Saati Bilmemek veya Ergenekon’dan Çıkmak

Saati Bilmemek veya Ergenekon’dan Çıkmak

İletigönderen Feza Tiryaki » Prş Haz 16, 2011 23:13

Saati Bilmemek veya Ergenekon’dan Çıkmak

Tıp doktoru olan kızım anlatmıştı. Ruhsal durumumuz ile vücudumuz ve beynimiz arasındaki derin ilgiyi gösteren bu hikâyeyi:

Bir gurup bilim insanı gezgin, bir mağarayı geziyorlar. Mağaranın derinliklerinde dolaşırlarken birden deprem oluyor ve mağaranın girişi çöküyor. Bir oda gibi kapalı bir alanda sıkışıp kalıyorlar.

Bunlar bilim insanı ya, hemen hesap kitap yapıyorlar, bulundukları alanın hacmini buluyorlar. İçerdeki hava ne kadar yetişecek, ne zaman tükenecek, ne yapsalar bu havayı daha uzun kullanabilirler, yardım ulaşana kadar nasıl beklemeliler…Hepsini hepsini, oturup önce bir güzel hesaplıyorlar.

Diyorlar ki: Olabildiği kadar kımıldamayalım, hareketsiz duralım, güç harcamayalım, uzanıp bekleyelim…Bizim, diyorlar, şu kadar saatlik havamız var…(diyelim ki 18 saat) Bu süreyi uzatmak sizin elinizde diye de uyarıyorlar. Aman kımıldamayın, fazla oksijene gerek duymayın…Ağlamayın, bağırmayın, konuşmayın…

Gezginlerin yalnızca birinin kolunda saat varmış. Olayın olduğu zaman, eski zamanmış. Cep telefonlarının falan olmadığı…Diğer gezginler, olacak bu ya, saat takmamışlarmış kollarına…

Kolunda saat olan adama soruyorlar: Şimdi saat kaç? O da söylüyor. Diyorlar ki, demek şu kadar zamanımız var, haydi sakince bekleyelim…

Arada da saatli adama saati soruyorlar: Saat kaç oldu? Saat kaç şimdi?diye…

Saati olan adam sorulara önce dosdoğu cevap veriyor. On saatimiz var. Dokuz saatimiz kaldı… Sonra zaman ilerliyor…Hepsi halsizleşiyor…Mağaradaki havanın azaldığını hissetmeye başlıyorlar…

Saatli adam içinden, o an, şöyle bir karar veriyor:

Hepimiz az sonra öleceğiz. Şimdi bunlara saati doğru söylesem ne kadar az zamanımız kaldığını anlayacaklar, panikleyecekler, heyecanlanacaklar…Daha çok oksijene gerek duyacaklar…En iyisi onlara yalan söyleyeyim, avutayım.

Saati soranlara, sanki zamanları daha varmış gibi yalan söylemeye başlıyor saatli gezgin. Şu kadar daha zamanımız var diyor, şu kadar zaman var…

Oysa kendisi tehlikenin farkındadır. Görüyor, biliyor az sonra ölüneceğini, içerdeki hesapladıkları havanın çoktan sonuna geldiklerini…

Bu hikâye nasıl mı bitiyor?

Gezginleri kurtarıyorlar. Gelen yardım ekibi bütün gurubu havasızlıktan yarı baygın hâlde buluyor. Biri dışında.

Kolunda saati olan, ölüm saatinin geldiğini ve de çoktan geçtiğini bilen adam dışında, herkes kurtuluyor.

Tehlikeyi bilen, tehlikenin bilincinde olan ölüyor…

Nedense bu seçimlerden sonra hep bu hikâyedeki kolu saatli kişi aklıma geliyor. Tehlikeyi bilen kişi.

Ülkemizin kolu saatli kişileri gözümün önündeler…

Dokuz on senedir olanları olacakları söyleyen insanlar…Bunun bedelini Silivri zindanında ödeyen, dört duvarın arasına kıstırılmış insanlar…

Bedel ödeyen komutanlarımız…

Gazetecilerimiz, aydınlarımız, içlerindeki tek kadın gazeteci, aydınlık yüzlü Müyesser Yıldız…İlk esir alınanlardan, dört yıldır esir tutulan Ergün Poyraz…

Her an, her saniye sona doğru gittiğimizi bilenler…Cellâdımızı görenler!
Düşmanı önceden söyleyenler…

Başımızdan geçirilen Seçsis’li seçim çuvalından sonra ümidini kaybeden milyonlar…Okuyup dinleyenler…Eli kalem tutan, gözleri gören, yüreği hissedenler…Anasını, atasını bilenler…

Şimdi hepimiz mağaramızda ne kadar havamız kaldı, ne yapacağız onu konuşuyoruz.

Önce şu olacak, sonra bize şunu yapacaklar…diyoruz.

Mağarada olduğumuzu bilmeyenler kurtulacak!
Padişaha alkış tutacak!


