SABIR, HELE SABRET, DÖNER ELBETTE ZAMAN
"Türk Milletini aynı havada (türkülerde) buluşturmak”
Biz, elinden lokması alınan çocuk gibiyiz. Aslında çocuktan da beteriz. Çocuk hiç olmazsa ağlar tepinir, kıyameti koparır elinden ekmeği, oyuncağı alınınca. Gıdasız bırakılınca...
Bizim herşeyimizi elimizden aldılar, daha da alacaklar...
Diğer aldıklarını anlıyorum, açlık belâsı, umarsızlık, aldatılma, boşvermişlik, tehdit edilme, korkutulma...Peki müziğimizi nasıl verdik? Neden sesimizi soluğumuzu çıkarmadık? Sustuk pustuk, öylece kaldık?
Bizi kurutmak adına müziğimizi bizden aldılar; ikinci kez iktidara gelince bu zihniyet hemen harekete geçmişti. Aklındakileri, kendisine emredilenleri, dayatılanları sırasıyla hayata geçiriyor bunlar biliyorsunuz...
Bu akıllar çok ince hesap işi. Bunların aklı olamaz olmasına da böylesine ince akıllar, bunlar yaptılar sonuçta herşeyi… Suçu işleyenler bunlar...
TRT’ye atadıkları başkan, bir radyo yayınında övündü bile bu yaptıkları ihanetten:
Bu kulübeden saraya taşınmak gibiymiş...Önce yadırganırmış ama sonra rahatlığa alışılırmış...Alışacağımız ise bölücü müzik. Taklitçi müzik...Başka dilden müzik...
Yıllardır ses dünyamız neredeyse kurutuldu...Ordan burdan tat bulmaya, beslenmeye çalışıyoruz...
TRT’nin o eski günleri, kültür dünyamıza, bizi besleyen türkü ve şarkılarımıza hizmetleri çok gerilerde kaldı…
Şimdi şaşırıp ne zaman TRT radyo ve televizyonlarını açmaya kalksam içimde önce bir sızı...Sonra, yumruk yemiş biri gibi kızgınım, isyankârım...
TRT4 adlı yayın bütün gün ve gece kesintisiz, sırasıyla Türk Sanat Müziği, Türk Halk Müziği çalar, söylerdi...
Burayı tutup Çocuk Kanalı yaptıklarında, başka kanalımız yok buna mecburuz burayı bu nedenle kapatıyoruz dediklerinde nasıl inandık? Ardından bölücü yerel dilli kanalı ve diğer yerel dillerden kanallar(Arapça kanal bile açtılar)açtıklarında, Pontus Rumcası ile bile kanal açılacakken, (Bilmem, belki de çoktan açılmıştır)bunlar ilân edilirken biz nasıl sustuk?
Biz buna nasıl razı olduk?..Buna nasıl ses çıkarmadık?
Şimdi şaşırıp bir açsanız TRT Müzik’i, TRT çocuk’u, TRT İNT’i(TRT Türk), TRT1’i...nutkunuz tutuluyor...Bunlar ne? Bunlar kim? Ben neredeyim? diyorsunuz...
Dünyanın döküntüsünü toplamışlar, bayağı dekorlar kurmuşlar, iç bulandırıcı tavırlarla arsızlık yapıyorlar, bölücülük yapıyorlar, gürültü patırtı yapıyorlar, şamata yapıyorlar, geyik muhabbeti yapıyorlar, borazanlık yapıyorlar, kısaca, milletimizle dalga geçiyorlar...(Çoğunlukla yaptıkları bu, arada çıkan değerli sanatçılarımızı ayrı tutarız.)
Kültür dünyamızdaki bu boşluğu bir tek Başkent Televizyonu Kanalb doldurmaya çalışıyor. Bazı ufak tefek kanallar da var ama onlar iyiniyetle bir şeyler yapmaya çalışıyorlar işte...Olduğu kadar...
Devlet milletini öksüz bırakınca ne olacak? Başkaları evlâtlık alacak…
Pazar akşamı, her Pazar akşamı olduğu gibi Başkent Televizyonu'nun konuğuyduk …Onların evlâtları olduk…İki saat boyunca kendi kültür pınarlarımızdan, kendi seslerimizi, duygularımızı doya doya içtik…
Bize bu imkânı veren televizyon kuruluşunun başı ise bunların elinde esir. Bir parya muamelesi görüyor. Dünya çapındaki doktorluk ünü, gücü, dostluk, arkadaşlık, mesleki ilişkileri bile onu kurtarmaya yetmedi. O değerli kişi, uluslararası üne sahip, cerrah, bilim adamı, yurtsever, küreselci değil milliyetçi, milli değerlerimize önem veren bir üniversite ve bu üniversiteye ait televizyon kuran, sağlıkta araştırmalara imkân sağlamak, organ naklinde ilerlemek ve insanımıza hizmet edebilmek için hastane kuran bu büyük adam, Mehmet Haberal hapiste.
