Silivri'den Taşan Duygular: "Ruhumuzda Hür Vatan..."

Silivri'den Taşan Duygular: "Ruhumuzda Hür Vatan..."

İletigönderen Başkomutan » Cum May 07, 2010 18:04


SİLİVRİ’DEN TAŞAN DUYGULAR!

Duygusallık; insana özgü, insanca yaşamın ve hissetmenin en belirgin özelliğidir… Gözlerden akan yaşlar ise bu özelliğin en doğal nişanesidirler…

Kimi zaman, içine akıtırsın o yaşları! Bazen de elinde olmadan bir çift pırıltı süzülüverir göz pınarlarından…
An’lar vardır, yaşanmış bir ömrü anlatır! An’lar vardır, yaşattıkları ile beyinlerimize çakılır kalır! İşte böylesine bir an, yaşamınızın en kötü anısı olarak ve bir daha silinmemecesine, hafızanızda yerini alır!

Her insanın hayatında çok önemli yeri olan kişiler vardır! Anneniz, babanız, eşiniz, evlatlarınız, kardeşleriniz ve torunlarınız; onlar hayatınızın en önemli varlıklarıdır… Ama bir de, hayatınıza ayrı bir anlam katan ve yaşam kaynağınıza güç veren dostlarınız ve arkadaşlarınız da vardır.

Sevinçli ve güzel iyi günlerinizde sizi yalnız bırakmayan kimi tanıdıklarınızın tam tersine! En acılı ve en sıkıntılı günlerinizde yanı başınızda hep onlar vardır. Çoğu zaman, yüreğinizdeki acıyı paylaşan ve gözlerinizin aradığı da onlardır…

Artık onlarla kardeşlikten de öte duygular yaşarsınız, en sıkıntılı dönemlerinizde de önce onu ararsınız. Bu can yoldaşlığı herkese nasip olmaz. Bu nitelikleri arasanız da, her insanda bulunmaz!

Ben çok şanslıyım ki 51 yıl önce tanımıştım onu, oysa henüz 12 yaşında bir çocuktuk! Ama üzerimizdeki üniforma ile 1959 Yılında, Selimiye Askeri Orta Okulunda küçücük bir asker olmuştuk!

Birlikte geçirdik çocukluğumuzu, gençliğimizi, aynı askeri okulların sıralarını, karavanalarını paylaştık. Şanlı Sancağımızın huzurunda birlikte yemin ettik o kutsal ocak Harbiye’de, gerektiğin de vatan ve vazife uğruna ölürüz diye...


Silah arkadaşlığının o en kutsal yemini ile görev yaptık, kimimiz bu hizmeti sonuna kadar götürdü, kimimiz ise erken bıraktık…

Öğrencilik hayatımızla, gençliğimizle ve hayatımızı renklendiren ailelerimiz ile birlikte paylaştık geride kalan bu yarım asrı. Kaderde, tasada, sevinçte ve hayatımızın her kesitinde mutlaka bir aradaydık. Çünkü biz hem dost, hem arkadaş, hem kardaş ve hem de silah ve bayrak üzerine ant içmiş aynı ocaktan mezun olmuş can yoldaşlarıydık…

İşte 27 Nisan 2010 tarihinde ben o can yoldaşımın yanındaydım. Ama ‘’O’’ Silivri’de ki özgürlüğün olmadığı o malum yerde; ben ise onu görmek için o dört duvarın dışında, beynimi kemiren ve cevabı olmayan sorularla başbaşaydım!

Benden önce ziyaretlerine gidenlerimiz; o ve diğer silah arkadaşlarımız için hep aynı şeyi söylediler! ‘’Sabır ve metanet içerisindeler!’’

Sabır ve metanet! Neye sabır? Metanet ne için?

Sizin hiç özgürlüğünüz elinizden alındı mı? Siz hiç en çok sevdiğiniz kişileri görememenin acısını yaşadınız mı? Siz hiç dört duvarın arasında, küçücük bir odanın içerisinde güneşin doğuşuna, rüzgarın esintisine, denizin o dingin rengine, dalgaların seslendirdiği o muhteşem sessizliğe! Ama hepsinden de acısı evlatlarınızın, torunlarınızın ve hayat arkadaşınızın sesine hasret kaldınız mı?


