Sevme, acıma, merhamet, insan olanın duygularıdır. İnsan olan sever. İnsan olan acır.
İnsan, merhametlidir. İnsan olan, değil insana, hayvana da kıyamaz, can taşıyor, o da bir canlı diye…. Tüm canlıları sever, korur insan olan, evrende hepsinin bir görevi olduğunu, yaşam hakkı bulunduğunu bilir, bir karıncayı bile incitemez. Doğaya kıyamaz. Ağaca, ormana kıyamaz.
Sevme öğrenilen bir duyguymuş. Bilim insanları böyle derler. Seni annen sevmişse, sevilerek büyütülmüşsen, sevme nedir öğrenmişsen, sen de severmişsin. Evlâdını, ananı babanı, yakınlarını, eşini dostunu, vatanını milletini, insanlığı…
Sevmeyi öğrenmişsen canlıları severmişsin.
Doğayı severmişsin.
Börtü böceği bile severmişsin… Ozanımızın dediği gibi severmişsin, yaratandan ötürü…
Sevmeyi öğütleyen, bize sevmeyi öğreten bir Cumhuriyetin çocuklarıyız biz.
Gözümüzü açtık, ders kitaplarımızda sevgiyi, ülküyü (yüce dilek), merhameti, arkadaşlığı, komşuluğu, iyiliği, güzelliği… anlatan şiirler, yazılar gördük, okuduk.
Türk destanları, insan, doğa, ana, ata, eş, evlât sevgisi üstünedir. Kahramanları sevgi doludur. Yurdunu milletini seven ataları anaları anlatır destanlarımız, masallarımız, efsanelerimiz…
Önce köklerimizi sevdik okullarımızda. Atalarımızı sevdik. Anamızı, babamızı, karın kardaşı sevdik… Atatürk’ü, bu yurdu, bu Cumhuriyeti bize armağan edeni, o yüce kişiyi canımızdan çok sevdik.
Yüce Atatürk’ün bize öğrettiklerini sevdik. Yurdumuzu, milletimizi sevdik. Dilimizi, dinimizi sevdik…
Saldırgan düşmanlardan kurtulan vatanımızda, o yaralı, zorlu günlerimizde bile geçmişin acılarını deştirmedi, kabuk tutan yaralarımızı kaşıtmadı kimseye büyüklerimiz, sevgiyle yaşamayı öğretti çocuklarına yüce gönüllü öğretmenlerimiz. Saldırganların geride bıraktıklarına, soylarına soplarına kin duyurmadılar. Diş bilemedik başkalarına, öc almayı (intikam) düşünmedik. Kini, nefreti öğretmediler bize. Sevgiyle, yufka yüreğimizle, acıma duygumuzla örttük geride kalan, kana bulandığımız acılı günlerimizin üstünü. Kan davası gütmedik zulüm eden Yunan’a, Bulgar’a, Rus’a, Ermeni’ye… İngiliz’e, Fransız’a, İtalyan’a, bizi arkadan vuran Arap’a hesap sormadık. Arkada gizlenen, devletimizi tanımayan, bizim için planlar yapan Amerika’nın çirkin yüzünü topluma anlatmadık. Yaptıklarının karşılığını vermeyi düşünmedik hiç birine Kurtuluş’tan sonra. Cumhuriyet’ten sonra…
Vatanımızı anamız gibi sevdik.
Şimdi dinci iktidar bütün öğrendiklerimizi ters çeviriyor. Sevginin yerini kindarlık, sevmenin yerini katı yüreklilik, acımazlık, tiksinme, sevmeme, iğrenme alıyor…
Okulların açılış günü çocuklara sevgi dolu şiirler okutulacağına, sevgi sözleri öğretileceğine, yabancıların, canilerin, eli kanlı Afganlı teröristlerin öldürme, savaş çağrıları okutuluyor. Öldürmeye gelin, savaşmaya gelin diye çağrılıyor çocuklar. Mermi alın gelin deniyor, oyuncak yerine. Allah adı kullanılarak insan öldürme öğretiliyor genç beyinlere. Ayıpladığımız, lanetlediğimiz, haberlerini tiksinerek, bunlar insan olamaz diye diye okuduğumuz, can alıcı, eli kanlı, kara yobazlara özendiriliyor çocuklar.
İnsan öldürmüş, bilerek isteyerek başkalarının canına kıymış, tanımadıklarını sırf kan dökülsün diye öldürmüş, kadına çoluğa çocuğa kıymış, acımamış, araçları, binaları, yolları, karakolları bombalamış, evi, aracı, insanı yakmış, hayvan keser gibi insan kesmişlere, işine giden sivil giyimli askerini kapısı önünde ensesinden kurşunlayanlara hesap sorulmuyor artık ülkemizde. Katil başı cezasını en ağır şartlarda çekeceğine kendine bir siyasetçi muamelesi yapılıyor. Hiç utanılıp sıkılınmadan katil başının şartlarının daha da düzeltileceği, ev hapsine bile çıkarılabileceği konuşuluyor.