Suçu küreselcilerle, işbirlikçi hainlerle birlikte çalışmamak, dik durmak, tavır koyabilmek…Sabah’ın güdümlü bir yalaka kalemi, önceki gün Haberal’ın milliyetçilikle, MHP ile bağına işaret ediyor ve bu suçmuş gibi onu yuhluyordu…Güvenlik güçlerinin gözetiminde bile olsa hastanede tedavi görmemesi, mutlaka o malum deliğe tıkılması için de her dolabı çevirdiler… Sonunda geçen günlerde, sevinç çığlıkları atarak, onu nihayet diğer değerli insanlarımızın aylardır değil, yıllardır sorgusuz sualsiz zincirlendiği,( ?) zındanlarda tutulduğu o esir kampına kapattırmayı başardılar…Avlarını(!) kıstırınca rahatladılar.
O programı izlediğimiz sürece, bu acı gerçeği, hapishanede çile dolduran, sağlığı tehlikede olan bu bilim adamımızı bir an bile unutmuyoruz…
“Yurdun Sesi” bu izlencenin adı. Mahzuni’nin “Sarı saçlım mavi gözlüm” beste türküsü ise yayının başlama müziği:
Sana hasret, sana vurgun gönlümüz…
Neredesin “Mavi Gözlüm”nerde?
Nerde, nerde, nerdesin dost?
Sözlerinin yanında müziği de çok etkileyici bu türkünün…
Bu gemi, bu Karadeniz…
„Sarı Saçlım Mavi Gözlüm!..“
Nerde, nerde, nerdesin dost?
Bu gemi, bu Karadeniz…denirken köhne Bandırma Vapuru gözümüzün önünden kara dumanlar çıkararak geçip gidiveriyor…Vatanını kurtarmaya giden Atatürk’ün o zamanki düşünceli, kendinden emin görüntüleri…Arkadaşlarıyla birlikte yürüyor…Kocatepe’de, savaş meydanına, yurduna, milletine, askerine bakıyor…Bir milletin kaderine bakıyor!..Savaşıyor…Devrimleri yapıyor, yurdunu geziyor, milletiyle bütünleşiyor…
Kurban ola’m yürüdüğün yollara...
Kara peçe yakışmıyor kullara...
Uyan bak bizim hallara(hallere)...
„Uyan bak bizim hallere“, denilen bölüm söylenirken ise “Anıtkabir, Cumhuriyet mitingleri, bayrağını kapıp gelmiş, Anıtkabir’e koşmuş genç yaşlı insanımızın direnişi, feryadı gösteriliyor… Hemen gözlerimiz dolu dolu oluyor, kendimizi tutamıyor, duygulanıyor, bazen sessizce, bazen hıçkırarak ağlıyoruz…Utanıyoruz…Mahçup oluyoruz şehitlerimizden, büyük önderimizden…Gösterdiğimiz acizlikten, teslimiyetten…Ve güç topluyoruz hemen, bileniyoruz…
O akşam iki konuğu vardı Faruk Demir’in. Faruk Demir, halk müziği sanatçısı. Aynı zamanda eski milletvekilimiz...
Hiç unutmam,Tekel direnişinde Tekel işçileriyle birlikteydi. Onların tazyikli sularla havuza atıldığı, itilip kakıldığı, çadırlarda o soğukta topluca direndiği günlerde...Faruk Demir’in o zaman Tekel işçileriyle omuz omuza duruşunu ve yaptığı konuşmayı hiç unutamıyorum. İktidara bu işbirlikçi zihniyete vermiş, veriştirmişti...Ama bir kültür programı olan „Yurdun Sesi“nde hiç siyaset yapmıyor, efendice, milletimize ve değerlerimize saygılı bir şekilde izlenceyi sunuyor...Konuklarıyla yaptığı sohbetlerde bizi bilgilendiriyor.
.
İki konuğu vardı. Biri genç bir hanım: Ebru Derece. Türk Sanat Müziği yorumcusu.
