
Soma faciası ve benzerleri kader midir? İslam dünyasının sorunlarının başında kaderi yanlış anlamak geliyor. Bu yanlışlık, algılama yetersizliği olarak kalsa, masumane bir tavır olurdu. Fakat sorumluluktan kaçma, tedbirsizlik, hele fırsatçılık olarak kasıtlar işin içine girmeseydi... Takdir deyip suçu adeta Allah’a atmak isteyenler, sorumluluktan kaçıp bir de halkı uyutma peşinde olmaktadırlar. Soma faciasında da böyle olmuştur.
Kader, miktar, ölçü, denge, düzen diye anlaşılabilir, anlaşılmalıdır. Takdir eden, kaderi tayin eden demektir. Herşey, ölçüsünce, miktarınca, dengesince, düzenince, kanununca ortaya konmuştur. Yaratıcı ölçüleri de yaratmış, insanların buna uymalarını istemiştir. İnsan dışındaki varlıklar zaten buna zaruri olarak uyarlar. Aksine hareket etme özellikleri, kabiliyetleri, takatleri yoktur. İnsanda iş değişir. Uzaktan veya yakından ilişkili olan bir şeyde insanın sorumluluğu vardır, insan işin içindeyse, Kur’aran sık sık tekrarladığı bir bilgi ile karşılaşırız: “Allah zâlim değildir”
Maden kazası bir tabiat afeti değildir. Arada insan eli, insan emeği, müdahalesi vardır. Dolayısıyla sorumluluklar vardır. Kaldı ki tabiat afetinde bile, sorumluluklar devam eder. Sel yatağına, sel gelmesi muhtemel yere ev yapmayacaksın. Depremi düşünerek evlerimizi sağlam yapacağız. Bizim birşeyi yapmamız da yapmamamız da, birşeye uymak da uymamak da elimizdedir. Üstelik aklımızı kullanmak durumundayız ki bu, birşeyin öncesinde de sorumlu olduğumuzu gösterir. Allah adaleti ve insafı var etti, buna uymayı istedi, uymamayı istemedi. “De ki: Rabbin iktisadî adaleti ve insafı (kıstı) emretti...” (A’raf, 29). Burada Allah’ın emri (işi), yarattığı tabiat kanunları cinsinden, yani Allah’ın sünneti (adeti) olsaydı, adalet ve insafa uymayan olamazdı. Kimsede her iki halde de uymama mecali bulunmazdı.
İnsan iradesi, Mutlak iradenin içinde, onu celbeden bir özelliğe sahiptir ve böylece insan iradesi, ilgili bir şeyin yaratılmasına vesile olur. “Biz hiçbir beldeyi bilinen bir kaderi olmaksızın helak etmedik.” (Hicr, 4) denmiştir. “Bir kaderi olmaksızın”, sebep-sonuçlarla ilgili bir kurallar bütünü demektir ki bu gerçekleşmeden, yani kader denilen ölçülerin ve ölçütlerin içinde bizim sebep olduğumuz bir süreç olmaksızın demektir. Kur’an yine hatırlatır: “Allah zâlim değildir.” İnsan işin içindeyse, özgürlüğü, iradeyi ve sorumluluğu içine alan bir düzen ve işleyiş işin içindedir.