Düşürdükleri Suriye helikopterini hâlâ savunuyorlar. Helikopter düşmeden önce yere atlayabilen, canlı kurtulan iki pilottan, bu iki Suriyeli pilotun, bu iki genç insan evlâdının, genç askerin, kendilerine Müslüman diyen kendi ülkelerinin devlete isyan eden canileri tarafından Allah adı anılarak koyun kesilir gibi kesilmelerinden tek söz bile söz eden yok. Bundan acı duyan, suçluluk duyan, sebep oldum, o canlardan şimdi ben de sorumluyum diyen yok…
Lübnan’da bir ay önce kaçırılan iki pilotumuzdan da hiçbir haber yok.
Vatanı gözü gibi seven, gözünün bebeği gibi üstüne titreyen kuşaklardan sonra, vatanı satan, sınırları tartışmaya açtırabilen, bir bölümünü gözden çıkarabilen, vatan topraklarını alınıp satılan bir mal gibi gören insanlar yetiştirme dönemine gelindi.
Vatanını ulusunu canı gibi sevenler bu vatan uğruna şehit oldular. Onları şehit eden vatan hainlerine, devletine silah çeken, karakol basan, yollara mayın döşeyerek can alan, eli silahlı saldırganlara, “ Meşru müdafaa yaptılar.” diyebilecek kadar insanlık sıfatını yitirmiş insanlarımız var. Böyle diyebilenler, bu ulusun sözde seçilmiş vekilleri, belediye başkanları sanıyla ortalıkta dolaşıyor, insan yüzüne bakıyorlar. Üstelik bunlar, bu ihanetlerinden dolayı soruşturulacaklarına, yargılanacaklarına devletten maaş almaya devam ediyorlar.
Ben en Atatürkçü’yüm, Altı Ok’çuyum diyerek çıkıp nutuk atanlar, terör örgütünden “Pekaka, o siyasal anlayış” diye söz edebiliyor. Bizden görünüp kulakları böyle alıştırıyorlar.
Sevgi beslemek, sevmek (sevgi – bağlılık duyma), vatana sevdalanmak (güçlü tutku) bize öğretildi. Sevecen olma (şefkat) öğütlendi. Nefret etmek, nefret edeni, canilik edeni övmek de yeni yetişenlere öğretilecek…
Bizim örnek aldığımız kişi yüce önderimizdi. Övüncümüz Türk büyükleriydi… Güvencemiz Atatürk’ün Ordusu’ydu…
Şimdinin çocuklarına din büyükleri örnek gösteriliyor. Asker kötüleniyor, aşağılanıyor…
Bilimin aklın önüne din öğretisi geçirildi. Batı, dini, kiliseyi devletten ayırdıktan, bilimi özgürleştirdikten sonra çağdaşlıkta ilerledi.

Bir gelişmiş Batı ülkesinde, İncil’in, peygamberleri İsa’nın yaşamının ders kitabı olarak devlet okullarında, ortaöğretim sınıflarında, eğitim ve öğretimde Matematik gibi, Fizik gibi, yani bir ders gibi öğretildiğini, ezberletildiğini düşünebilir misiniz?
Almanya’yı sordum bilenlere, kendi gözlemlerimi yeterli görmeden. Seçmeli “Din Dersi”, bir felsefe dersi gibidir oralarda, dediler. “İnsanlığın ortak değerleri konu edilir. Dinler genel anlamda öğretilir.”
Din dersinin içinde işlenir işlense işlense böyle konular. Bizde geçen seneye kadar olduğu gibi. Oralarda bu genel anlamdaki din dersinin dışında Katolik, Protestan diye ayrılıp ders alanlar da var, kimse kimseye baskı yapmadan, diye açıkladılar sorumu. Hem düşünün bir kez, onların yöneticileri, şu çağda kürsülere çıkıp ülke çocuklarına, İsa bizim önderimiz, izimiz, onu örnek al diyebilirler mi?
Vicdanı ilgilendiren din konusu çağdaş dünyada bu şekilde eğitime sokulur mu?
