Roman Üzerine Düşünceler Filmi Yakılan Roman: Yorgun Savaşçı

Roman Üzerine Düşünceler Filmi Yakılan Roman: Yorgun Savaşçı

İletigönderen Feza Tiryaki » Cum Şub 02, 2018 0:08

Okuduklarım (3)

Roman Üzerine Düşünceler
Filmi Yakılan Roman: Yorgun Savaşçı

(1- Roman Üzerine 2- Yorgun Savaşçı)

1- ROMAN ÜZERİNE
Romanda konu öykü gibi anlatılmaz. Uzun bir süreç, geniş bir bakış acısıyla okura aktarılır. Okura anlatılacak konu, sanki yaşatılır, okuduğun yaşam anlatısının derinliğinde yiter gidersin. Anlatılmak istenen olay, verilmek istenen duygu, düşünce, belirtilen yer ve zamanda, canlandırılan kişilerce okura iyi aktarılıyorsa okunan romanın tadına doyulmaz.

Romanda yazar, kendi yaşadıklarından da anlatır, gözlemlerini, duygularını yarattığı kişilerce belirtir. Gerçek neresidir, yazarın düşleri nereden başlar bilemeyiz. Kendi yaşamından roman yazanlar, tanıdıklarından roman kahramanı yaratanlar… Düşgücüyle gelecek romanı yazanlar, bilgiyle donanarak tarihi konuları işleyenler… Akıl yürütmeye dayalı polisiye romanlar, savaş romanları, gerilim – macera romanları…

Romanların sırf insanlar iyi vakit geçirsin, okuyup eğlensinler diye yazılanları vardır kuşkusuz. Pembe romanlar bunlardan. Kırmızıları, uçlarda gezinenler, bunalımdakiler için. En çok, geride belge bırakmak, siyasi bir nedenle, bir dönemi her yönüyle anlatmak, geleceğe taşımak için yazılır romanlar.

Romanda, romanın baş kişileri benimsetilir okura, kendini onun yerine koyarsın, roman kişileri, anlatıcı aracılığıyla okuyanın algısını etkiler. Yaratılan kişiler romancının dili güzel ve akıcıysa gerçekmişler gibi okuyanları sarsar. İstediğin kadar bölücülük yap, yobazlığı, ulusuna düşmanlığı benimsetmeye çalış, kimseye dinletemezsin ama bu konularda, kendini belli etmeden, hele bir de araya bir sevda öyküsü sıkıştırarak, insancıl bir havayla bir roman yazdın mı işi bitirirsin. Okurunun bir kısmını kandırırsın, kananlar da kanmayanları kandırmaya soyunurlar… Romandaki kahramanlar aracılığıyla okuyan yavaş yavaş şırıngayı yer.

Dincilerin yeni türeyen romancıları, okuyan, çalışan, üreten kadınlara karşı düşmanlıklarını açıktan belli etmeden, romanlarında ince ince işliyorlar. Roman kahramanları kadın olsun erkek olsun bir tornadan çıkmışlar. Erkekler paranın verdiği güçle şımarmış, kadınlar, erkeğe boyun büken ezik tipler. Kitap okuma nedir bilmeyen, akılları cinsellikte, parada, gösterişte, güzel yaşamda olan, kadınları örtünen, işe gitmeyen, hazır yiyici, görevi evle kısıtlanan yeni bir insan türü yaratılmış dincilerin romanlarında. Etnik kimlikleri de kaşımayı unutmuyorlar. Nedense bölücülükle dincilik at başı gider bizde, yanyana, el eledirler. Eğitimliler, yüksek kamu görevlileri, maaşıyla geçimini sağlayanlar, emekçiler, ticaretle para kazananın yanında küçümsenir. Lüks yaşama, gösterişe düşkün dinci, aynı görüşü roman kahramanlarıyla veriyor. Şirket sahibi dinci, sanki çalışanlarına ücret yerine sadaka veriyor… Verilmek istenen algı: Güç; parada, gösterişte, iş bilmede, alım satımda… Bir de Osmanlı hayranlığında… Her iki satırda Cumhuriyetine düşman bir şeyler gevelemeseler olmaz…

