“Son Pişmanlığın Sesi”
Yedi Harf Eksik
Yap boz oyununu bilirsiniz. Bir resim çizilir önce. Ne göstermek istenirse onun resmi. Eşya, manzara, hayvan, nesne… Sonra bu resim eğri büğrü karışık çizgilerle kesilir. Bulmak daha kolay olsun diye küçük çocuklar için hazırlanmışsa bu yap boz, düzgün kareler şeklinde de kesilir. Sonra bu parçacıklar bir torbaya doldurulup dağıtılır. Olmadı masaya dökülür. Yapılacak iş, bu parçaları verilen resme bakarak yeniden toplamak, bir araya getirerek resmi oluşturmaktır.
Bu uğraş çocukları, yetişkinleri oyalarken resimle verilmek istenilen kavrama, görünüşe onları yaklaştırır, bulunan resmi benimsetir, sevdirir…
Şimdi bize verilmek istenilen şekil belli. Geleceğimiz belli. Ne yapılmak isteniyor belli. Yolun sonu belli.
Hepsi hepsi belli. Ne kandıran var bizi, ne uyutan. Kimse bir bahane arkasına saklanamaz. Oyunu açık oynuyorlar. Kartları açık! Oyunun sonu açık! Hedef açık!
Hep birlikte gideceğimiz yer açık seçik gözler önünde!
Yıllardır bu resimle yap boz oynanıyor. Resimi çizdiler, sonra şimdilik kalsın, yavaş yavaş sindirerek, alıştırarak gidelim diyerek bu resmi yap boz oyunundaki gibi parça parça bölüp bir torbaya attılar. Her geçen gün, bir parça yerini buluyor. Bir parçayı doğru yerine dosdoğru alıp koyuyorlar. Resmin tamamlanmasına şunun şurasında ne kaldı!
İş bitti bitecek!
Kimi diyor, karamsarlık vermeyin. Bunlar psikolojik oyun. Bizim moralimizi bozmayın. Biz kazanacağız!
Kimi diyor, yapamazlar, edemezler, bir zamanlar biz…
Kimi son çırpınışlarıdır. Olmaz, olamaz, başaramayacaklar…
Böyle diyerek uslu çocuklar gibi herkes bu işin sonunu bekliyor. Ne lider var halkın önüne geçen, doğruları hiç atlamadan tek tek söyleyen, ne bir kurum var dimdik ayakta, kale gibi duran…
*
Önceki gün istikbalimiz dolaylı yoldan bir kez daha söylendi, anımsatıldı. Yapılacak olanın denemesi yapıldı. Darüşşafaka vakıf okulunun tüzüğü değiştirilerek, yani tüzükten Türklük çıkarılarak geleceğimizin ip uçları gösterildi.
Arslan Bulut’tan başka karşı çıkan bir yazar görmedik. Yeniçağ gazetesinden başka da bunu ilk sayfada başlık olarak yazan gazeteye rastlamadık…
Türklük ile Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı yer değiştiriyor.
Türklük üst kimlik sayılmıyor, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı üst kimlik yerine geçiyor.
Bunu tüzükte yapanlar bu yapılanı ilân ettiklerinde muhalefetten tepki almayanlar, sivil toplum kuruluşlarından tepki görmeyenler, gazetelerde karşı duruş izlemeyenler bunun gerisini getirmeyecekler mi sizce? İşin tuhafı okulun dört yüz küsur yönetim kurulu üyesinin hepsinin oylarıyla geçmiş bu, bir çekimser oy varmış… Her konuda kırk parçaya ayrılırız, bir türlü birleşemeyiz. Yıkıcı bir değişimde tek aykırı ses çıkmaz, herkes birlik…
Yeni Anayasa, yeni anayasa dediklerinin, AB’nin, ABD’nin, ikinci cumhuriyetçilerin bunu ısrarla hazırlatmalarının amacı ne?
Hep, bu bir tek kavramı yerinden kaldırmak: “Türklük.”
Yıllardan beri siyaset bilimciler yazıp söyleyip duruyorlar. Bunları duymayanın hatırı kalmıştır:
Türklük kalkınca yeni halklar olgusu kabul edilecek. Dilimiz teklikten çıkarılacak. Ulusal devlet kimliğimiz değişecek. Birleşmiş milletler İkiz yasaları devreye girebilecek. Bunu bölücülerin siyasi partilerinin başı ilân etti geçen gün. Başvuracaklarını söyledi İkiz Yasalar için. Halkların kendi kaderini kendilerini tayin etme hakkı, müdahale hakkı istenecek BM’den.
“Türklük giderse dilimiz gidecek. Dilimiz giderse Türklük gidecek.”
Dilimize harf müdahalesi bu işi bitirecek diyorlar dil bilimcileri.
