Siyâsetçinin Hiç Mi Suçu Yok? / E. Fuat TEKÇE

Siyâsetçinin Hiç Mi Suçu Yok? / E. Fuat TEKÇE

İletigönderen Türk-Kan » Sal Eki 19, 2010 0:58


Siyâsetçinin Hiç Mi Suçu Yok?

Dünden Bugüne Bir Üçleme

- I -


İşim ve zamanım elverdikçe ülkemiz hakkında bu yaz çıkmış iki telif kitâp okuyordum; bitirdim!

Pekçok yurtdaş gibi benim de zaten karmakarışık olan kafam daha da karıştı. Hattâ kalmadı desem yeridir. İzâfiyet ve kuantum teorilerini
anlamak son on yılların Türkiye’sini anlamaktan daha kolay.

Ama burada konu başka.

Geçmiş halk oylamasından ardından, TV kanallarında oturum üstüne oturum yapıldı. Birkaç kentte de gösteriler.

Konu, darbecilerin yargılanmaları idi.

Oturumlardaki tartışmaların doğası gereği şu sorular da çıktı ortaya:

Yargılanmalılar mı? Yargılansınlar mı? Yargılanabilirler mi?

Hani bir Nasrettin Hoca hikayesi vardır. Kadı işin içinden çıkamayınca davacı, davalı ve müşteki müdahilden her birine “sen haklısın”, “sen de haklısı”, “eh, ne yapalım?, sen de haklısın” der ya… Aynı onun gibi, tartışmalar sırasında herkes kendine göre haklı idi.

Bâzan lâf, geçmişte “ihtilâl” de denilmiş 27 Mayıs 1960 darbesine kadar uzandı. Oysa ihtilâl halktan, tabandan gelir. İhtilâli, bozuk düzene karşı kazan kaldıran halk yapar. Yasallık niteliğini darbeden sonra arayan 27 Mayıs ise tepeden inme yapılmıştı.

Ama oturumlarda soran olmadı:

Türkiye’yi yıllarca geriye atıp günümüzü de etkileyen bu darbeler durup dururken kendiliklerinden mi oldular? Ya da sırf TSK’nın keyfinden mi?

Evet!, neden oldu bunlar? 1971, 1997 ve 2007 muhtıraları neden verildi? 12 Eylül 1980 darbesinden önce ülkede durum ne idi? Ve nasıldı? Kezâ, 27 Mayıs 1960 darbesinden önce de!

Türkiye’nin ne idiği belirsiz, “demokratikleşiyoruz” derken gittikçe bir bilinmeze dönüşen bugünkü durumunda bile kendilerine -evelallah!- toz kondurtmayan siyâsetçilerin son altmış yıldır yaşanan olaylarda acaba hiç mi payı yok? Sütten çıkmış ak kaşık gibi akpak oldukları söylenilebilir mi?

Yaşım müsait. Olup bitenleri sanki dünmüş gibi hatırlarım.

Cin şişeden bir çıkmaya görsün! Çıktı mı?, alimallah bir daha geri sokulamıyor!

***
Aydınlı bir toprak ağası olan rahmetli Menderes’in geçmiş kuşaklara özgü kibarlık ve nezâketi hele de günümüzün siyâsî ortam ve üslûbunda eminim, elde mum, özlemle aranan niteliklerdir. Zarif de bir insandı. Hiç şüphesiz vatanseverdi de! Çevresindeki akıl kethüdasının kurbanı oldu.

Sanayileşme, makinalı tarım, ulaşım, enerji, eğitim, sağlık, sigorta ve bankacılık gibi her biri devâsa maddî güç gerektiren yeni kavramlarla ülkeyi tanıştırdığı on yıllık iktidarına büyük bir seçim başarısıyla gelmişti. DP’nin “yeter, söz milletindir”, “Türkiye’yi küçük Amerika yapacağız” ya da “her mahallede bir milyoner yetiştireceğiz” gibi seçim sürecindeki içi boş demagojik söylemleri yaşıtlarımın herhâlde hâlâ kulaklarındadır. Kendilerini siyâsetçi olarak tanımlıyanlardan son altmış yıl boyunca hep böyle kof lâflar işitegeldik. Halk olarak biz bıktık, onlar bıkmadılar.