Gizli – açık bölücüler de (eski solcular), aynı yöntemle zehirlediler Türk toplumunu. En ummadığın kişi, kitabının öyle bir yerine, öyle bir söz koyuyor ki, o sözün okuyucunun bilincini etkilememesi olanaksız. O anda üstünde düşünmese, okuyup geçse bile okuduğu, onu, zamanı gelince ele geçiriyor, yurduna, ulusuna, askerine, Cumhuriyetine yabancılaştırıyor. Eli kanlılığı, devletine başkaldırmayı, yurduna ihaneti, sözde insanlık kılıfına sarıyor, hap gibi yutturuyorlar alıcılarına…

Dünyaca ünlü, klasik, çeviri romanları çok okunur ülkemizde, bu ünlü romanların filmleri de mutlaka çevrilmiştir. İster Rus yazınından, ister İngiliz, Amerikan, Fransız… yazınından olsun, yabancı romanında ortak bir nokta var, dillerine, törelerine, ülkelerine, insanlarına sevgi. Her satırında dil sevgisini, ülke sevgisini, doğa, kültür sevgisini duyumsarsınız. En kötü karakteri bile anlatırlarken karalamazlar ülkelerini; tarihlerini, büyük tarihi kişilerini görünmez bir sevgiyle sarıp sarmalarlar.

Ülkelerinin yoksul günlerini, yoksul insanlarını mı anlatacaklar, yönetimlerini yerin dibine sokmadan, kin düşmanlık aşılamadan, devletlerine kötülük etmeden anlatırlar küçük insan öykülerini.

Yabancıların romancıları, ülkelerinde o bizden bu sizden diye ayrılmaz, hepsi onlara, dillerine, kültürlerine hizmet etmişlerdir, değerlidirler.

Okurken dikkat ediniz, bu bakışla bakınız romanlara, söyleyin haksız mıyım?

Aydınlarımız en önce, Cumhuriyetin muhafızları olmalılardı. O yıllarda doğan, Cumhuriyetle yetişen yazarlarımızın dökülen haline, yazdıklarına bakıp da utanıyor insan. Kendi küçücük akıllarıyla, birden bire Cumhuriyetle birey olup, hazır devleti de çabalamadan buluverince, akıl vermeye kalkışıyorlar Atatürk’e. Onu beğenmiyorlar, bunu beğenmiyorlar, yeni kurulan devletimize, yönetim biçimine, yeniliklerine çoğu karşı çıkıyor, kimi de sinsi davranıyor, kendini gizliyor, kitaplarıyla gizlice saldırıyor algılara.

O dönemin (1927) gençliğine değil miydi Gençliğe Hitabe’nin sözleri ilk kez?

“Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyetini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir.”

Şimdi büyük yazar, büyük şair diye paylaşamadığımız, yere göğe koyamadığımız büyük adlardan hangisi bu muhafızlığı yaptı? Tam tersine, Sovyetlere bile öykündüler. Çin’in, Küba’nın lideri, liderleri oldu da, bir Atatürk’ü göremediler. Kimi yaşamı boyunca Türkçe yazdı düşündü de, Osmanlı dönemine dönmeyi aşılamaktan bıkmadı. Yenilikleri desteklemediler. Yurt dışına öğretim – eğitim için gönderilenler görevlerini unuttular, Türk devrimlerini yaşatmak için çaba göstermediler… Çoğu sen ben kavgasına girişti, kendini beğendi, kalemlerini Cumhuriyet muhafızlığına kullanmadılar, tam tersine yıkıcılık yaptılar… Orduda isyan çıkartmakla suçlananlar, Atatürk döneminde Cumhuriyet karşıtlığından hapse düşenler…

Daha Cumhuriyet on beş yılını yeni doldurmuş, Atatürk hayatta, bizdeki Cumhuriyet yazarları hapis yatacak suçlar işliyorlar, yönetimlerinin karşısındalar. Kiminin kuyruk acısı tüm kitaplarında sürüyor. Sarıldıkları yoksulluk edebiyatıyla iç karartanlar, yoksulluğun suçunu Cumhuriyete kesmeye kalkışanlar öyle çoktu ki…

Atatürk yazısıyla, Cumhuriyetin aydınlığıyla gelişen Türkçeyle, yazarlık ettiler de, o yazıyı armağan eden, dilimizi, dilimize hiç mi hiç uymayan Arapça seslerden kurtaran, geliştiren “Yüce Önder”e, bağımsız, laik Cumhuriyetin kahraman kurucularına gönül borcu duymadılar. Eskiye özlemle doluydu kimi… Kinlerinin büyüklüğünden kaleme sarılanlar… Bugünlerin taşları böyle böyle döşenmiş olmalı. Atatürk’ün bu sözü de o yıllara (1924) aitti:

“Öğretmenler, Cumhuriyet sizden fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller ister.”