Ben de bilmiyorum! Ben de bu ne menem bir acıdır, yaşamadım! Bilemem! Tahmin dahi edemem!
Ama ‘’O’’ ve Silivri’deki diğer arkadaşlarımız, kardeşlerimiz ve bizlerden çok daha büyük olanlarımız artık biliyorlar! Bu acıların her saniyesini yaşayarak öğreniyorlar, öğrendiler!
Çünkü onlarda bu acımasız yaşamın içerisindeler artık!

O’nu, o kapalı kapının ardından çıkararak camlı bölmenin önüne getirdiklerinde! İşte her şey o anda bitiverdi birden!

İnsan bu gibi durumlarda ne yapacağını bilemiyor! Hele, hele 51 yıldan beri kardeşinden daha çok sevdiğin, yakın bildiğin, can yoldaşını, özgürlüğü elinden alınmış bir durumda gördüğünde…

51 yıl önceki çocukluk arkadaşım, yarım asırdan beri kardeşim, can yoldaşım, devremizin yıldızı; Silivri’deki o malum yerde ve camekanlı bir bölmenin ardındaydı ama dimdik duruyordu karşımda!

Konuşabilmek için telefonları elimize aldığımızda, birbirimize söyleyebildiğimiz ilk cümleler önce gönlümüzde kopan fırtınanın hıçkırığına, daha sonra da boğazımıza düğümlenen duygulara takılıverdi! İşte o anda mani olamadık göz pınarlarımızdan boşanan o acılı yaşlara…

Gönülden gelen coşkulu beraberliğimizi, son nefese kadar sürecek olan can yoldaşlığımızı paylaştım kardeşimle bir kez daha. Diğer silah arkadaşlarımızın sevgi dolu yüreklerinden taşan duygularını ilettim kendisine. Özellikle de Selimiye Askeri Orta Okulunda yaşadığımız çocukluk günlerimizde söylediğimiz marşımızın dizeleri ile!

"Ruhumuzda Hür Vatan, Kalbimizde Harbiye,
Dört Ufuktan Seslenir Kahraman Selimiye…"


Ve tabii ki, her gerçek Harbiyelinin gönül marşı olan ‘’ Yaşa Varol Harbiye…’’ tümcesi ile moral verdim kendisine… Çok duygulandı. Sadece gözlerinde parıldayan yaşlarla değil, gönül penceresinden süzülen sevgi cümleciklerini birleştiren tek bir cümlecik ile yanıtladı: "Hepsi sağ olsunlar…"

Evet, metanetliydi. Sabırlıydı. Hukukun üstünlüğüne inandığı kadar, suçsuzluğuna da inanıyordu. Ama bir o kadar da kızgın ve kırgındı! Çünkü ete soğan doğrayamayanlar ve aynı tercihi paylaşanlar tarafından yalnız bırakılmıştı! Bırakılmışlardı! O dört duvar ardındaki yerde onu görünceye kadar tüm görevliler, işlemleri yapanlar herkes çok kibardı, çok anlayışlıydı, savcısı, infaz memurları, jandarması hepsi çok kolaylık gösterdi. Ama tüm bunlar ve bizim yaptığımız ve yapacağımız ziyaretler anlık moral gücü vermenin dışında, neye ne katar?

O ve onun durumunu paylaşan diğer arkadaşlarımızın, kardeşlerimizin ve büyüklerimizin şu anda yaşadıkları o olumsuz duruma, olumlu anlamda katkıda bulunması gerekenler, hala neden konuşmazlar? Neden susarlar?

O gün Silivri’de O çocukluk arkadaşımı, kardeşimi, ağabeyimi, dostumu, silah arkadaşımı ve yaşamımızın 51 yılını paylaştığımız can yoldaşımı, Sevgili Behzat Paşamı, eşimle birlikte ziyaret ettik… Ziyaretin sonu geldiğinde, o camekanın ardından veda ederken son bir kez daha baktı gözlerime! Sesi duyulmuyordu ama bakışları ile anlattığı o cümleyi ben duymuştum bile, kalbime bir ok gibi saplanan ve beynime kazınan o kelimeleri ile: "Hürriyetim alınmış, şerefim ve vicdanım bende kalmıştır…"

Şimdi gecenin bu saatinde ne yapılır orada? Ne yaparlar o duvarların arasında? Neler hissederler?

