Sağlam “Olaca’n”, Sağlam!
“Denizden mi geliyorsun, yüzdün mü?” diye sordu Hatice Hanım, komşusuyla kapı önünde, renk renk açmış kasımpatı, Japon gülü saksıları arasında, sıcacık öğle güneşi altında oturmuş laflarken.
Köy sakin, sessiz, artık günde üç beş otobüs geliyor, gelen özel araba sayısı da iyice azaldı, köy meydanı boş. Yazınki iğne atsan yere düşmeyecek, sanki gökten yağmur gibi dökülen özel araba bolluğu, gelen – giden yüzlerce tur otobüsü, arabalara duracak yer bulma işkencesi, itiş kakış, sıkışıklık yok...
Başımı sallayınca Hayriye Hanım dilini tutamadı:
"Sağlam “olac’an” sağlam!” dedi, arkamdan, yanlarından bacağım aksayarak geçerken, zorla yürürken...
Sağlamlık buysa diye geçirdim içimden... İki haftadır nedenini tam bilemediğim bir bacak ağrısı sorunum var. İki ay önce, daha başka türlüsünü yaşamıştım aynı sıkıntının, geçmişti. Bu bir hafta koltuk değneği kullandım. Baktım evden denize kadar olan yüz – yüz elli adımlık yolu bile yürüyemiyorum, kaç gün arabayla sahilin kıyısında bırakıldım. Oradan sandala geçtim...Yürüşleriyse hepten bıraktım.
Eylülden sonra denize girmiyor köyün yerlileri. Yazın da giren pek yok ya, yerli – yabancı gezgine hizmetten, koşturmacadan- o ayrı... Sanki deniz soğuyormuş gibi Akdeniz’de, güzün, kışın denize girenlere de bir değişik yaratıkmış gibi bakarlar. Gazetelere bile geçer: “Rusların Ocak’ta deniz keyfi... Kasım’da güneşin tadını çıkaran turistler...”
Yerli halk kazak giyer, ceket giyer, iyice sarınır sarmalanır bazı günler, gençler yün başlık bile takarlar azıcık üşüdüler mi utanıp sıkılmadan, onlar öyleyken, sense her havada denize gider gelirsin, olmaz tabii...
Kırsal yerlerde insanlar çok acımasız olabiliyor, aynı Hatice Hanım, geçen yıl birden yüzüme karşı,” “Abam” (görümcesi) öldü, senden küçüktü yaşı deyivermişti. Bu yaz, babası öldüğünde de, bilmiyormuş gibi, sen kaç yaşındasın, benim ölen babam şu yaştaydı, diye yolumuzu kesmişti yine...
Neyse konusu bu değil sohbetimin. Sağlık, doktorlar üzerine kendi gözlemlerimi yazacağım.
Nasıl yönetim sistemimiz değiştiyse, eskinin o oturaklı memurları, önünden geçerlerken ceket iliklenen öğretmenleri, gördüğünde yol verdiğin, saygıyla selamladığın küçük – büyük memurlar, üst düzey yöneticiler... değiştiler... Memur yasası değişti. Eskinin iş güvencesi kalmadı. Eski İstanbul valisi bile, gün geldi devran döndü, elleri kelepçelenip hapse götürüldü. Görevdeki askerler - siviller halen topluca tutuklanıyorlar, bir sebeple. Kolları arkadan bağlı anlı şanlı eskinin üst düzey görevlileri, eşofmanlarıyla evlerinden alınmış, kondukları duvar dibinde, sırtları kameralara dönük, yerde, taşların üstünde oturuyorlardı, iki yıl önce toplu tutuklanmalarda... Gazetelerde gördük...
Doktorlarımız da öyle, değiştiler yavaş yavaş...
Sağlık sistemi değişti, en son çıkan yasayla da doktorların çalışma hakları siyasetin eline bırakıldı. Suçlandıysan, ister gerçek ister iftira olsun, sicilin bozuluyor, kamuda çalışamıyorsun...