Yazarlar da öğretmen sayılırdı. Okuma yazma seferberliğinde yurdumuz okula çevrilmişti. Çoğu ünlü aydınımız neyi öğretti? Cumhuriyetimizi kötülemeyi, beğenmemeyi, yenilikleri kınamayı, Sovyet’in kanlı – katı yönetimine imrendirmeyi iş sandılar… Bunu yapanlardan Kurtuluş Savaşı’nda hangisi bulundu, savaşı hangisi yaşayarak yazdı?

“Üç Kemaller”miş adları Yaşar Kemal’in, Orhan Kemal’in, Kemal Tahir’in. Bakın tanıtımları genellikle şu sözlerle başlar: “Türk yazınının büyük ustaları.” Üçü de aynı dönemin insanı. 1923, 1914, 1910 yıllarında doğmuşlar. Üçünün de adı takma. Üçü de, soyadı yasasına “muhaliflik” etmişler. Yine aynı dönemde Sabahattin Ali (1907), soyadı yerine baba adı Ali’yi kullanmış Osmanlı’da olduğu gibi; eski usulü sürdürmeyi, baba adını soyadı gibi kullanmayı, soyadı yasasını çiğnemeyi “Cumhuriyet yazarları” bir şey saymışlar. Nedense üç Kemal de Cumhuriyet yönetimiyle sorunlu imiş. Aynı çağın kişisi Nazım Hikmet’i de (1902) katabiliriz soyadı kullanmayanlara, genç Cumhuriyetimizi eleştirenlere. Hikmet, Nazım’ın baba adıdır, soyadı olarak onu kullanmıştır. Bu nasıl bir rastlantı mı demeli, ne demeli, bu, Atatürk dönemindeki soyadı karşıtlığına? Yaşar Kemal, adını (Kemal Sadık Göğceli) değiştirmiş, adı soyadı olmuş, Orhan Kemal (Mehmet Raşit Öğütçü), babası (yönetime karşıtlıktan yargılanmamak için 1930’da Suriye’ye kaçmış)Abdülkadir Kemali’nin adından Kemal yaratmış, soyadı diye almış, Kemal Tahir, Demir olan soyadını bırakmış, babasınınTahir olan adını soyadı yerine kullanmış. Refik Halit Karay (1888), 1922’nin sürgünlerinden, Kurtuluş Savaşı’nda posta müdürüymüş, Milli Mücadele’yi kösteklemek için yapmadığını koymamış, Milli Mücadele’ye yazılarıyla da karşı çıkmış. 1938’deki afla geri gelmiş. Sonrası, büyük Türk yazarı. Ya başarılı olsaydı, Atatürk’e kötülük edebilseydi, Milli Mücadele başlarken bitseydi?

Aynı yıllarda (1904) doğan, 1924’te Cumhuriyet yönetimince Avrupa’ya okuması için gönderilenlerden biri olan Necip Fazıl Kısakürek, borcunu çoğu benzeri gibi Cumhuriyet karşıtlığıyla, Cumhuriyetin değerleriyle çatışmayla, padişahçılıkla, İslamcılıkla ödemedi mi? Köy Enstitülerini bitiren yazarlarımızın çoğu da, kendini adam eden Cumhuriyete vurmaktan çekinmemişler.
Cumhuriyetimizi, kötüleyerek, kurumlarıyla alay ederek yazma modaydı bir dönem.