Ama seçimlerdeki alışılmış demagoji ve polemikten sonra gerçekte ne oldu? Oy deposu Anadolu’ya şirin görünmek için 1932 yılından beri herkesin anladığı yalın ve yetkin bir çeviriyle Türkçe okunan ezan DP iktidarınının hemen daha ilk(!) ayında(!) “halk öyle istiyor” gerekçesiyle yeniden Arapça’ya döndürüldü.

O Anadolu halkı sanki Türkçe değil de, Arapça biliyor, Arapça konuşuyordu!

Gericilik ya da karşı devrim, ne derseniz deyin, işte o zaman, daha o anda başlamıştı. Cemaâtleşmiş, tarikatlaşmış siyâsetle günümüzde de devam ediyor. Esâsen Bayar, Menderes ve arkadaşları çiftçiyi topraklandırmak gibi köylü lehine olup da ağaların topraklarını bölecek, toplumsal bir yasaya muhalefetlerinden ötürü CHP’den ayrılmış ve DP’yi kurmuşlardı. Adı demokrattı ama süregelen ağalık düzenini korumacılığın da dik âlâsı idi!

Şakşakçılar sağ olsunlar, seçimlerdeki âni başarı zamanla DP iktidarının başına vurmuş olmalı ki populist politikalar yüüüzünden ekonomik koşullar zorlaştıkça yönetim zorbalaştı.
Muhalefet ve basın üzerinde büyük bir baskı kuruldu.

Toplumca aydınlanmamızın “olmazsa olmaz!” nitelikteliğindeki yaşamsal alt basamaklarından Köy Enstitüleri ile Halk Evleri deli saçması gerekçelerle kapatıldı. Neymiş efendim? Bunlar komunist yuvaları imiş!

Gülemem böyle cehâlete de ağlarım ancak! Anadolu kırsalı ile Trakya’da “Allahsız”’lık olarak bilinen, Lenin ve Stalin’in iktidardaki uygulamalarıyla iğfal ettikleri, sonradan gelenlerin de Tanrı düzeyindeki parti kodamanları için iğfali sürdürdükleri Marx’ın komunist felsefesi, yani bireyin değil bütünün yararını gözeten toplumculuk düşüncesi, halkı Müslüman hangi ülkede dikiş tutturmuş da Türkiye’de tutturacaktı? Başkalarına örnek olacak, ilk uygulandığı Sovyetler Birliği’nde bile ancak yetmiş yıl dayanabildi. Şimdi de ülkemizden birinci derecede sorumlu biri kalkmış “Türkiye” diyor, “içeride ve dışarıda kendine sanal düşmanlar yarattı”

E pes doğrusu! Vaz geçtim Sevr’den, Kurtuluş Savaşı’ndan ve Stalin’in 1945 yılında Kars’ı, Ardahan’ı istemesinden başka İstanbul ve Çanakkale Boğazları üzerinde de söz hakkı talep etmesinden. Ya da hemen ardından 45 yıl sürmüş soğuk savaş sürecinde Türkiye’nin dört yandan dost(!) ülkelerce çevrilmiş olmasından. Örneğin batıda Türkiye’ye karşı oldu olası kompleksli eski komunist Bulgaristan ile Kıbrıs’ın ilhâkı peşinde koşan Yunanistan, doğuda Sovyetler Birliği ile devrik Şah’ın petrol gelirleriyle dişinden tırnağına kadar silâhlandırdığı İran, güneyde de Arap milliyetçisi sosyalist Baas partileri yönetimindeki Irak ve Suriye…

Anlaşılan, yurtdaşın son 60-70 yıllık yakın tarihten bile haberi yok! Nasıl olsun ki? 1950’lilerin ortasından önce bu dünyada olmadığı gibi söz konusu yılların başlarında ekmeğe henüz daha pepe diyor, az sonrasında belki de çelik çomak oynuyor, ilerisinde de top peşinde koşuyordu! Ama kaderin cilvesine bakın ki bugün elde de dev aynası, üfüre püfüre malgalda kül kalmadı. Geçelim…

DP iktidarında daha neler oldu? Seç seç anlat:

Gereksiz ve yersiz bir İnönü korkusu açıkça itiraf edilircesine bu defâ da CHP’nin mallarına el koyuldu.