Dinci doktorlar da türedi, her meslek kesiminde olduğu gibi. Karaciğer verilerin kötü çıkıyor, örneğin diyorsun ki, içki içmem madem yasak, bunu bırakmama yardımcı olacak bir ilaç, bir tedavi yöntemi var mı? Aile doktorun, seni menzilcilere yönlendiriyor: “Adıyaman’a git, garajlarda in, oradan sor falan şifacı hocanın köyüne nasıl gidilir. Önceden randevu almayı unutma ha, başı çok kalabalıkmış, konaklama yerleri de var...”
Diyelim ki ilçedeki hastaneden randevu aldın, gittin. Orada bir birey değilsin, hiçsin, fazladan yaşıyorsun, eğer emeklilik yaşındaysan, hemşirenin teyzesisin, amcası, dayısı. Daha yaşlılar anneleri, nineleri, dedeleri... Sen diye sesleniliyor sana, eğer köylüysen, sıradansan, yüksek memur, yüksek yönetici yakını, sosyeteden değilsen. Senli benli konuşuluyor, birden küçülüyorsun, niye yaşadın ki bu kadar?
İçeri giriyorsun, ayakta hazıroldasın. Sandalyeler kenarda boş boş duruyor. Doktorun önünde hastaya otursun diye konmuş koltuk zaten yok. Hani hep iki tane sandalye konulur hasta ve onu getiren yakını için, doktor masasının önüne, hastanelerde, sağlık ocaklarında bu anlayış kalkmış. Ötede, duvar dibindeki boş sandalyelere boşuna imrenerek bakma! Sana otur diyen oldu mu? Seni selamlayarak elini sıkan, buyrun oturun diye yer gösteren de doğal olarak yok. Çağın en alışılmış bilindik medeni hareketi el sıkma bile çoktan yobazlarca kaldırılmış her ortamdan.
Bu da yeni moda dalga geçme, çok yaşadın, çekip gitsene sözü: “Merak etme sen daha iki yüz yıl yaşarsın.” “ Yüz kırk yıl yaşarsın daha korkma...” O...o... bir altmış beş yıl daha devirirsin amcam...” Doktor masasının yanında bilgisayarı açık, hastaların kimliğine bakan doktor yardımcısı görevli bayan, erkek hastasının bilgilerini görünce sırıtır, kalbi için gitmiş, iki yıl önce büyük bir ameliyat atlatmış kişiye ve hasta yakınına duyurtarak ortaya söyler: “Yaş yetmiş... kih kih...”
Genç kalp doktoru da havasındadır: ”Mart ayında gelmişsin, bir şey çıkmamış şikayetinden, niye geldin bir daha?”
Gittiğin hastane, bir de İngiliz yerleşimine açık yarı sömürge haline getirilen bir bölgedeyse, bayan doktora fırsat çıkar, nasıl İngilizce bildiğini bir gösterir bir gösterir ki, duyana duymayana parmak ısırtır. Tercümanınız nerede, Türkçe konuşun lütfen, diyebilecek, kendine güven, ülkesine güven, onur nerede? Üstelik sırayı bozar, yabancıyı, dilini sevdiğini, kibirli İngiliz’i aradan içeri sokuverir...
Yine bir eczaneye gider, önceden kullandığın bir ilacın kutusunu göstererek satın almak istersin, doktora gitmek gözünde büyümüştür, derttir, hastane uzaktır, randevu almak, beklemek işine gelmemiştir.
Eczacı ilacını verir. Bir de der ki, niye gidip sağlık ocağına bunu yazdır mıyorsunuz, az para mı ödediğiniz, hem oradaki doktor belki bunun yanına başka ilaç da yazar, ağrılar için. Belki sizi başka bir uzmana yönlendirir, yardımcı olur.
Denilen mantıklı. Uzun, zorlu bir yokuş tırmanmayı, ilçenin öte başına yürümeyi göze alırsın. Yolda yürüme güçlüğü çektiğini gören gençlerden kimi yardım istiyor musunuz der, çantanı taşımak isterler. Neyse dimdik yokuşun başındaki sağlık ocağına bin zorlukla varırsın. Öğretmen kimlik kartını verirsin orta masadaki kadın görevliye. Vatandaşlık numaralı, resimli. Sıraya girer beklersin.