Türk insanını, Türk Cumhuriyetini kötüleme derecesine göre de ödüller aldılar yazarlarımız Batı’dan. Bu tür kitaplar yabancı dillere çevrildi. Yazarları büyük yazar sayıldılar, ülkemizi, insanımızı kötüleyenler büyük filmci sayıldılar, büyük şair sayıldılar… Ulusalcı yazarlarımızın yurtdışında esamesi okunmadı. Lise ders kitaplarımızda “Divan Edebiyatı”na verilen yere ne demeli? Dilini anlamadığımız bu edebiyat, bilgi olarak verilmedi, tanıtılmadı, ısrarla aruz vezinleriyle, “failatun”larıyla, gereksiz bilgilerle alıştırmalı öğretildi. Türkçe sevilmesin; dil devrimimiz başarısız olsun, eskiye dönülsün diye az çalışılmadı.

Kanla irfanla kurulan Cumhuriyetin eli kalem tutan muhafızları bu kadar az olmamalıydı, değer bilmezler ödüllendirilmemeli, hak etmedikleri yerlere getirilmemeliydi…

“Bugünlere nasıl gelindi? Cumhuriyetimiz neden bu durumda?

Atatürk Cumhuriyetini, nasıl kuruluş ilkelerinden bu kadar uzaklaştırdık, karşı devrime nasıl kayıtsız şartsız teslim olunuldu, aradan yüz yıl bile geçmeden? Durduk yerde, ardındaki tuzağa aldırmadan, tek adamlığı, çağ dışı anlayışa – saraylara dönmeyi, nasıl halkımıza oylattık? Ülkeyi yönetenlerin, gücü elinde tutanların Lozan’ı bile tartıştıkları, askerimizin Suriyeli savaş kaçkınlarının, devletlerine başkaldıranların yanına uygun görüldüğü bu günlere nasıl gelindi?

Cumhuriyet kurumlarının dönüştürülmesinde; günümüz aydınının devletine kayıtsızlığında, bölücülerle birlik olmalarında, yobazlığın hortlatılmasında Cumhuriyet dönemi aydınlarının büyük rolü vardır kuşkusuz. Atatürk Cumhuriyetini kötüleye yere, sevgisizce yaza çize gönülleri kararttılar, güzellikleri yazmadılar, bize bizi sevgiyle anlatmadılar… Ya, Batı’ya özendirdiler, ya başka liderlerin ardına düşürdüler… Özüne yabancı, Batı’ya, yabancı dillere, Arap’a, Arap’ın diline töresine hayran, Atatürk ilkelerini bilmeyen, ezberci yeni bir kuşak yaratılıyor, görmemek olası mı?

*

2- YORGUN SAVAŞÇI

Bir zamanlar çok tartışılan bu kitabı, Kurtuluş Savaşı yıllarının bir kısmını, İstanbul’un işgaliyle başlayarak anlatan, Kemal Tahir’in “Yorgun Savaşçı” romanını çok istememe karşı bir türlü okuyamamıştım. Her defasında başlayıp bırakmıştım. Bu kez, elimde kalem, kitabın sayfalarını çize çize okuyacağım için sonuna kadar dayandım, bitirdim.

En çok, çekilen filminin yakılmasıyla ünlenen bu romanı, filminin neden böyle tantanayla yakıldığını anlamak için okumak istiyordum.

Sanırım filmi de, zaten bunun için yakmışlar. Zor okunan, fazla okunmayacağı belli bir romanın ilgi çekmesi için. Yakılması öyle akıllara kazınmış, öyle etkileyici olmuş ki, bu konuda yüzlerce, binlerce haber yayınlanmış. Halit Refiğ denilince, “Yorgun Savaşçı,” “Yorgun Savaşçı” denilince Kemal Tahir, Halit Refiğ birlikte anılır olmuş. Ecevit’in çok tartışılan, o ünlü bakanlarından, Ecevit’i 2002’de yolun yarısında bırakan, Yunanistancı İsmail Cem’in TRT genel müdürlüğü döneminde bu romanın filme çekilmesi için anlaşılmış. Evren döneminden önce başlanıp, 1981’de bitirilen bu romanın filmi, devletin televizyonunca (TRT) duyurula anlatıla, göze sokula sokula çekilip sonra dönemin başbakanının (Bülent Ulusu) bir komisyona dayandırdığı kararla, sözde, tüm kopyalarıyla yakılmış. O günlerde herkesi almıştı bir merak. Bir de içten içe yazıklama. “Neye yaktılar, yazık değil mi paraya, emeğe… Vah vah…” Sanki bir şeyleri yitirmişiz, yerine getirelemeyecek değerlerimiz uçmuş. TRT iflas edecek, parası boşa gitmiş. Türk halkı bu filmi TV’de seyretmese ölecek…

Yıllar sonra yine aynı TRT’de, dizisi özel bir kanal için yeniden yapılıyor diye apar topar sözde saklı bir kopyası izlettirildi de ne oldu? Kıyamet mi koptu? Boşuna kazan kaynatıldığı, filmin ilgi çekmediği anlaşıldı.