DP’nin 1954 yılındaki ikinci seçim zaferinden sonra popülizm yüzünden zaten çoktandır zora girmiş ekonomi daha da nazikleştikçe iktidar eleştiriye dayanamaz oldu. Hükûmetin uygulamalarını biraz da mizahla karışık ama edep çerçevesinde eleştiren gazeteciler birbiri peşine hapse atıldılar. O yıllarda gencecik bir Cüneyt Arcayürek, rahmetli Şinasi Nahit Berker, seksenüç yaşında merhum Hüseyin Cahit Yalçın ve hüküm giyen daha 238 gazeteci!

Ne dersiniz? Günümüzden kimilerini, örneğin Ulusal Kanal’dan Doğu Perinçek’i, gazeteci-yazar Engin Poyraz’ı, Cumhuriyet’ten Mustafa Balbay’ı, ART TV kanalının savunma bile yapmadan yirmiiki ay sonra Silivri’den tahliye edilmiş onursal başkanı Mustafa Özbek’i, Kanal Türk’ün yönetmeni Tuncay Özkan’ı çağrıştırmıyor mu?

***
Buna rağmen, özde değil sözde danışmanlar “..aldırma aldırma, bu ülkede senden büyük yok” diye dalkavukluk ettikçe, o kibar, nazik ve zarif insan gitmiş, yerine padişah havasında zaptedilemez bir Başbakan gelmişti.

Zaten çoktandır sizlere ömür kibarlık, nezâket ve zarâfet dışında, günümüzle yine bir çağrışım yok mu?

Giderek, Cumhuriyet’in ruhuna ters düşen ve TSK ile tüm akademisyenleri kırıp geçiren sözler söyledi.

-“Ben bu orduyu yedek subaylar ve assubaylarla da idâre ederim!”

Olası bir büyüklük hastalığının başlangıcına belki de daha o günlerde işâret eden bu söylemin gerçekleştirilmesi sanki o kadar kolaydı; hele de doğu ve batı bloklarının elde silâh birbirlerine karşı hazır ol vaziyette bekledikleri soğuk savaş yıllarında!

Parlamentodaki grubuna:

- “…siz isterseniz hilâfeti bile getirebilirsiniz!”

Demek ki Cumhuriyet yanlış yapmıştı!

Ya da üniversite profösörlerine yönelik “kara cüppeliler” yakıştırması…

Peki ama günâhları ne idi bu bilim adamlarının?

Gidişin iyi olmadığını söylüyor, üzerlerindeki manevi baskıya rağmen ülkeye yine de aydın kadrolar yetiştirmeye çalışıyorlardı

O günleri anımsayınca, bugün de modern bir üniversite ve çağdaş bir hastahâne kurarak binlerce gence yüksek eğitim olanağı sağlayıp binlerce yurtdaşın da canını kurtaran ama terör örgütü üyesi olmak gibi gülüncün de gülüncü bir iddiâyla önce Silivri’de hapise atılan, şimdi de -kapısında emniyet mensubu- üç dört metrekarelik bir odada tedavi için hastanede yatan, dünya tıp çevrelerinde tanınmış, tıp alanında bir değil birçok uluslararası ödül almış bir bilim adamımızı düşünmemek mümkün mü?

Buyurun işte demokratikleşme ve buyurun size özgürlük!
***
Bıraktığımız yere dönelim.

Merhum Menderes akla ve mantığa uymayan davranışlarıyla iktidar ve itibârını bizatihi zedeledikçe rahmetli İnönü ile gereksiz bir polemiğe girdi.