Diğeri Türk Halk Müziğimizin önemli bir ismi. Zülküf Altan.
Halk ozanımız Karacaoğlan:
„İndim seyran eyledim Frengistan’ı
İlleri var, bizim ile benzemez
Güzelleri şarkı söyler çağrışır
Dilleri var bizim dile benzemez”
Dizeleriyle bize seslenmiş yüzyıllar öncesinden. Kültürümüze işaret ederek, özümüze, dilimize, ilimize dikkat çekmiştir. Bizi biz yapan da, bizi bu yabancılardan (frenklerden) ayıran da dilimiz, kültürümüz değil midir zaten?
1976’da İstanbul Radyosunda bölge sanatçısı olarak çalışmış Zülküf Altan. Kendisine o dönem, şimdinin ünlü saz - ses sanatçıları eşlik edermiş. Yavuz Top, Arif Sağ, Orhan Damlı…gibi
Zülküf Altan 1983 yılında Erzurum Radyosu’ndaymış…Faruk Demir’le önce orada yolları kesişmiş…Daha sonra 1992 ve 1993 yıllarında Ankara Radyosu'na geçmişler…Birlikte "Yurttan Sesler” programını yapmışlar…
Geleneksel müziğimizi günümüze taşıyan özel bir kişiyi davet ettim diye çağırdı Faruk Demir halk müziğimizin bu dev ismini söylerken.
Elazığ’da yetişen, Elazığ ve Diyarbakır yöresi türkülerini okuyan, bunun yanında yurdumuzun her yöresinin türküsünü de okuyan bir değerimiz Zülküf Altan. Asıl okuduğu, uzun hava…Hoyrat…
Şu anlattığı anısına bir kulak verir misiniz?
“Rahmetli Nida Tüfekçi anlatmıştı.“diye söze başladı. “Bildiğiniz gibi Nida Tüfekçi derlemeler yapmıştır, halk müziğimize eserler kazandırmıştır…Eşi Neriman Tüfekçi ile birlikte radyomuza çok emek vermiştir. Bir gün:
“Neriman, başardık Neriman!” diye sevinçle bağırıyor.
“ Başardık Neriman! Bütün Türk Milleti’ni aynı havada buluşturduk! Türk Milletini aynı havada(müzikte, türkülerde) buluşturmayı başardık!”
Elazığlı sanatçımız anlattı bu anıyı. Geçmişin başardıklarını hatırlattı…Ve bu hatırlattıkları bizi derin derin düşündürdü…
Bu anlattıklarından sonra Zülküf Altan’ın önünde bir kez daha saygıyla eğildik…
Şimdilerde ise işbirlikçi hainler, bizi çözdürmeye, ayırmaya, aramıza nifak ve ayrılık sokmaya çalışıyorlar…Bir bölgemizin halkını Türkçemizden, Türk müziğinden, Türk halk müziğinden, “Yurtan Seslerden” kopardılar. Yerel bir ağzı dinlemeye mecbur ettiler, Kuzey Irak kukla devletini büyütebilmek, ülkemizi bölebilmek adına…Geçmişteki isimsiz kahramanlarımızın, sanatçılarımızın, halk önderlerinin başardıklarını bozmayla uğraşıyorlar…İhanet ediyorlar! Kuyumuzu kazıyorlar!
Ebru Derece, sevilen Türk Sanat Müziği eserlerini dinletti bize o gece güzel sesiyle, kendine has ses rengiyle, kendine has tavrıyla…
Faruk Demir, insanın içine işleyen güçlü sesi ve yorumuyla kendi beste türkülerinden bir kaçını okudu, sevilen istek türküleri söyledi…
Zülküf Altan ise uzun havalarımızla buluşturdu bizi o gece…
Uzun havaları dinlerken içi sızlamayan, içi yanmayan, yüreği kavrulmayan var mıdır acaba? Halkımızın uzun yıllar öncesinden günümüze kadar aynı canlılıkla gelen duyguları, acıları, dertleri, çığlıkları, sevgileri…
Okuduklarından bir iki tanesini sözleriyle yazacağım…Bu türküleri bir kez olsun dinleyiniz eğer hiç dinlemedinizse…Sonra bir an için şöyle durup içinize bakınız…Düşününüz…
İbrahimî Hoyrat:
„Merhem koyup onarma sinemdeki yarayı( karlı dağı)
Ah balam söndürme öz elinle yandırdığın çırağı!