“Fıtratında var” gibi yanlış değerlendirmeler yapılmaktadır. İnsan fıtratı, yani yaratılışı ve doğuşu, ne sadece iyiye, ne sadece kötüye mahkûm değildir. Çeşitliliği ve alternatifleri ve potansiyelleri ihtiva etmektedir. Ancak belli bir süre, çocukluk döneminde, bunlar adeta uykudadır. Teslimiyet içindedir ve tertemizdir. Tıpkı uykudayken mevcut durumumuz gibi. Uyanınca, yani belli bir çağa gelince, yaptıklarımıza göre yönlenmiş oluruz. Her an değiştirmeye, vazgeçmeye, pişman olmaya veya azim ve karara göre bir yön alış başlamıştır. Biz isteriz Allah yaratır. O zaten ölçüleri, miktarları, yani kaderi yaratmıştır. Fakat icra anında sorumluluğumuz vardır. Varoluşun seçim ve yaratılışı O’na aittir, O’nun işidir. Mesela karanlığı ve aydınlığı (bunu doğuran hareketi) biz yaratmayız. Yaratılmışın içinde kalırız. Fakat karanlığa mahkûm olmayıp aydınlığa çıkmak, karanlığı yarmak, yahut karanlıkta uyuyup, gündüz iş yapmak elimizdedir. Karanlık veya aydınlık yolu biz seçeriz. Çünkü “Allah zâlim değildir.” Hem herşey O’ndandır, hem biz sorumluyuz. Burada bir çelişki mi var? Bir toprak parçası üzerinde yaşamakla, o toprağı ekip biçmek çelişki değildir. Biz hiç bir şey yapmadan o toprak bize buğday vermez. O toprakta buğday verecek kuvvet ve özellikler vardır, biz onu oradan çıkarır, alırız. Yaptıklarımızın karşılığını er-geç alırız. “O gün hiç bir kimse en ufak bir haksızlığa uğramaz. Siz orada ancak yaptıklarınızın karşılığını alırsınız.” (Yâ-Sin, 54). “Vay halimize derler. Küçük büyük hiçbir şey bırakılmaksızın hepsini sayıp dökmüş. Böylece yaptıklarını karşılarında bulmuşlardır. Rabbin hiç kimseye zulmetmez.” (Kehf, 49). Sorumlu olduğumuz için sınav vardır, asıl mahkeme bulunmaktadır. Fıtratımızda sadece biri olsaydı, sınava da mahkemeye de ne lüzum vardı? İnsanın farklı ve akıllı oluşu nerede kalırdı? “Sakınsın. Andolsun eğer akıllanıp vazgeçmezse, onu perçeminden yakalayacağız” (A’lak, 15). “... Bunlar başkalarını değil, kendilerini aldatırlar, fakat farkında değillerdir.” (En’am, 123). “Kim iyi bir iş yaparsa, bu kendi lehinedir. Kim de kötülük yaparsa aleyhinedir. Rabbin kullara zulmedici değildir.” (Fussilet, 46). “Onlara zulmetmedik, fakat kendileri zalimdirler” (Zuhruf, 76). “Öncekilerin başına gelenlerden ders almaları gerekirken, onlar hale inanmıyorlar...” (Hicr, 13).
Bütün bunlar ortadayken ve bize apaçık bildirilmişken kalkıp vicdanımızı köreltir, bizim suçumuz yok demeye getirirsek, ne demeliyiz? “Bak vicdanlarına karşı nasıl yalan söylediler...” (En’am, 24). Siyasetçiler, yöneticiler, sorumlular, hiç mi kendilerinde bir yanlışlık, eksiklik, ihmal bulmazlar. Hele İslam ülkelerinde. Bu ne biçim iştir? Bunlar ne kadar kibir, gurur ve böbürlenmeye kendilerini kaptırıyorlar. Bu insanlar yalnız yaptıklarını değil, yaptıklarının yanında yapmadıklarını, yapamadıklarını, eksikliklerini de söyleseler olmaz mı? Kendine güven duymak başkadır, kibir ve gurur çok daha başka birşeydir.
Facialarda masum insanlar canından oluyor. Bu bir sonuçtur ve yanlışların sonucudur. Bunu da Yüce Kitabımız belirtmiştir. “... İçimizde bir takım sefihlerin (beyinsizlerin) yüzünden bizleri helak eder misin Allahım?...” (A’raf, 155).
Yanlışlara, ihmallere, para hırsından veya başka bir hırstan doğan kötülüklere tepki göstermek, doğal, insanî ve İslamî’dir. Olumsuzluklara tepki göstermek kadere isyan, Allah’a isyan değildir. Sabretmek, doğru ve güzel bir iştir. Yaratıcımızın emridir. Fakat sabır, sorumluluklardan kaçmanın ne bahanesi ne formülü olamaz. Ne de miskinliğin reçetesi. Öyle olsaydı Allah, gerektiğinde savaşa izin verir miydi? “Zalim bir hükümdarın karşısında doğruyu söyleme faziletlerin en büyüğüdür” diyen Cihan Peygamberi değil midir?
Dilimizi ve kafamızı Kur’anın beyanına alıştırarak diyelim ki: içimizdeki sefihler yüzünden bizleri helak eder misin Allah’ım?
Prof. Dr. Yümni SEZEN, Yeniçağ, 24 Mayıs 2014
yumnisezen@yahoo.com