Yetmedi! Kurtuluş Savaşı’nın başarılı komutanlarından biri ve Lozan’ın da mimârı olan, üstelik de İkinci Dünya Savaşı’nın dışında tuttuğu Türkiye’yi tek parti rejiminden çok partili düzene taşıyan bu yaşlı asker, siyâset ve devlet adamına Istanbul-Topkapı’da öldürmek amacıyla güpegündüz saldırıldı. Belli ki olay tertiplenmişti. Allahtan, tam o sırada az öteden tesadüfen küçük bir askerî birlik geçiyordu. Karşılamak için ellibin kişinin beklediği bu yorgun savaşçıyı hükûmet daha sonra da olaylı biçimde Kayseri’ye sokmak istemedi. Benzeri olaylar Uşak’ta da yaşanmıştı. Artan taşkınlıklar karşısında Demokrat Parti için demokrasinin yalnızca adındaki “D” harfinden ibâret olduğunu anlayan halkın tepkisi ülke çapında gittikçe artıyordu.

Istanbul’da, Türkiye için bir kara leke olan, Kıbrıs davasına sözde hizmet edip onu desteklemek amacıyla el altından fıştaklanmış 6-7 Eylül olayları yaşandı. Azınlıkların mağaza ve dükkânlarına saldırılmış, İstiklâl Caddesi savaş alanına dönmüştü.

Sanki zamanın modasına uyarsa bir yerlere varacak da bir şeyler olacakmış gibi önüne gelenin kendini bilir bilmez devrimci, ilerici, solcu, sosyal demokrat, milliyetçi muhafazakâr vesair tanımlamalarla nitelendirdiği, belli ki kışkırtılıp kullanılan gruplar ile DP’li ve CHP’li taraftarlar sokaklarda kanlı kanlı çatışır ve çarpışır oldular.

Üniversite öğrencilerinin protesto gösterileri en sert biçimde bastırıldı. Hükûmet ve TSK hakkında insanı ürperten olmadık, iğrenç dedikodular yayıldı ortalığa. Ya “Vatan Cephesi” denilen zulüm? Türkiye radyolarının yurt çapındaki öğle haberlerinde her gün tam kadro sözde DP’ye katılan köyler ile sakinlerinin dakikalar süren düzmece isim listeleri yayınlanıyordu. Onun için de radyosunu lânetle kapatan kapatana…

Defterine uydurulmuş marifetlerden başka DP iktidarının kendi parlamento grubu içinden çıkarttığı, yasama erkini hiçe sayan ve “Tahkikat Komisyonu” denilen, hükûmete karşı sözde ayaklanma hazırlıklarını araştıracak onbeş kişilik bir garâbet soruşturma kurulu da bardağı taşıran son damla olmuş, millî egemenliğini temsil eden parlamento çiğnenmişti. Oysa Menderes, aileden toprak sahibi bir çiftçi olmanın yanı sıra eğitimi alınmış meslek açısından bir hukuçuydu da!

DP iktidarının özellikle ikinci dört yıllık döneminde geniş kitleler fakirleşmiş, halk şaşkın; huzur kalmamıştı.

Ama kimin umurunda? O zamanlar çok iyi para olan 2500 TL’lik milletveki maaşıyla tuzu kuru iktidar ve muhalefet mensupları -halk bugünkü gibi sıkıntı içindeyken- birbirleriyle hâlâ daha kıyasıya çekişip didişiyorlardı.

***
Hiç unutmam, Ankara’da 1959 yazının sıcak bir gecesi idi. DP’nin ön sıradaki ileri gelenlerinden bir aile büyüğümün evinde yemekte idik. Türkiye konuşuluyordu. Bir ara ağzımdan kaçtı: “İyi de” dedim, “başlangıçtaki gibi değilsiniz, halktan koptunuz”. Sen misin diyen? Milletçe ayranımız tükenmek üzereydi ama sağ olsun kibir ve özentimiz, beşimizi de telefonla çağırdığı, o yıllarda moda olan kocaman, kuyruklu bir Cadillac taksiye bindirdiği gibi Tandoğan Meydanı’na getirip “görün bakın!, Ankara’yı nasıl aydınlatıyoruz!" diyerek sarı ışık saçan cıvalı, kocaman, yüksek sokak lambalarını göstermiş ama ekmeğin günden güne zorlaştığı ülkede yazık ki dediğim ya anlaşılmamış ya da anlaşılmazdan gelinmişti.