Ne dediğimi anlamak isteyen gençlerimiz burada geçen Zülküf Altan türkülerinin bir cümlesini yazsınlar, bilgisayarın arama kısmına,(google) ara desinler. İbrahimî hoyrat diye yazsalar bile kâfi…Hemen bu müzik çalmaya başlıyor…Deneyiniz…
Elazığ’daki “Kürsübaşı Gecelerinden” de söz edildi izlencede. Şu demekmiş:
Eskiden uzun kış gecelerinde, köy evlerinde, büyük bir masanın üstüne yorgan örtülürmüş. Yorganın altına mangal yakılır, konurmuş...Ayaklar mangala doğru uzatılır, orada türkü çalınır söylenirmiş...Elazığ’a girdin mi bir daha çıkamazsın, türküleri oku oku bitiremezsin...dediler.
Zamanımızda bu türküleri okuyanlar çok azalmış, neredeyse kalmamış...Zülküf Altan ailesinden anlatırken şakayla karışık evde müzikle uğraşması yüzünden eşiyle takışmalarını anlattı. "Şimdi oğlum da bana katıldı, evde iki kişi olduk müzikle uğraşan", dedi. "Oğlunuz ne yapıyor?" diye sorulduğunda, "Gitar çalıyor, gitarla uğraşıyor,"cevabını verdi sanatçımız...
Keşke bu uğraşlar kuşaktan kuşağa hiç kesintisiz sürse, sanatçılarımızın çocukları da büyüklerinin izinden gitseler…Ne yazık ki oğlumuzu, kızımızı bile etkileyemiyoruz artık...Bu bir acı gerçek...
Milletleri millet yapan kültürleridir, dedi Faruk Demir türküleri sunarken. Celâl Güzelses’ten söz edildi, Elazığ denince hatırlanan isimlerden biri olan bu değerli isimden...Sonra Hayri Yoldaş’tan söz edildi. Celâl Güzelses Vakfı başkanıymış.
Celâl Güzelses 1899 yılında Diyarbakır’da doğmuş. 1.Dünya Savaşı yıllarında Rüştiyeler(orta okul) kapanınca öğrenimi yarım kalır.
İlk gençlik yıllarında bir tesadüf eseri Mustafa Kemal’le tanışır. Huzurunda türkü söyler. Mustafa Kemal Paşa, ona "Şark Bülbülü" ünvanını verir. O günden sonra bu adla anılır. Soyadı kanunu ile de Güzelses soyadını alır.(1934)
Celâl Güzelses 1943 yılında Diyarbakır Halk Musiki Cemiyeti’ni kurar.
Bu cemiyete yapılan resmi ödenekler ve belediye yardımları 1950 yılında kesilir ve Celâl Güzelses cemiyetten ayrılmak zorunda kalır, geçimi için imamlığa döner, ölene kadar bu görevi yapar(1959)
Celâl Güzelses pek çok türkü derlemiştir. Bazı türküleri:
Ağlama yar ağlama, Bahar olur yeşillenir bu bağlar, Bülbülün kanadı sarı, Bitlis’in yolları, Dağlar dağımdır benim, Esmerin ağı gerek, Mardin Kapı şen olur, Vallahi o yârdır...
Bu değerleri inceledikçe ihanetin ne zaman başladığına dair ipuçları bulabiliyoruz…Suç bizimmiş, basiretsiz siyasetçilerinmiş…Kültürümüze hizmet eden gönüllü ve yetenekli ne çok insanın önünü kesmişiz…
Elazığ’dan Müstezat diye takdim etti aşağıdaki parçayı Faruk Demir...Zülküf Altan okudu :
Dağlar duman oldu, haller yaman oldu, kaşlar keman oldu
Amman, amanın uy amman, yandım yandım yanasın sen!
Gamlanma gönül bu gam geçer Allah kerimdir, Rahman-ı rahimdir
Sabri hele sabret döner elbette zamane, kalmaz rakibâne, kar yağdı çemâne
Hoyratlar, divânlar, gazeller...Faruk Demir:“ Bunları okumak her yiğidin harcı değil," dedi, arada yapılan sohbette.
Şirvan hoyratı: "Gamzedeler", okundu sonra.
„Gamzedeler aman aman aman ah...“
Hele zalim gam vurur gamzedeler...“
Ardından, Diyarbakır türküsü okundu:
„Üç kardeştik gittik geyik avına,
Geyik çekti bizi kendi dağına.“
O gece iyice anladık ki, geleneklerimiz, halk kültürümüz, müziğimiz yaşadıkça, yaşatıldıkça, bu güzel insanlar tarafından kuşaktan kuşağa aktarıldıkça milletimiz tek bir vücut olmaya devam edecek, birliğini, beraberliğini kimse, hiç kimse bozamayacaktır!
