SATILIK KAZAN
Yükselen inen, arabası gittikçe, uzaklaşan bir ses:
"Demir alıyo'm…”
“Teneke alıyo'm...”
“Bakır alıyo'm…”
“Eski alıyo'm…”
“Hurdacı geldi hurdacı!.."
Burada zaman durmuş mu ne? Yıllardır duymadığım sesler, görmediğim satıcılar tıpkı eskiden olduğu gibi capcanlı yaşamımızda… Eskiden tek farkı bu sözlerin mikrofondan söylenmesi… Bir de at arabası, el arabası yerine satıcıların artık motorlu taşıt kullanmaları…
En beğenmediğiniz satıcının bile kamyonu var, kamyoneti var, özel binek arabası var… Nasıl ilkokula giden küçücük çocuk günümüzde bilgisayar başında saatlerce oyun oynuyor, cep telefonunu elinden düşürmüyorsa bu çocukların anneleri babaları da arabaların esiri olmuş. Tarlasını satmış, almış. Kredi borcuyla borçlu, ama altında sıfır kilometreden alınmış yabancı marka arabası. Cipe özenen cip, spor arabaya özenen köy yollarına gitmeyen, gülünç duran, kırsala, çiftçiye az gelirliye, emekçiye yakışmayan yabancı malı şehir arabalarını altına çekmiş… Oysa köy evlerinde yaşam kırk elli yıl önceki gibi. Yaşam seviyesi yükselmemiş. Yere çöküp aynı tabaktan yemek yiyorlar. Elektrik her yerde ama evlere çağdaş araçlar, makinalar pek girememiş... Yer minderlerindeler… Televizyon baş köşede, tek. Kocaman, son model aygıtlar… Borçla harçla alınmış… Buna karşın evlerde rahatlık, konfor yok. Taş tabanlı, beton, üstünkörü yapılmış, biçimsiz evler. Eski Türk evlerinden hiçbir izi kalmayan… Özellikle merdivenleri korkunç. Beton beton sırıtıyor… Evleri apartman biçimi, çok katlı yapmayı beceri sanmışlar, geleneksel yapılardan uzaklaşmışlar. Evlerin pencere çerçeveleri artık tahtadan değil, naylondan. Bir takım uyanıklar, “Şunapen bunapen” diye, İngilizce pencere anlamına gelen “pen” sözüne gülünç ön takılar ekleyerek firmalar kurmuşlar, buralarda ürettikleri doğal maddeden olmayan, kırsala uymayan malzemeyi getirmişler, en uçtaki köylüyü bile kandırarak evlere takmışlar. Köy evlerinin o güzelim tahta çerçevelerini alıp götürmüş yerine naylonunu, sırıtan, eğreti duran, eve yakışmayan bu çerçeveleri takmışlar… Koruma altındaki yerlerde bile pencere çerçeveleri, kapılar çaktırmadan değiştirilmiş, naylonu takılmış… Yerde naylon fabrika halıları. Ne kilim kalmış el dokuması, ne güzelim ilmek ilmek dokunan yün halılar… Keçe tabanlıklar yitmiş gitmiş. Kıl dokumalar, kıl yörük kilimleri çoktan tarih olmuş… Paragözler, eskicilere toplatmışlar bunları yıllarca. Yabancı gezginler de boş durmamış, çok yıllar önce, toplananları toplayıp götürmüşler ülkelerine… Götüremediklerini, evi, tarlayı tapanı, dağı taşı… üstlerine tapulatıp duruyorlar… Toprağımız el değiştiriyor.
Bizimkiler ne mi yapıyor?
Ellerde bilgisayarlı telefonlar, gözler televizyonda, birbiriyle iletişimini kesmiş, robotlaymış bireyler yetiştiriliyor. Diz çöken, kafa sallayan, denileni yapan, yıkan, satan, hep satan, her şeyini satmaya mecbur bırakılan köleler… Afrikalılar, Hindistanlılar gibi, ülkemiz yasaları değiştirilince gevşemiş çözülmüşler; gelenlere topraklarını, egemenliklerini vermiş, karşılığında naylonları almışlar. Arabanın, cep telefonunun, televizyonun, en önemlisi bir kâğıt parçasından başka bir şey olmayan paranın tutsağı olmuşlar…
Bu hurdacı ne alır, ne satar diye meraklandım dün mikrofondan her yana yayılan ezgili sesi duyunca…
“Satılmadık ne kaldı?”
