karşı bizi savunmasız bırakır.
Bu konulardaki bütün boyalı 'AK Kaşık'ların, zehirli sütten çıktığını unutmamalıyız.
AB'nin kendi içinde çok derin görüş ayrılıkları yaşadığı ve tariflerinde bile anlaşamadığı bu kavramlarla ilgili olarak Türkiye'ye karşı tavrının, PKK kongrelerinde alınan kararları, 'Uyum Yasaları', 'Yapısal Reform', 'İlerleme Raporu', 'demokratikleşme' gibi fiyakalı isimler altında bize yutturmaya çalışmaktan ibaret olduğunu, hep hatırlayalım.
Selçuk TINAZ, 19 Haziran 2012