Boşuna dememişler “tok açın halinden anlamaz” diye.

Zaten nicedir sorun da burada ya! İktidara gelinceye kadar halka “ağamsın, paşamsın!”, bir de gelindi mi?, herhâde anımsanacaktır “haydi ananı da al git buradan!” Seçimden önce siyâsetçinin seçmene hani nereyse bir “velinimetimsin” demediği kalır. Ama seçimden sonra seçmen de kim oluyor ki? Millet dediğin de nedir ki? Oysa bir siyasetçi için halk tarafından sevilip tutulmanın sırrı yapmacık değil, gerçek alçak gönüllülüktür. Mevlâna Celâleddin-i Rûmî Hazretleri boşuna öğütlememiş:

“Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol.”

Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig’inde hükümdar Aydoğdu da der ki:

“insanoğlunun değeri akıl ve bilgi,
hükümdar kişinin tâcı alçak gönüllülüktür”

***
Türkiye o günlerde ilk kez bu kadar gerilmişti. Rahmetli Menderes ülkeyi rahatlatmak için istifayı bile düşünmüş fakat “dere geçilirken at değiştirilmez” diyen Cumhurbaşkanı Bayar tarafından durdurularak ileriye doğru paha biçilmez bir fırsat kaçırılmıştı.

Çiçeği burnunda demokrasinin tehlikeye girdiğini ve yaşanan olaylar karşısında ülkenin iç savaşa sürüklendiğini düşünen TSK içindeki albay ve daha aşağı rütbeli otuzyedi subay 1960 darbesini yaparak yönetine el koydu.

Haftalardır ve günlerdir “geliyorum!” diye bas bas bağıran ama sorumluların, hatta Menderes’in bile beklemediği bu olay, gerek TSK’nın emir-komuta zincirinde gerek de ülkeden sorumlu iktidar çevrelerinde, kısacası devlette ülkenin kaderini etkileyecek feci bir isthbarat yetersizliğinin yadsınamayacak kanıtıdır.

Her ne kadar istemeseler ve istenmese de, siyâsetçilerin iktidar ve ikbâl uğrunda izledikleri yararsız kişisel ve partizan politikalar yüzünden artık TSK’ya siyâset girmişti. Ama kurtulduğunu düşünen bir kısım halk sokaklarda marşlar söyleyip sevinç gösterileri yaparken bir kısmı da günden güne öfkelenip kinleniyordu. Birleştireceği ve bütünü pekiştirip bir arada tutacağı yerde padişahlığa özgü “ben” merkezli siyâset, halkı duygu ve düşüncede bölmüştü!

Burada da günümüzle bir çağrışım yok mu?

İhtilâlın çocuklarını yemesi gibi, darbecilerin kendi ocakları TSK içinde yaptıkları tasfiyeler kadar düşmüş devlet ve hükûmet adamı DP’lileri halkın gözünde küçültmek için açılmış, mahremiyet kuralını çiğneyen son derece düzeysiz kimi Yassıada davası da çığırından çıkan sistemi ayarlamaya yönelik darbeyi toplum vicdanında sorgulanır hâle getirmişti. Sonunda da, Türkiye ile Türk milletine hiç yakışmayan idâmlar Cumhuriyet tarihine aslâ silinemeyecek kanlı bir leke sürdü.

Oysa siyâsette hidayete erip doğru yolu bulduklarını her nasılsa düşünebilen bilge kişilerden hep işitiriz: “Demokraside çare tükenmez!”