Dar uzun bir doktor odası. Çağrılınca içeri girersin. Tabii otur denmez, el sıkılmaz, bir selam sözü denmez. Doktor masasında, hemşiresi yanda. Boş sandalyeler ötede. Duvardan destek alarak, bir elinle duvara tutunarak derdini anlatırsın. Tersler doktor hemen.
“Ben o ilacı yazmam.”Git kim yazdıysa ona yazdır.”
“Bunu yazan hastane yüz kilometre ötede. Buraya zor geldim. Zaten ilacı aldım, siz yalnız yazacaksınız.”
“Bu sorumluluğu niye alayım?”
“Bu ilaç tehlikeli ağır bir ilaç mı? Ben sanıyordum ki bu ilaç değil, yardımcı, alternatif tıbbın bir ürünü.”
“”Yazmam.”
“Bacağımda dayanılmaz ağrım var. Bu ilaç uygun mu? İki ay önce de aynı sorunlarla hastaneye gitmiştim, Kalp /damar cerrahı orada bunu yazdıydı da...”
“Bu ilacı kim yazdıysa oraya git.”
Sinirlenen doktor aynı anda, ayakta zor duran hastasıyla vedalaşmadan, geçmiş olsun deyip ayağa kalkıp onu geçirmeden, konuşmayı sona erdirmeden oturduğu yerden yeni hastasının ismini seslenir.
İşte değerin, toplumuna yıllarca ettiğin hizmetin, saygınlığın, son on yıldır dur durak bilmeden yazarak verdiğin emeklerin hepsi budur...
Bir, sözle kovulmadığın kalmıştır.
Durumu sonra tartışırsın. Akıl verenler derler:
“Neden özele gitmiyorsun?”
Sağlık hizmeti parayla olur mu? Sağlık parayla alıp satılan bir mal mı ki parayı verip beni iyi et diyesin. Karşındaki de parana göre seni iyileştirecek öyle mi?
Hani tıp yemini*, insana hizmet yemini? Nerede devletin yurttaşına sağlık görevi?
Yine derler:
“Bir büyük kente, büyük bir hastaneye git, oraya önceden gün al, kontrolünü yaptır.”
“Ama çok sonraya gün veriliyor?”
Bunun da kolayı araya “torpil” sokmaymış.
Kendi gücünle, kendi değerinle, kendi elinle randevu alamıyorsan, başkasının yardımı gerekiyorsa, mavi tur kaptanı, yörenin bir tanınmış zengini araya girecekse seni muayene ettirmeye, senin insan sayılmana aracı gerekiyorsa, yaşama o zaman. Boşa nefes alma!
Köy kadınları haklılar.
Sağlam olacaksın sağlam!
Yürüdün mü yer titreyecek!
Yoksa, Geçti Bor’un pazarı, sür eşeği Niğde’ye...
Feza Tiryaki, 15 Kasım 2018
Ek: *Hekimlik Andı
(Dünya Tabipleri Birliği Cenevre Bildirgesi, 2006)
Hekimlik mesleğinin bir üyesi olarak kabul edildiğim şu anda;
Yaşamımı insanlığın hizmetine adayacağıma,
Mesleğimi bana öğretenlere, hak ettikleri saygıyı ve minnettarlığı göstereceğime,
Mesleğimi vicdanımla ve onurumla uygulayacağıma,
Önceliği her zaman hastamın sağlığına vereceğime,
Hastamın bana açtığı sırları, yaşamını yitirdikten sonra bile gizli tutacağıma,
Tıp mesleğinin yüce geleneklerini ve saygınlığını, bütün gücümle koruyacağıma,
Meslektaşlarımı kardeşlerim sayacağıma,
Yaş, hastalık ya da engellilik, inanç, etnik köken, cinsiyet, milliyet, politik düşünce, ırk, cinsel yönelim, toplumsal konum ya da başka herhangi bir özelliğin, görevimle hastam arasına girmesine izin vermeyeceğime,
İnsan yaşamına en üst düzeyde saygı göstereceğime,
Bana gözdağı veriliyor olsa bile, tıbbi bilgimi, insan haklarını ve birey özgürlüklerini çiğnemek için kullanmayacağıma,
Kararlılıkla, özgürce ve onurum üstüne,
Ant içerim.”