“Eskicilere neler satarlar, karşılığında neler alırlar, gözümle göreyim!” dedim…
Hurdacıyı ararken nayloncuyu buldum, küçük kamyonuyla gelmiş, eşyalarını yere, büyükçe bir alana dizmiş.
Renk renk naylon leğenler, bir sıra… Türbe yeşili, koyu çivit mavisi olanları hele mutfak eşyasına hiç yakışmamış, renkleri iç bulandırıyor… Leğenin bakırını ararsan bul, kalmamış… Bakırlar naylona yenilmişler. Bakırını getiren iki naylona razı geliyor. Bir ateşle eriyiveren, bir darbeyle yırtılan, kesilebilen, güneşte unutsan çürüyen kopan, parça parça olan naylonlara…
Boynuz ıslatmaya kap arıyorum. Pekmez yapmaya niyetlendim; yardımsız, kimseden ödünç kap almadan, kendi kaplarımla yapacağım bu kez pekmezimi…
Keçiboynuzu pekmezi, buraların en ünlü pekmezi. Keçiboynuzu, küçük küçük parçalara ayrışana kadar üstüne keserin tersiyle vuruluyor. Parçalanan boynuzlar bir gece suda bekletiliyor. Suya boynuzun ballı şekeri çıkıyor. Bu su kaynatılınca pekmez oluyor.
Eskiden keçiboynuzları yüksek kenarlı, karnı yuvarlak, kulplu kazanlarda bekletilirmiş, leğen biçimindeki geniş kazanlarda kaynatılırmış…
Gözünüzde canlandırın. Okul kitaplarımızda Nasrettin Hoca’nın o ünlü kazan gülmecesi mutlaka olurdu. Hani komşusundan ödünç aldığında doğurdu diye içine tencere koyduğu, ikinci kez ödünç aldığında öldü dediği kazan; bu kazanın çizilmiş resmini görmeyen yoktur. Bu kazanın altında yakılı mumla pişirilmeye çalışılan yemek gülmecesi de ünlüdür. Uzaktaki ışıkla ısındın diyenlere ders vermek için Hoca yemek kazanının altına mum yakarak yemek pişirmeye kalkar ya o kazan.
Yandan iki kocaman kulplu. Alt kısmı geniş, ortada biraz incelen, üstü yine genişleyen, içi kalaylı, dışı isten kapkara olmuş bir kazan.
Bu kazanın aynısını görüverdim dün.
Onca naylonun, naylondan kovanın, leğenin, tencere biçimli kapların, yine naylon sayılan, en sağlıksız, en kötü malzeme olan alüminyumdan yapılan tepsilerin, tencerelerin, leğenlerin, kazan biçimli teneke kapların yanında böyle bir kazan duruyor. Yola doğru yatırmış, yere koymuşlar.
Böyle bir kazan görmeyeli ne çok yıl oluyor. Buralarda herkesin neredeyse herkesin pekmez için kullandığı kaplar bakırdan değil. Bakır yaşamdan çekilmiş… Naylonlarda ıslatılan boynuz, alüminyumdan kazan taklidi kazanlarda kaynatılıyor… Tek tük çelik olanları da var ama az sayıda…
Kalaycıların zor bulunması, kalay yaptırmanın pahalı olmasını kullanarak toplumu kandırmış bu çok bilmiş hainler, açıkgöz - paragöz insanlar… Hem de bu tür naylon kaplar kuş gibi hafif… Kaldırıp indirmeye yardımcı gerekmiyor, tek parmağınla kaldır götür… Bunu da kullanmışlar insanlarımızı kandırmak için.
Hemen bu kazanın yanına gidiyorum. Yerden kaldırmak istiyorum kulplarından tutup. Yerinden kalkmıyor, taş gibi ağır…
Yedi mi sekiz kilo mu ne. Yandan ekli demir şeritleri de var kazanın, kulpların altında.
Az önce birisi getirmiş bunu satıcıya. Satıver kazanımı diye. Alıcısı çıkmış bir iki kişi. Pazarlıkta uyuşamamışlar. Gelen, ölmüş eşek fiyatı vermiş… Neredeyse o leğen büyüklüğündeki kocaman alüminyum tencerelerle aynı fiyatta bu kazan. Bakırı hurda olarak tartıp almış satıcı, üstüne kâr ekleyip satıyor.
Bu kazanın değeri onların gözünde yalnızca maden değeri, o kadar…
Ülkemizin şehit kanıyla sulanmış topraklarını toprak diyerek satmaları gibi… Buna izin verenler, bu yolu açanlar gibi satıcı da alıcı da kazanı para gözüyle görüyor. Satılık mal gözüyle…
*
Annemin de bu kazanın aynısı vardı. O zamanlar herkesin kazanı böyleydi. Öldüğü gün evden götürdülerdi gözü aç birileri annnemin bütün bakırlarını... Giysileriyle, değerli eşyalarıyla birlikte. Kazanı yolda boynu bükük tek başına öyle durur görünce istemeden eski günleri anımsadım...