Biz hepimiz biriz...Aynı milletin parçalarıyız, aynı ağacın ana damarlarıyız, kılcal damarlarıyız, dallarıyız, yapraklarıyız, meyveleriyiz...
Bu toprağın insanlarıyız...Güneydoğudaki ve doğudaki insanlarımız, üzerlerinde oynanan bu dış kaynaklı hain oyunları bozacak, köklerine sahip çıkacaklardır...Düşmanlar bizim içimize girse de, içten ve dıştan sarılsak da, beyinlerimiz, ruhlarımız uyuşturulmaya çalışılsa da bizi ayırmayı, bölmeyi, aramıza nifak sokmayı başaramayacaklar!
Her yöremiz bir başka türlü güzel, bir başka türlü zengin...
Türkülerimiz, manilerimiz, deyişlerimiz...
Yaylı sazla çalınan divânlar...Kahramanlık türküleri demek olan kıratlar... İlenme, yakarış, isyan etme, gurbette hasret çekme türküleri (uzunhavalar)Bozlaklar...Kederi, acıyı, ölümü anlatan ağıtlar...
Kıvrak havalar, oyun havaları da bizim...Ağıtlar, uzunhavalar da...
Şarkılar da bizim...Türküler de...
Ne kadar kuşatılsak da, düşmanlarımız ne kadar güçlü olsa da, yılmayacağız...
Geleneklerimizde, şarkılarımızda, türkülerimizde, dilimizde birleşeceğiz...
Bütün kültür pınarlarımızı kurutmaya hiç kimsenin gücü yetmez, eğer biz istemezsek kimse sularımızı kesemez, havamızı kirletemez, dallarımızı kesemez...Bir süre belki pınarlarımızın suyu azalır şimdi olduğu gibi...
Yârimize seslendiğimiz gibi milletimize seslenelim...
(Sabri hele sabret döner elbette zamane, kalmaz rakibâne)
Sabır, hele sabret, elbette döner zaman, kalmaz rakiplere
Şu türkülerimizin güzelliğine, sözlerindeki inceliklere, derin anlamlara bakar mısınız? Bakın dertlerimizi nasıl anlatıyoruz? Hangi millet doğayla bu kadar içiçedir, onu sevdiğiyle böyle içselleştirir?
“Ağlama yâr ağlama anam, mavi yazma bağlama
Mavi yazma tez solar anam, ciğerimi dağlama”
“Derdim çoktur hangisine yanayım
Yine tazelendi yürek yarası“
„Telli turnam selâm götür sevdiğimin diyarına
Üzülmesin, ağlamasın belki gelirim yarına, cananıma“
“Sabah olsun ben bu yerden gideyim
Garip bülbül gibi feryat edeyim”
„Seher yeli bizim ele gidersen nazlı yâre küstüğümü söyleme
Ne hallere düştüğümü sorarsa bağrıma taş bastığımı yâre söyleme“
Telgrafın tellerine kuşlar mı konar,
Herkes sevdiğine canım böyle mi yanar“
Bunlar benim demin dinlediğim türküler...Siz de sevdiğiniz türküleri yazın, paylaşın, öykülerini anlatın...
Bir halk bilimcimiz şöyle diyor:
„Türk Milleti her yönüyle kuşatılmış, bir çok kalesi içten fethedilmiş, limanlarına girilmiştir. Ama bu durumda dahi vazifemiz, kültürümüzü yaşatmak, "Eyvan Geceleri" düzenlemek olmalıdır...“
Bizi halk kültürümüz kurtaracaktır...Dilimiz, türkülerimiz tutkalımızdır...
Kültürümüzü yaşatalım...
Feza Tiryaki, 30 Mart 2011
Ekleme: Nida Tüfekçi(1929-1993)Yozgat’ta doğdu. Öğrenciyken Muzaffer Sarısözen’le tanıştı. Sarısözen’le tanışması ile hayatı değişti. 1947'de Ankara Radyosu’nun Yurttan Sesler bölümüne ses ve saz sanatçısı olarak katıldı.Tüfekçi, "Sürmeli Tavrı" ile saz çalıp türkü söylemiştir. TRT’de önemli görevler aldı. Halk müziğimize ve halk oyunlarımıza çok emek vermiştir…