Ne yazılmıştı kitapta, o dönem nasıl anlatılmıştı da sakıncalı bulunmuştu hem de filmi çekildikten, abartılı onca reklamdan, masraftan sonra çekilen bu film neden yakılmıştı?

İyi roman okurları bilirler, her romanın başlangıcı biraz sıkıcıdır. Neyin, ne olduğunu ne anlatılacağını anlayana, konuya girene kadar zorlanırsın okumada. Sonra bir yere gelirsin, artık seni kimse durduramaz, kitap elinden düşmez, okurken zamanı anlamaz, kitapla sabahlarsın. Bazı romanlarda da ne yapsan etsen takılır kalırsın, dur, belki açılır, dur, biraz daha dayanayım, düzelir, akıcı olur dersin… Boşuna, olmaz… Orhan Pamuk kitapları zor okunan, insana okuma zevki vermeyen, dili düğümlü, anlaşılmaz kitaplara örnektir… Yapılan reklama kapılıp onun “Kar, Kara Kitap” gibi pek şişirilen kitaplarını okumak isteyip de yarıya bile gelemeden bırakan ne çok kişi duymuştum. Aman ayıplamasınlar, üf adam ödüllü, “böyyük” yazar, okuyayım, ha gayret!.. Yok okunmuyor…

Kemal Tahir’in kitabı da öyle. Bitirene kadar canımdan can çıktı.

Belgeleri, bilgileri toplamış, ama kimin kim olduğu belirtilmemiş, baştan sona konuşmalı, kim konuşuyor anlamak için durmadan sayfanın başına dönülen, okurken merak uyandırmayan, sevgisiz, askere çirkin lakaplar takılan, bol argolu, kaba dilli, Çanakkale Savaşı şehitlerinin dul eşlerini bile inciten bir roman yazmış yazar.

Ali Kemal geçiyor kaç yerde, bu o linç edilen (1922) hain Ali Kemal mi anlamıyorsun, altta açıklaması yok kişilerin. Yalnızca “İçişleri Bakanı” diye geçiyor sanı.

Romandaki adların çoğu tarihi adlar. Birçok tarihi kişinin, komutanın, çetecinin adı var; kitap, belgesel desen, belgesele tam uymuyor. Adları geçtikçe tarihi adların kim oldukları sayfa altlarında tanıtılmalıydı. Kim hayali, kim gerçek anlamalıydık. Gerçek kişiler, hayali adlar bari önsözde belirtilseydi. Çerkez Ethem neredeyse büyük bir bölümün başkişisi. Gerçek karakter. “Çerkezce” konuşuyor çetesiyle. Çerkez Ethem’e, “bizim garip komutan”, çetecinin kızgınlığı geçsin, içi soğusun rahatlasın diye hapisten gelişigüzel üç suçluyu veriyor, yollarda, ipte sallandırması için. Verdiği suçlulardan biri, Rum kızına tecavüzden hapisteymiş. Böylece Rumların işgal ettikleri yerlerdeki tecavüzleri yerine, Türk’ün Rum’a tecavüzü (?) algılara kazınıyor. Yunan ve İngiliz subaylar pek kibarlar, biraz da safçalar (?) anlatılanlara göre… Çok sempatikler çok… Türk komutanlar aciz, düşüncesiz gösteriliyor. Bir tek başkişi Cemil, adam. O da nasıl adam ama, o devirde (1919), Çanakkale şehidi Nazım teğmenin eşi, yedi yaşında oğlu olan teyzesinin dul kızını ayartmış, misafir gittiği teyze evinde onunla uzun süre ilişkiye girmekten çekinmemiş. Teyze kızı Neriman’ın hamile olduğu anlaşılmadan da, apar topar evde imamın nikahı. Teyzesinin evindeki imam nikahı sayesinde arkadaşlarıyla kaldığı evdeki baskından kurtuluyor Cemil, saklanacak yer derdine düşüyor. İstanbul’da şehit eşleri parayla kendilerini satıyorlar. Bu Cemil’i beğenen biri, diğer subayla (Teğmen Molla Recep) yan odaya geçerken aşka gelip onu öpüyor bile. O derece seviye düşük… Ne utanma, ne onur… Şehit çocukları, parklarda, “Çocukçu” hocalarca bozuk para karşılığı o türlü kullanılıyorlar. Adını da veriyor: “Ayasofya kayyumlarından çocukçu Abdi.” Ordunun ne askerinde ne asker eşlerinde namus anlayışı kalmış romana göre. Bir avuç mücadeleci, Cemil’in arkadaşları.

