Sakıncalı piyadelerden sakıncalı orgenerallere!

Sakıncalı piyadelerden sakıncalı orgenerallere!

İletigönderen MansurSah » Pzt Oca 19, 2009 9:31

Resim


Sakıncalı Piyadelerden Sakıncalı Orgenerallere



27 Mayıs ihtilali olduğunda tarihler 1960 yılını gösteriyordu.

Tüm dünya antiemperyalizme yöneliyordu ve çok özel bir şekilde Ortadoğu’da Mısır’da, Suriye’de, Irak’ta, iran’da devrimci gelişmeler oluyordu. Bu “Yeni Kemalist dalga”ydı ve kısa bir sürede çok etkili olmaya başlayacaktı.

27 Mayıs’la birlikte Türkiye’de de Atatürkçülük yeniden devrimci bir çekim merkezi haline geliyor ve Türkiye yavaş yavaş Amerikan ekseninin dışına çıkıyordu.

1950’lerde etkili olan “Dost Amerika” masalı bitiyor ve 60’lı yılların gençliğinin dilinde “Hoşt Amerika”ya dönüşüyordu.

Sendikalar kuruluyor, işçiler “işçi sınıfı”na evriliyor ve sınıf siyasete ağırlığını koyuyordu.

27 Mayıs öncesinin gençliği daha da radikalleşiyor ve Devrimci Gençliğe dönüşüyordu.

“Atatürkler geliyor” sloganları yükseliyor ve Türkiye adeta devrim yıllarını yaşıyordu.

...

Ama ABD açısından bu gidiş iyiye gidiş değildi, Türkiye hizadan çıkıyordu ve o nedenle hizaya getirilmesi gerekiyordu.

Hizaya getirme işlemi için, her zaman olduğu gibi bir darbe tezgâhlandı ve 12 Mart 1971’de Türkiye, ilk faşist cuntayla tanıştı.

12 Mart faşist cuntası yönetime el koyduğunda, Uğur Mumcu, genç bir devrimci gazeteciydi.

Önce cezaeviyle tanıştı, sonra askerliğini “sakıncalı” olarak yaptı.

Devir, faşizmin Türkiye’nin Atatürkçülerini baskı altına aldığı, sindirmeye çalıştığı, hapse attığı, işkencelerden geçirdiği, astığı bir devirdi.

Uğur Mumcu sakıncalı piyadeydi ve iki kimliği birleştirmişti kendi fikrinde: Devrimcilik ve demokratlık.

O zamanlar devrimcilik ve demokratlık bir arada anılıyordu, birbirinden ayrılmıyordu.

“Demokrasi istiyoruz” diyen halkın kafasına, faşist cunta balyozuyla iniyordu.

Demokrasi, komünizmin yumuşak halinden başka bir şey değildi Amerikancılar için.

Ziverbey’de işkence evi kurulmuş ve Türkiye yeni bir kavramla tanışmıştı: Kontrgerilla.

işkence köşküne alınan solcuları “Burası kontrgerilla merkezi, burada Anayasa geçmez” diyerek karşılıyordu işkenceciler.

Demek ki devletten daha derin bir devlet vardı ve yönetimi eline almıştı.

Uğur Mumcu ve dönemin devrimcileri bu baskılara elbet boyun eğmediler. Cuntasıyla da, kontregerilasıyla da, derin devletiyle de, Amerikasıyla da, politikacısıyla da dişe diş bir mücadeleye giriştiler. Devrimci hareket doğru mevzideydi ve doğru şeyler yapıyordu.

Ama Amerika aslında başarılı olmuştu, çünkü hizadan çıkan Türk Ordusu hizaya sokulmuştu. 12 Mart’la başlayan dönem Türkiye’de “Atatürk Ordusu”ndan “Faşist Ordu”ya dönüşüm başlıyordu.

12 Eylül bu noktada Amerika’nın ikinci müdahalesi oldu. Devrimci gençliği, yani Uğur Mumcu’ları dizginleyemeyen ABD ikinci defa Ordu’yu devreye soktu.

Halkın “devrimci evlatları” varsa Amerika’nın da “bizim oğlanları” vardı.

“Bizim oğlanlar” yönetime el koydu ve Türkiye yine kontrgerillayla karşılaştı, bu ikinci karşılaşmaydı ve kontrgerilla artık çok daha bilindik bir Amerikancı cinayet şebekesiydi.

...

12 Mart’ta Devrimci hareketin kafasına balyoz gibi inen faşist cunta bu defa silindir gibi geçti üzerinden.

Silindirin altından yine dik başlar çıkmaya başladı.

Bu dik başlardan biri de Uğur Mumcu’ydu.

Sakıncalı piyade, orgenaraller cuntasına boyun eğmiyordu, çünkü devrimciydi.

Ve Mumcu 12 Eylül sonrasının bir cesaret sembolü olarak sivrilmeye başladı.

Dönem sadece Evren değil aynı zamanda Özal devriydi.

Devrimci hareket ezilmiş, muhalefet susturulmuş, ülke süt liman olmuştu.

Ama Uğur Mumcu susmadı, başını kaldırdı ve tek kişilik muhalefet rolünü üstlendi.

Gelecek 30 yılı gören bir bilinçle yeni dönemin parolasını yazdı:

“Ben Atatürkçüyüm,

ben cumhuriyetçiyim,

ben laikim,

ben anti-emperyalistim.

Ben özgürlükçüyüm.

Ben Bağımsız Türkiye'den yanayım.

Ben insan hakları savunucusuyum.

Ben terörün karşısındayım.

Ben yobazların, hırsızların, vurguncuların, çıkarcıların düşmanıyım.

Öyleyse, vurun, parçalayın!

Her parçamdan benim gibiler, beni aşacaklar çıkacaktır.”