Bizde her şey geriye döndü. Yeni yetişenlere ezberlemeyi, ezberlediğini olduğu gibi benimsemeyi öğretiyorlar. Ne denirse o! Diz dibine çöken kuşaklar. Başka kültürlerin, ulusların büyük kabul ettiklerini kendi büyüğü sanacak kadar algıları bozulmuş, uyuşturulmuş gençler… Ulusal kimliği bastırılmış, öğretilmeyen gençler… Kendi aklını kullanamayacak, başka akılların dediğini sorgulamadan yapacak, ortaçağda yaşar gibi yaşayacak, güce, paraya, çıkara tutsak olacak kuşaklar tasarlanıyor.
Cumhuriyetimizin kurucusu, büyük komutan, Kurtuluş Savaşı Başkumandanı, yüce önderimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk, hem insan sevgisi hem de hayvan sevgisi ile doluydu. Doğa sevgisini anlatılanlardan bilirsiniz. Bir ağaca bile kıyamadığını… Çocuk sevgisini bilirsiniz. İnsana saygısını, sevgisini, düşmanlarına bile esir düştüklerinde nasıl davrandığını duymamış olamazsınız. Hilmi Yücebaş’ın kitabından (1973) okudum bu yazdığım öyküleri.
Hilmi Yücebaş ( gazeteci- yazar) 1915 Drama doğumlu. “Atatürk’ü en iyi anlayan kendisidir “ düşüncesiyle, Atatürk’e duyduğu derin sevginin bir armağanı olarak Atatürk’le ilgili anıları, nükteleri, fıkraları bir araya toplamış.
Aka Gündüz (gazeteci, yazar, milletvekili)1939 yılında Radyo Dergisi’nde anlatmış aşağıdaki öyküyü.
Bir akşam Atatürk’ün sofrasında bıldırcın kızartması varmış. Tepeleme kızartılmış bıldırcın dolu bir kayık tabak sofraya getirilmiş. Herkes tabağına almış.
Salih Bozok, sofranın öbür ucundaymış. Salih Bozok biliyorsunuz Atatürk’ün en yakını, Atatürk’le aynı yıl doğmuş, mahalle arkadaşı, okul arkadaşı bir kahraman asker. Sonraki yıllarda da yaveri.
Salih Bozok, şakacıymış, Atatürk’e nazı geçermiş… Herkes çatalını bıçağını alıp bıldırcınları yemeye başlamışken, bir anda cebinde sakladığı canlı bir bıldırcını sofraya doğru uçurtmaz mı?
Kuş tabakların üstünden geçmiş, yalpalamış, sağa sola çarpmış, sonra Atatürk’ün kucağına konmuş.
Atatürk kuşu severek eline almış, okşamış, kuşun korkusunu yatıştırmış. Sonra garsonlara şöyle demiş:
“Derhal masadan bıldırcın tabağını kaldırınız. Bir daha da soframa bu kuşun etini getirmeyiniz!”
Bir bıldırcın öyküsü daha anlatırlar. Sabiha Belül’den.
Atatürk’e bir gezisinde (Şile) bıldırcın armağan edilmiş. Atatürk bıldırcınlardan birini sevmiş, okşamış, bir kafese koydurmuş, sarayda bakılmasını istemiş. Birkaç gün sonra kuşu kedi kapmış. Atatürk’e bu olayı bıldırcın kafesinden kaçtı diye söylemişler. Kedinin kaptığını onu üzmemek için diyememişler.
Bu öyküyü de Latife Uşaklıgil sonraki yıllarda anlatmış.
Evli oldukları yıllar. Atatürk’e doktorlar sağlığı nedeniyle dinlenmesini tavsiye ediyorlar. Atatürk bu tavsiyelere birkaç gün uyuyor, sonra uyamıyor. Bir gece saat ikide kalkıp tramvaya binmek istiyor. Yanına yaverlerini de alıyor, hazırlanan tramvaya biniyorlar. Tramvay bildiğimiz tramvaylardan değil, atlı tramvay. Atatürk sürücüye soruyor:
“Sen atları kamçı ile mi idare edersin?”
“Tabii kamçı ile. Kamçısız at idare edilir mi?”
“Neden idare edilmesin?”
Atatürk tramvaycının yerine geçiyor. Dizginleri eline alıyor, kamçı kullanmadan atları idare ediyor, tramvayı sürüyor. Şaşıran tramvaycıya şu sözleri söylüyor:
“Ben de senin gibi bir idareciyim. Yüz binlerce insanı idare ettim, ölüme giden yola bile seve seve gittiler. Fakat birine bile kamçı kullanmadım.”
Ne mutlu böyle yüce gönüllü bir önderi olan Büyük Türk Ulusu’na!
Ne mutlu sevmeyi, sevilmeyi bilenlere…
Ne mutlu vatan millet sevdalılarına…
Feza Tiryaki, 24 Eylül 2013