Sadece bedeni yaşayacak belki bir müddet onların, yiyip içecekler, tuvalet ihtiyaçlarını görecekler ama hiçbir zaman gururla dikilen başları, onurları, övünecekleri Cumhuriyetleri, dayanacakları milletleri olmayacak…Yok olmaya doğru gidecekler…Düşman çizmeleri altında ezilerek…

O satılmışlarla birlikte, bu yapılanları bilmeyenler de, olacaklardan habersiz halkımız da bedel ödeyecek! Vatanı düşmana terkedecek, geçmişin, şanlı, şerefli Türk tarihinin, Atatürk’le kazandıkları zaferlerin bedelini, bağımsızlıklarının, millet olmanın, 90 yıl kadar önce yedi düveli dize getirmenin bedelini hain düşmana, küresel çeteye ödeyecekler…

Esir tutulacaklar, maraba olacaklar, köle yapılacaklar eloğluna! Genetiği değiştirilmiş gıdalarla, İsrail’in zehirli tohumlarıyla yavaş yavaş nesilleri körelecek…

Amerika (İsrail ), Doğu’ya, Güneydoğu’ya, Irak’tan asker geçirme bahanesiyle, burada PKK’yla isyan çıkarttılar bahanesiyle, topu tüfeğiyle yerleşecek. El koyacak oranın zenginliklerine, kandırdığı o zavallı insancıkları, eli kanlıları kullanarak…

Toprakları yağmalanacak ülkenin!

Nükleer numarasıyla Rus’a Akdeniz’de, kendi memleketini patlattığı atom santrallarıyla bitiren Japon’a ise Karadeniz’de yerleşme imkânı verilecek! İngiliz zaten Ege’de. Böylece silahsız işgale uğrayacak yurdumuz! Nükleerle yakılıp kavrulacak!

Suları alınacak! HES’lerle toprağı çöle döndürülecek!

Siyanürle öldürülecek!

Petrolü çalınacak! Madenleri yağmalanacak!

Şehir devletçiklerine bölünüp yutulacaklar!

Ne Türk Milleti kalacak geride, ne Türk Milleti’nin ay yıldızlı bayrağı!
Ne de Türkçemiz! Ne yüzde doksan dokuzu müslüman milletimiz kalacak!
Milletimiz hıristiyanlaştırılacak!
Peygamberimizin adını çıkardılar, kaç yıl oluyor “Amentü’den”, duymadınız mıydı yoksa?

Dün İngiliz, bir dergisinde(Economist) hemen bayrağımıza el atmış, görmediniz mi? Yıldızının yerine, çarpı gibi hafif eğri duran, ne olduğu tam anlaşılmayan haç (+ ) veya iks (X) işareti koymuşlar! Kendilerince, Türk Bayrağı’nın “yıldızının” kalkacağını dünyaya haber veriyorlar.

Geçen akşam, Kütahya’da su borularını değiştiren bir usta, yine siyanürden zehirlenmiş…Gazeteler yazdı.

Bir yandaş gazeteci(!), eğer bunlara gazeteci denebiliyorsa, seçim ertesinde içindeki “pislikleri” kusmuş... Artık Kemalizm sonrası dönemin başladığını ama hâlâ okullarda Atatürk köşesi bulunduğunu yazmış. Oyunu attığı okuldaki panolardan rahatsız olmuş. Okul panosunda, Zübeyde Hanımlar, Gençliğe Hitabeler vardı. Atatürk resimleri vardı, diyor. Henüz kaldırılmadığına esef ediyor. Diyor ki:

“Milli eğitim’in başında AKP Bakanı var ama sınıfların ideolojik mesaj düzeni, “tek parti” dönemini aratmıyor.”

Daha ne desinler? Geleceğimizi, bizi bekleyen tehlikeleri, kimliksizleştirilecek, yabancılaştırılacak gençliğimizi, misyoner öğretmenlerle dönüştürülecek eğitimimizi bu liboşlardan (hainlerden) daha açık anlatabilen var mı?

Kolu saatli bilim ve siyaset insanımız, düşünen, duyan, hisseden, en az Avrupalı ve Amerikalı kadar millîyetçi olmaya hakkı olan millîyetçi yurtseverlerimiz, kendini bilen, satın alınmamış, atasına ihanet etmemiş insanlar, her kesimden gelen sorumlu siyasetçiler, bunları, olacakları bitecekleri, ihanetleri bangır bangır bağırarak söyledi, seçim öncesi.

Duyurabildiklerine:

“Eğer, bu “görünen köye doğru gidişi” bir mucize olup değiştiremezsek, sonumuz böyle olacaktır! Bunun şakası makası da yoktur! “dediler…

Şimdi bir yılgınlık, bir bezginlik, bir teslim oluş var herkesde…

Benden bu kadar deyip, mücadeleden çekilen çekilene…Havlu atan atana…

Kolundaki saati kör kuyulara atanlar mı dersiniz, dönüp ardına bakmadan saatsizlerin arasına karışanlar mı?Olacaksa sadece bana mı olacak, bir ben miyim yanacak? diyerek yenilgiye boyun eğenler…Hepsi hepsi var…

Kolu saatli olanlar, saatiniz kolunuzda kalsın n’olur! Saatinizi çıkarmayınız!
Bunu çocuklarımız, torunlarımız için yapınız…

Olacakları bilenler, millete saati söyleyiniz! Saatin her dakikasını, her saniyesini yılmadan, bıkmadan haber veriniz!

Belki, baygın yerlere serilmek yerine ayağa kalkar, mağaranın kapısını kendi ellerimizle açarız!

Ergenekon’dan çıkarız!


Feza Tiryaki, 16 Haziran 2011
Kullanıcı küçük betizi
Feza Tiryaki
GM Yazarları
GM Yazarları
 
İletiler: 1012
Kayıt: Sal Kas 09, 2010 14:12

Şu dizine dön: Feza TİRYAKİ

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 0 konuk

x