İçinin kalayı geçmiş, dışı kapkara bir eski kazan.
Yerinden kalkmıyor öyle ağır.
Annemin ölümünden sonra kapışılan, götürülen eşyalarının arasında dikiş makinesi de vardı. Elle çalışan Singer marka makine.
Giysileri kapları kaçakları bulamadım, kimlere gitti öğrenemedim geriye almak için. Çocuktum o zamanlar. Ama bu dikiş makinesinin izini yıllar sonra buldum. O ona vermiş, o ondan almış… Çok el değiştirmiş… Memleketten ta İstanbul’a götürmüşler… İki yıl İstanbul’un varoşlarında koşturduk, yıkıntıların, gecekondu irisi beton yapıların kapısını çaldık, bu makineyi kırık, işlevini yitirmiş bir durumda bulduk sonunda evin birinde. Yeni bir dikiş makinesi parası vererek de geri aldık…
Şimdi o makine evde baş köşede duruyor. Gelip okşuyorum gidip okşuyorum kulpunu, başını, gövdesini. Annemin eli değmiş, gelinliğinin anısıymış, geçmişimin eşyasıymış diyorum… Bakır mangalını da, iki yanı pirinçten kulplu tek ayaklı mangal, öyle okşuyorum, üstüne titriyorum, kırılırsa, bozulursa, çalınırsa … diye… Örtülerim de öyle değerli gözümde. Babaannemin el örgüsü, pamuk iplikli perdeler, annemin el örgüsü, el işlemesi örtüler, nakışlı bohçalar, peşkirler…
Geçmişimizi gösteren, yaşanmışlığı anlatan belgeler bunlar… Sararmış sandık eşyalarını değişebilir misiniz yenisiyle, sizi anlatmayan fabrika dokumalarıyla…
Bizi naylonlaştırmaya başladıkları yıllarda, altmışlı yıllardan sonra, kapı kapı dolaşanlar eski kilimleri toplarlardı. Bunların yerini makine halıları alırdı hemen… Naylon gömlek, naylon leğen, kova karşılığı nelerini verdi garip insanlarımız…
Şimdi de Amerikan’ın makinalarda ha bire bastığı yeşil kâğıtların karşılığında, elindekini avucundakini veriyor. Tarım arazileri, bereketli ovalar, deniz kıyıları, zeytin bahçeleri, üzüm bağları, koylar, adalar, yaylalar… gidiyor ellere. Yabancılar Akdeniz’de, kıyılarımızda kasabalar kurdular… Dünyanın en güzel yerleri, en güzel iklimli cennetleri, en güzel suları olan yerleri elimizden çıkıyor, ellere geçiyor… Böyle giderse, kayıplarımızı geri alamazsak, kırsalı koruyan eski yasalarımıza yeniden dönemezsek, köylüyü, askerin alanlarını, ormanı, sularımızı, dağlarımızı koruyamazsak, yakın gelecekte bu güzelim yerleri bizlere yasaklayacaklar, günü geldiğinde yabancılar oralara bayraklarını indirmemek üzere dikecekler…
*
Şimdi kazanı karşıma aldım, kara kazanla konuşuyorum:
“Anlat başından neler geçti?
Seni kimler yaptı, hangi eller işledi, dövdü, biçimlendirdi?
Nerelerden ta buralara geldin?
Kimdi ilk sahibin? Seni kimden aldılar? Hangi gelinin kınalı elleri dokundu sana, hangi koca nine içinde pekmezini kaynattı, çamaşırını yıkadı, yıkanma suyunu ısıttı içinde?
Kimler kullandı, kimler altında ateş yaktı senin, kimler el sürdü, kimlere hizmet ettin bunca yıl?
Söyle kara kazan, hangi dönemleri yaşadın?
Ülkemizin ilk Cumhuriyet yıllarını, altın dönemini anımsıyor musun?
Kimlerin zamanını gördün? Seni nerelerde unuttular?
Son yıllarını nerede geçirdin? Niçin kullanmıyorlar artık seni?
Söyle kara kazan, doğruyu söyle, seni niye sattılar? Bir naylona değiştirdiler?”
Kazan suskun… Sanki ağlıyor…
Feza Tiryaki, 21 Kasım 2013