“Arap Maksut” karakolda yüzbaşı. Cemil’le sohbetinden:

“Babam rahmetli bir beyit okurdu: “Dostlar yağmaya koyulmakta düşmanlara parmak ısırtır / Tanrı bir yerde çöküş belirtisi göstermesin…” İşte o hesap…Bunların çoğu ağzı köpüklü ittihatçıydı. Cemiyet adına rezillik bırakmaz yaparlardı, dur – otur bilmezlerdi. Şimdi çoğu şantajla geçiniyor… Bekirağa Bölüğü’nde yalnız politika tutukluları yok… Yetmiş iki millet yığılmış…”

Roman kahramanı topcu yüzbaşı Cemil’i sevemiyorsun, yazar, bu kişiliği öyle şişiriyor ki, Kurtuluş Savaşı’nın tek kahramanı olarak algılanacak neredeyse… “Gözü pek, saldırgan.” Yüce önderimiz Mustafa Kemal Atatürk romanda şöyle bir geçen ad. Bildirilerinden söz ediliyor bir iki yerde, telgrafları konuşuluyor. Hani hiç geçirmeyecekler adını ama ayıp olmasın misali… Bir yerde de bayağı küçükseniyor.

Halil Paşa ile muhabetteler. Kimler? Cemil’le, Patriyot Ömer (subay), Doktor Münür:

“ – Paşa amca, içinde eriyecek bir şey varmış gibi kadehini bir zaman çalkaladı – Aklında mı Patriyot?.. Bu Mustafa Kemal… Bir gece… Kazaya uğrayacaktı az kalsın!
– Evet!
– Son saniyede kıyamadık. Hatırladın mı? Elini cebine atıp duvara sırtını dayadı da. “ Ne istiyorsunuz?” diye sorduydu.
– Evet!
– Halil Paşa dikkatle yüzüne bakan Münür’den gözlerini kaçırdı.
– Bileğini tuttum bunun doktor… “ Sen misin Kemal Bey? dedim. “ Benim” dedi. “ Başkasına benzettik!” dedim. “ Olur böyle yanlışlıklar, gece karanlığında…” diye güldü; savdım Patriyot’u, gittik içtik! İyi komutandır! Kıyıcıdır, taktikte olsun, ıstıratejide olsun taarruzdan yanadır!
– Neden vurmak istemiştiniz?
– Enver Paşa’yla anlaşamadı baştan beri… “ Orduyu siyasetten çekin” diye tuturdu. Sanki kışlalarına dönse de ordu siyasetin içinde değilmiş gibi…
Cemil bu söze çok şaştı:
– Kışlalarına çekilen ordu gene siyasette mi sayılır?”

Bundan sonra kendi akıllarını veriyorlar, “memleket yararına ise neden silahlı kuvvetlerde siyaset yapılmasın, yapılmazsa sırasında felaket olur.” diyorlar.