Ama inanıyorum ki onlar, bizlerin bu duygu beraberliğini ve hepimizden onlara ulaşan sevgi selini mutlaka hissediyorlardır… Duygusallık, insana özgü en değerli hazine…

İşte bu en değerli hazineyi, silah arkadaşlığının, kardeşliğin, dostluğun ve can yoldaşlığının ne demek olduğunu bu yazım ile paylaşmak istedim sizlerle…

"Yiğitlerin kalbi, sırların mezarıdır…"


ATİLLA ÇİLİNGİR
Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir.Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler!

Eğer bir milletin kurtarıcıya gereksinimi yoksa artık millet olmuştur
Sakın kurtarıcı bekleme‚ yoksa sana karşı olan vazifemi yapamadım sayarım

Türk milletinin büyük millet olduğunu bütün medeni alem, az zamanda, bir kere daha tanıyacaktır

Beni hatırlayınız
Kullanıcı küçük betizi
Başkomutan
Genel Yetkili
Genel Yetkili
 
İletiler: 2297
Kayıt: Pzt Eki 12, 2009 23:24

Re: Silivri'den taşan duygular " Ruhumuzda hür vatan... "

İletigönderen Deli Haydar » Cmt May 08, 2010 19:58

Atilla Çilingir komutanımdan on gün sonra bana da nasip oldu, Silivri'den taşan duygulara ortak olmak. Eşelemeye dahi gerek bırakmadan çürüklüğünü satır satır bağıran ve buram buram ihanet kokan iftiranamenin görüşüldüğü, pembe duvarları ile her an çökmeye meyilli yüksekçe çatının altında Kemal Aydın, Mehmet Ali Çelebi, Mustafa Balbay, Neriman Aydın, Tuncay Özkan ve Durmuş Ali Özoğlu ile birlikte adlarını tam duyamadığım üç kişinin daha savunmalarına tanıklık ettim dün. Ne mutlu ki Mustafa Balbay'ın ana-babasının elini öpüp, elini kalbimle sıktığım Mehmet Ali Çelebi'ye, "Türk'ün Atatürk'ün izinde Ergenekon'dan yeniden çıkacağını" söyleme olanağı buldum.

İzninizle duyup gördüklerimden aklımda kalanları anlamca aktarmak isterim:

Kemal Aydın, siyonizm ve masonluk üzerine yaptığı ilginç saptamalarının ardından, Ali Özoğlu'nun Şifre Çözüldü kitabının herkesçe okunması gerektiğini söyledi. Türkiye'de görevli sünnetsiz imamların varlığına olan inancını, üzerine basa basa yineleyen Aydın, bu kutsal planda Allah'ın yolundan gidenlerin; Gazi Kemal Atatürk'ün izinden ayrılmayanların, elbet bu davayı kazanacağını belirtti: Atatürkçü kadınlara selam gönderdi.

Savunmasını, iftiranamede suç unsuruymuşçasına yer alan üniformalı fotoğrafları üzerinden yapan Mehmet Ali Çelebi, kurula Türk askerinin üzerindeki üniformanın gerçekte neleri simgelediğini teker teker anlattı. Üniformanın yalnızca "üste giyilen bir giysi" olduğunu sananlara verdiği kısa dersin ardından genç teğmen, diplomasını Genelkurmay Başkanı'nın elinden aldığı fotoğrafı göstererek, "buranın Bekaa Vadisi değil, Harbiye olduğunu" haykırdı. Çelebi'nin altını çizdiği gibi, kanla irfanla kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nin ölmez bekçileri olduklarının ayırdında olanlar, Geleceğin Genelkurmay Başkanı'nın savunmasının ardından yükselen alkış seslerini, yine kendileri bastırdı.

Kendini "Kemalist bir Türk kadını" olarak tanıtan Neriman Aydın'da da en ufak bir tedirginlik ya da umutsuzluk belirtisi yoktu. Okur-yazar bir baba ile okuma-yazması olmayan bir ananın, okuduğunu anlayan kızları olarak savcıların savlarına en açık biçimde yanıt verdi. Hakk'a tapanların haklarını alma noktasındaki haklılıklarını, Hakk sav(ı)cılarına inat Hakk'a tapanlara bir kez daha gösterdi.