Pek de yanlış değil ama ya bilindiği hâlde söylenmeyen ya da unutulan bir gerçek var:

Söz konusu o tükenmez çâre ancak ve ancak toplumun eğitimli olup kül yutmadığı demokrasilerdedir. Yoksa, oyların cahil halktan yıllardır boş vaâtler ve ”Allah, peygamber” bağrışmalarıyla (ç)alındığı göstermelik demokraside değil! Oysa, “On Emir”’ olarak bilinen din ve ahlâk üzerine ilâhî öğütler bütününün üçüncüsünde “Tanrı’nın adını boş yere ağzına almayacaksın!” denilmektedir.

Şimdi:

Bir yanda maneviyatla donanmış ahlâklı bir dünya yaşamı ile ahirete dönük din ve öbür yanda da dünya yaşamındaki devlet işlerini düzenleme ve yürütme becerisi olan siyâseti birbirlerine karıştıran dindar siyâsetçilere bir soru:

Hangisi önemlidir? Arı ve salt bir imân için mi imân? Yoksa, iktidar ve ikbâl uğrunda imânın âlet edildiği oy için mi iman?

İyi kötü, yarım yamalak ya da her ne ise, demokrasimizin cehâletten kaynaklanan sorunu da yıllardır bu değil mi zaten?

Buyurun işte bağrında 35 bin 200 köy barındıran Anadolu kırsalı ile kentlerde çok gerekli birer eğitim yuvası olmuş, daha da olabilecek sırasıyla Köy Enstitüleri ve Halk Evleri’nin ülke için ölçülemez, yaşamsal önemi! Eğer kapatılmasalardı tarım ve hayvancılık bugünkü gibi tükenmeyip her ikisi de bilgili çiftçilik ve hayvancılıkla varlıklarını koruyup gelişecekler, dolayısıyla köyden kente göç olmayacak, kentler köyleşmeyecekler, aydınlanma tabana yayılacağı için toplum ülkenin sorunları üzerinde daha duyarlı olacak ve bugün birer futbol kulübü gibi tutulan siyasi partiler ile siyasetçiler de seçmeni oy gözüyle görmeyecek, göremeyeceklerdi.

Kısacası yurtdaş seçimden seçime bir günün beyliği yerine, ülkenin gerçek sahibi her sınıf halktan saygınlıklı bir birey olacaktı. Ama neylersin ki şarkvari siyâset eğitimli seçmeni kaldıramıyor…

***

Resim-----Resim-----Resim
Bir Köy Enstitüsü’nde akordiyon ve keman çalan öğrenciler. Kim bilir?, zengin Türk müziğinin yanı sıra belki ileride Bach’ı, Mozart’ı, Beethoven’ı ve klasik batı müziğinin öteki devlerini de merak edip öğrenecek ve çalacaklardı. Fakir Baykurt, Ümit Kaftancıoğlu, Talip Apaydın, Mahmut Makal, Mehmet Başaran, Pakize Türkoğlu, Hatun Birsen Başaran, Ali Dündar, Mehmet Uslu ve Dursun Akçam gibi önde gelen yazarlar ve düşünürler de bu okullarda yetişmediler mi? Ama eğitimli köylü seçmen siyâsetin işine gelmez ki…
Çünkü, “kitâp” İnönü’nün deyimiyle “mermi gibidir!”





E. Fuat TEKÇE, 11 Ekim 2010 - Güncel Meydan
Türk Genci, devrimlerin ve cumhuriyetin sahibi ve bekçisidir. Bunların gereğine, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır. Yönetim biçimini ve devrimleri benimsemiştir.

Bunları güçsüz düşürecek en küçük ya da en büyük bir kıpırtı ve bir davranış duydu mu, "Bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adalet örgütü vardır" demeyecektir. Elle, taşla, sopa ve silahla; nesi varsa onunla kendi yapıtını koruyacaktır.
Kullanıcı küçük betizi
Türk-Kan
Kuvva-i Milliye
 
İletiler: 6735
Kayıt: Pzt Şub 19, 2007 20:56

Şu dizine dön: E. Fuat TEKÇE

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 0 konuk

x