Madem yüce önderimiz anlatılıyor, orada akıl verilmez, başkasının dediğini düzelt, akıl ver değil mi? Kemal Tahir gerçekten coşmuş bu romanı yazarken. Kafasında ne varsa, neyi düşlüyorsa yazmış. “Bu Mustafa Kemal,” “Bileğini tuttum bunun…” sözleri. Türkçede, “bu” işaret zamirinin kişilerde kullanılmayacağını çok iyi biliyordur yazar ama saygısızlık olsun diye kullanmış. Hakaret ederken kullanılan “bu” zamiri. “Bu adam”. Hem de bir paşanın ağzından söylendiğini varsayarak. Kolay mı, askeri isyana teşvikten 1938 yılında Nazım Hikmet’le yargılananlardandır kendisi, uzun yıllar hapis yatmış. O kadarcık öc olacak…

Bu sözler de, romanda doktor Münür’ün ağzından söyleniyor, yani yazarın düşüncesi, kitapla vermek istenilen algı. Yazar, Osmanlıcılığa öykünmüş son yıllarında, şimdinin dincileriyle aynı noktada buluşmuş, ne tuhaf:

“ İttihatçılar Abdülhamit’i tahttan indirmeselerdi; ne 1912’de Balkan Savaşı’na, ne de 1914’te Dünya Savaşı’na girecektik.”

Romanın bir yerinde de, Cemil’in ağzından şunu diyebiliyor:

“Uyandığı zaman ortalık kararmıştı. Ağzının içi zehir gibiydi. Bir cıgara yaktı. Okunan akşam ezanını dinledi. Bu Arapça ses, yüreğinin sıkıntısını birkaç kat artırıyordu.”


Yunandan çok Yunancı gösterilen, Yunan bayraklarıyla Yunan ordusunu karşılayan Manisa, Rumlarla birlikte evlerine Yunan bayrağı asan, askerini dışladığı anlatılan Salihli halkı iyice küçük düşürülüyor romanda. Öyle etkileniyorsun, Salihli – Manisa denince içini dolduran sıcaklık, güzellik duygusu uçup gidiyor… Düşmana yaltaklanan, askerini taşlatan, kovan, ekmek bile vermeyen, çıkarını düşünen insanlar… O günler böyle anlatılır mı? Dilin neden bu derece sert? Hani Türkçe sevgisi, Cumhuriyet sevgisi?

Yunanlıların işgaldeki tecavüzleri, yöre halkının göçe zorlanması burada neden anlatılmadı acaba?

Romandaki Albay Bekir Sami Bey’le, gerçek Bekir Sami Bey ne kadar farklı.

Ege bölgesinde Milli Mücadeleyi, direnişi örgütleyen, yöneten, halkı milli mücadeleye çağıran, millicileri teşkilatlandıran, Kurtuluş Savaşı’nın alçakgönüllü büyük komutanı, romanda Cemil’in gözünden şöyle tanıtılıyor:

“Albay Bekir Sami Bey’in üstün değerli, büyük bir komutan olmadığı ilk görüşmede anlaşılıyordu. Ama, belli ki mertti, cesurdu.”

Bekir Sami Bey’in bir telgrafında Atatürk’ten söz edişini başka kaynaklardan, tarihi belgelerden okuyalım, bir de romandaki, yalnızca “Mustafa Kemal” bir kaç kez de “Mustafa Kemal Paşa” diye geçen ifadeleri anımsayalım:

“… Siz saygıdeğer büyüğüm ve Mustafa Kemal Paşa Hazretlerinin şahsım hakkındaki düşüncenize, ilginize minnet ve şükran duygularımı arz ederim.”

Yazarın Çerkez Ethem’i tanıtması: “Sesinde, hareketlerinde, kendisini hiç zorlamadan kibardı.”

Başka dil, etnik kimlik farkı çok yerde önde:

“Ethem Bey Türkçe sordu:
-Burda mı Rauf Bey?”

Buradaki Rauf, Rauf Orbay. Yine ne sayfa altında, ne romanın içinde açıklaması var. “Mahmut Şevket Paşa” adı, geçince de aynı şekilde açıklama yapılmamış.

Romanın üslûbunu şu anlatımdan iyice anlarsınız. Sayfa 508’de bu bölüm, kitap 565 sayfa. 1965’te basılmış ilk. Elimdeki kitap altıncı baskıymış, yılı, 1976. Daha film çevirme, çevrilene yakma yaygarası kopartılmamış.