...

Yazdı ve Amerikancılar bu çağrıya uydular, Uğur Mumcu öldürülmekle kalmadı; bombalandı, vücudu paramparça oldu, cesedinden parçalar Ankara sokaklarına saçıldı.

1993 yılıydı Uğur Mumcu öldürüldüğünde.

Arkasında bıraktığı yarım kalan işleri vardı:

PKK’nın peşindeydi, Kürt dosyasını açmış ve Kürt-islam faşizmiyle savaşmaya başlamıştı.

islamcı sermayenin üzerine gidiyor, yobazları sıkıştırıyordu.

Liberalleri, sahte milliyetçileri, ülkeyi satanları teşhir ediyor, özelleştirmecilerle mücadele ediyordu.

Amerika Irak’a saldırmıştı, Çekiç Güç Türkiye’nin tepesine konmuştu, Ortadoğu’ya kanlı bir reçete hazırlanmıştı ve o bu planla mücadele ediyordu.

Amerika Uğur Mumcu’yu değil de kimi öldürecekti!

...

“Ankara’nın taşına bak” marşı, Kurtuluş Savaşı’ndan sonra ilk kez bu kadar içten bir çığlığa dönüştü cenazesinde.

Türkiye ilk kez böylesi bir kalabalığı görüyordu.

Laiklik, Atatürkçülük, Milliyetçilik, Solculuk, Antiemperyalizm sokağa inmişti.

Söz artık kalpaksız Kuvayı Milliyecilerdeydi.

...

Yıl ilginç bir yıldı.

1991’de ABD Irak’a saldırmıştı. BOP’un ilk adımı atılmıştı yani.

Özal Türkiye’yi savaşa sokmak istemişti ama Ordu direnmiş ve karşı koymuştu.

Genel Kurmay Başkanı 3 Aralık 1990 tarihinde resti çekmiş ve istifa etmişti.

Adı Orgeneral Necip Torumtay’dı.

12 Eylül ordusuna bir şeyler olmuştu sanki.

Amerika şaşkındı.

Şaşırdı önce, ama sonra analiz etmeye başladı.

Ve gördü ki bir gariplik vardı Türk Ordusu’nda.

Ardından Türkiye karışmaya başladı.

Seri cinayetler başladı...

ilk olarak 31 Ocak 1990 tarihinde Prof. Muammer Aksoy öldürüldü.

Muammer Aksoy Atatürkçü Düşünce Derneği’nin kurucusudur.

Ardından Uğur Mumcu.

Hemen bir ay sonra Jandarma Komutanı Orgeneral Eşref Bitlis.

Hizadan çıkan Türkiye hizaya sokulacaktır.

Atatürkçülüğe yönelen Türkiye bombalanacaktır.

...

Uğur Mumcu “Her parçamdan benim gibiler, beni aşacaklar çıkacaktır.” diyordu.

Gerçekten de öyle oldu.

“Sakıncalı Piyade”nin parçalanan cesedi Ankara’da taşları yerinden oynatır, insanları titretir.

Bir yıl sonra Sakıncalı Piyade’nin ordusuna yeni bir Genel Kurmay Başkanı gelecektir: ismail Hakkı Karadayı.

1994-1998 komutanlık döneminde Türk Ordusu Amerikan planı bu cinayetleri çözer ve ABD’yle ilişkileri dondurur.

Karadayı 12 Mart’la başlayan Amerikancı Ordu geleneğine tavır alır, set çeker ve açıkça Ordu’nun yörüngesini değiştirmeye başlar.

ABD iyice telaşlanır.

1996 yılında, Susurluk bu gidişi durdurmak için ABD tarafından planlanır.

Hemen ardından Gazi Mahallesi’nde bir iç savaş provası çıkartılır.

ABD, Ordu’ya mesaj verir.

Amerikalı uzmanlar açıkça şunu yazarlar: Türk generaller hizadan çıktı.

Karadayı’dan sonra 1998’de görevi Orgeneral Kıvrıkoğlu alır ve aynı çizgiyi sürdürür.

Türk Ordusu ABD tehdidini görmüş ama ona pabuç bırakmamıştır.

Sakıncalı Piyade’nin ordusu Sakıncalı Ordu olmuştur.

...

Yıllar sonra Amerika dediğini yapar, hizadan çıkan Türk generallerine operasyona başlar.

Ergenekon tertibi, ABD’nin 18 yıl sonra gelen intikam operasyonudur.

Ergenekon’da adı geçen komutanlara bir bakın.

Necip Torumtay, Özal’a resti çekip istifa eden komutan: 18 yıl sonra Ergenekon’da!

ismail Hakkı Karadayı, Türkiye’yi ABD’den uzaklaştıran komutan: 14 yıl sonra Ergenekon’da!

Ve diğer komutanlar...

Uğur Mumcu’nun Sakıncalı Piyadesi bombalanmış, yerini Sakıncalı Orgeneraller doldurmuş.

Şehit askerin bıraktığı sancağı komutan almış ele.

Şimdi o sancağın hesabı orgenerallerden soruluyor.
Atatürkçülük, milliyetçilik, devrimcilik sancağının, 6 Ok sancağının hesabı soruluyor.

Kaynak: Gökçe Fırat, TürkSolu, Sayı 220 (19 Ocak 2009).
Fatih "Mansur Şah" Özaydın

Hem Cemaat hem Cumhuriyet olunmaz,
Ters mıknatıslanma yapar!!!
Kullanıcı küçük betizi
MansurSah
Bilim Adamı
Bilim Adamı
 
İletiler: 611
Kayıt: Cum Ara 07, 2007 18:04
Konum: Osaka, JP

Şu dizine dön: Gazete Köşe Yazarları

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 3 konuk

x