Cumhuriyet gazetesinin 86'ncı kuruluş yıldönümü nedeniyle, eskiden Ankara temsilcisi olduğu gazetesinin uzun geçmişini kısaca anlatan Mustafa Balbay, öncelikle Mustafa Özbek'in katkısıyla çıkardıkları "Strateji" ekinin iftiranamede suç unsuru olarak gösterilmesi ile ilgili konuştu. Silivri'nin geçmişte türlü acıların yaşandığı "ölüm kampları" ya da "toplama kampları" gibi bir "yargılama kampı" olduğuna dikkat çeken Balbay, "hükümetin 2B'si varsa bizim de 2B'miz, beden ve beyindir" diyerek toplama kamplarında yaşanan umut/amaçkırıcı deneylerden örnekler verdi. Verilen aralarda "zamanın Cumhuriyet için birlik zamanı olduğu"nun altını çizdi; okurlarından gazetelerine asla küsmemelerini istedi.

Durmuş Ali Özoğul, yandaş olmamasına karşın vicdanı ve aklı durmuş gazetelerin haberlerinden örnekler vererek, dava sürerken hakkında yapılan suç duyuruları için, "iyi ki dışarıda değilim" dedi. Selam verdiklerinin dahi tutuklandığını; avukatlarından birinin tutuklanmasının ardından kendisini savunmayı sürdüren iki avukatını da azlettiğini açıkladı. Özoğul'un, kendisini savunanların daha fazla zarar görmesini istemediğini söylerken titreyen sesi, mahkeme salonuna bir kez daha gelirse bunun silah zoruyla olacağını söylerken hiç titremiyordu...

Tuncay Özkan ise izleyici eksenli bir savunma yaptı. Bir dahaki seçimde milletvekili olarak bu salondan ayrılabileceğini ancak kendisinin hakkıyla buradan çıkmak istediğini söyledi. Bir sonraki duruşmada redd-i hakim isteğinde bulunacağını, çünkü söz konusu yargıcın kurulu olumsuz yönde etkilemeye çalıştığını gözlemlediği örneklerle anlattı. Tarih bilgisinin çok geniş olduğunu söyleyen Özkan, kendisinin istihbarat konusunda Türkiye'deki ilk çalışmayı yaptığını ve bu çalışmanın bugün adı MİT Müsteşarlığı için geçen Emre Taner'in doktora çalışmasına kaynak olduğunu belirtti.

Duruşma salonundan aktarmaya çalıştıklarım doğal olarak yalnızca benim duyup, görüp anladıklarımdır. Genel olarak savunmalardan çıkardığım sonuç: Nefsinin kölesi olanın şeytanın kölesi olacağı; Mustafa Kemal'in askerlerinin ölümden asla korkmadığı; Allah yolunda çekilen çilenin kutsal olduğu; kadere iman edenin karşısında şeytanın tutunamayağı; "bu işlerin" ardında Fethullah Gülen'in, dolayısıyla uzaklardaki Türk ve Türkiye Devleti düşmanlarının olduğudur.

Kaderin cilvesine bakın ki duruşmaya giderken önünden geçtiğim bir ilköğretim okulunun bahçesinde "Andımız" okunuyordu. Durdum, bir kez daha dikkatlice dinledim:

Türküm, doğruyum, çalışkanım.
İlkem: Küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak,
Yurdumu, Milletimi özümden çok sevmektir.
Ülküm: Yükselmek, ileri gitmektir.

Ey Büyük Atatürk!
Açtığın yolda, gösterdiğin hedefe,
Hiç durmadan yürüyeceğime and içerim.
Varlığım Türk varlığına armağan olsun!

Ne mutlu Türküm diyene!


Komutanlarımız şanlı sancağımızın huzurunda birlikte and içti o kutsal ocak Harbiye’de, "gerektiğinde vatan ve görev uğruna ölürüz" diye... Biz geleceğin her biri bir başka yaşta olan Türk çocuğu da, daha okul sırasında öğretmenlerimiz, peygamber ocağında komutanlarımız ve gökyüzünde uçuşan şehit ruhlarının huzurunda and içmedik mi! İçtik elbet içmesine de, belli ki kimisi kana kana içmiş; kimisi kandıra kandıra!

Neyse ki kendisinden gelip de kendisine döneceğimiz bu toprağın adı Anadolu'dur...
Öyle ki bu toprak, sözünden dönmeden kalbini sırra mezar edecek sayısız yiğidi doğuran ana ile doludur!
Feragat-ı nefs.
İstihkar-ı hayat.
Kullanıcı küçük betizi
Deli Haydar
Meydan Delisi
Meydan Delisi
 
İletiler: 714
Kayıt: Çrş Eki 14, 2009 11:21


Şu dizine dön: Gazete Köşe Yazarları

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 1 konuk

x