Yüzbaşı Salahattin, Cemil’e anlatıyor:

“- Hele otur şöyle… Bir cıgara yak! Genel durumu gözden geçirelim: Padişah bir generalini, “Ortalığı yatıştırsın, ateşkes anlaşması gereğince düşmanlara teslim edilecek silahları toplasın, iç vuruşmaları önlesin” diye Anadolu’nun belli bir çevresine ordu müfettişi olarak yollamış… Sonra bundan caymış… Adam, askerlikten çekilmiş… Kongreler toplamış… Şimdi temsil heyeti olarak Ankara’da bulunuyor. Hepimiz biliyoruz ki, ortada temsil heyeti falan yok… Temsil heyeti, tek başına Mustafa Kemal Paşa demektir.”

Bu kaçıncısı? Yine Atatürk’ten, “adam” diye söz edilmiş.

Yunan’ın İzmir’e asker çıkardığı haberini duyunca romanın başkişisi Cemil’in durumu:

“ Cemil irkildi. İzmir’e Yunan askerinin çıkmasına pek üzülmediğini anlayınca biraz şaşırdı.

Recep konuşuyordu:

-Telgrafhaneden haberin sağlamını alırız…
-Yok canım… Değer mi? Sevinilecek bir şey olsa neyse…
Recep biraz düşündü:
-Öyle ya… Deh demiş dünyayı, çüş deyip biz mi durduracağız Abi?.. İtin leşini kime sürütürler? Gebertene sürütürler… Bi günlük beylik beyliktir… Çekelim kafaları bakalım keyfimize…”
Romanın burasında kadınlarla aleme gidiliyor. Teğmen Recep’in dedikleri:

“Hadi yürü Cemil Abi… Kemeri perkit… Meydan savaşı vereceğiz, hanım göbeği yaylasında.”

Getirilecek kadını anlatışı: “ Herkese çıkan karılardan sanma… Haftada bir-iki… Kocası yedek subaymış… Çanakkale’de ölmüş… Bir oğlu var, on birinde, on ikisinde…” Okura, acıma, suçluluk duygusu vermemek için de, adı Hüsniye olan bu kadın tanıtılmaya devam ediliyor: “ Tütünde çalışıyor. Kendisine sorarsan geçim zorluğundan yapıyorum diyor ama, boş ver, anadan oynak… Kacasının zamanında da otlamış azıcık…”

*
Bu anlatılanları bir filmde izlediğinizi düşünün. Filme Genelkurmay da yardımcı olmuş, her olanağı sunmuş işin kötüsü. Çevirdiğin filmde, Yunan, Yunan bayrakları gözüne sokulacak!.. Kendi dilinle, kendini aşağılayacaksın. Kurtuluş Savaşı kahramanlarını sorgulayacaksın durup dururken…
Hem Yunan’ın aklına şapka çıkarmalı. İzmir’i işgal eden Yunan askerinin başındaki komutanın adı bile seçme: “Kostantinos Çakolos”. Şu anda Atina havaalanının adı da bu işgalin başkomutanının adı: “Eleftherios Venizelos”.

Bunlar rastlantı olabilir mi? Yunan bu kadar milliyetçi, bizim yazarlarımız bu kadar onlara hayran… Atatürk havaalanının adını nasıl değiştirebiliriz derdindeyiz şu an. Top oynanan kent statlarının Atatürk adlarını tamir bahanesiyle tek tek değiştirdiğimiz gibi… Yer adlarını, başka dillerin adıyla tutan, üstelik Türkçe yer adını başka dile çevirmeye bile kalkışabilen, her fırsatta şuranın eski adı şuydu, şura vaktiyle şunlarındı diyen, hepimiz şucuyuz bucuyuz diyerek kendi ulusunu dışlayan, bölücülerini seven, onları destekleyen yeryüzünde bizden başka tek bir ülke yoktur arasanız.

Elbirliğiyle vatana ihanet etmişiz, bilerek, bilmeyerek… Hâlâ da uyanamadık aymazlık uykusundan…

Feza Tiryaki, 1 Şubat 2018
Kullanıcı küçük betizi
Feza Tiryaki
GM Yazarları
GM Yazarları
 
İletiler: 988
Kayıt: Sal Kas 09, 2010 14:12

Şu dizine dön: Feza TİRYAKİ

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 0 konuk

x