29 harfimize, Türk alfabesine karışma Türkçeyi bitirecek. Dil birliğimizi bitirecek… Bu biterse gerisi gelecek…
Irak sınırındaki bölgede konuşulan yerel ağza Türkçeden ayrı harfleri olan bir dil görüntüsü vermek için Türkçede olmayan üç harf İngilizlerin buluşuyla eklenmiş. Her yerde, her sözde, her isimde bunları kullanmaya çabalıyorlar. Bir zamanlar Van’ı bile bunlar böyle yazmaya başlamışlardı. Yine geçen senelerde bir bakan Türkçe alfabede dört harf eksik demişti. Sorular üzerine bu eksik harflerle eski yazıyı (Arapça harfleri) demek istediğini, bazı sesleri alfabemizin karşılamadığını öne sürmüştü. Üç ordan, dört burdan, sayın bakın yedi ediyor. Yedi harf eksik...
*
Küçücük insanlara, küçücük işlere, küçücük olaylara bakacaksın büyük parçayı görmek için çoğu kez.
Dört yıl arayla, aynı evde, aynı kişilerle mevlite katıldım. Gurbette sıradan bir gurbetçi evi. Devletin sosyal konutlarından biri. Dört katlı uzun bir yapı, dört giriş kapısı olan. Yeşillik bir alan içinde. Küçücük daireler. Bir oturma odası(misafir odası), sonra iki oda. İlk mevlit Şadiye Hanımın torununun doğumu nedeniyleydi. Doğum mevlidi. Bu Pazar olan adak mevlidi. Aynı hafız hanım, aynı konuklar vardı. Buradaki fark bu dört yılda gözle görülür bir geriye gidiş, bir bağnazlığın olduğu.
Her yaştan kadın, kız katılmıştı. Otuz kişiden fazlaydık. Çocuklar da vardı, anneleriyle gelmişler. Gençler, orta yaşlılar, yaş yaşamışlar… Çağdaş görünümlüler, Arap hanımları gibi giyinenler. Hele biri karaçarşafa benzer bir kılığa bürünmüş, upuzun kara etek, kara üstlük, başta kara örtü. Alnının ortasına kadar kafasını hem içten hem dıştan örtmüştü. Başı açık kadınlar mevlit başlamadan yanlarında getirdikleri örtülerle başlarını örttüler. Şu dikkatimi çekti: Hafız hanım da içinde olmak üzere kimse yerdeki minderlere oturmak istemedi. Yer bulamayan , sonradan gelenler yer minderlerine çöktüler…
Mevlit başladı.
Tövbe suresiyle başladı. Arkasından Duhân suresi, Yâsin suresi…Ev sahibi katılımcılara okunanları takip etmeleri için kitaplar dağıttı. Gelenlerin çoğu zaten ellerinde dua kitaplarıyla gelmişler. Duaların hem Türkçe yazılışı, hem Arapça yazılışı var kitaplarda. Türkçe çevirisi yok. Herkes Türkçe yazılışıyla gözleriyle okuyarak izliyor. Karaşaflı giyimli hanım, daha okumaya başlanmasıyla hafız hanımı uyardı. “Yavaş okuyun takip edemiyorum!” “Neye?” “Kur’an yazısıyla takip ediyorum, yeni öğreniyorum da. Yetişemiyorum.” Sonra sordum, “Nasıl öğreniyorsunuz? “ “Camide. Kursa gidiyorum. Böylesi sevapmış.”
Evde, gelenlerin içinde bir de Tunuslu var. Arap. Türkçe bilmiyor, ortak anlaşma dili Almanca. Tunuslu’nun dışında ne okunduğunu, ne denildiğini, neyi duyduğumuz için hüzünlendiğimizi, duygulandığımızı bilen yok. Surelerin Türkçesi okunmuyor , kısaca açıklaması yapılmıyor. Eldeki dua kitaplarında da yok. Mevlit Türklere has bir sosyal ibadet. Bir dinî- sosyal etkinlik. Mevlid kasidesi ise dinî edebiyatımızın bir parçası. Süleyman Çelebi o devrin dinî Türkçesi ile yazmış. Farsça sözcükleri de kullanmış ama Türkçe ağırlıkta… Halkın dilinden kopmamış. Türk milletinin ordu- millet olarak yüzyıllardır bir arada oluşundan, dinini koruyuşundan, Türk’ün din sevgisinden doğan bir ürün. Mevlitlerde mutlaka Süleyman Çelebi Mevlidi’nin belli bir bölümü okunur, aralarda Kur’an’dan sureler …Sonrasında dualarla bitirilir. Aralarda Türkçe ilâhiler söylenir. Tek tek söyleyen olur veya hep birlikte.
Bu kez Türkçe tamamen terkedilmiş bu toplantıda. Duaları geçen sefer Türkçe yazılışlarına bakarak okuyanlar vardı. İki saate yakındır hafız hanım hep Kur’andan sureler okuyor. Kimseye de okutmuyor. Mevlid’ten de tek satır okunmuyor. Şükran’a soruyorum, sen geçen sefer ne güzel okumuştun. Okusana yine. Şükran Türk Sanat Müziği derneğine üye. Orada koro çalışmalarına katılıyor. Güzel sesli, okumuş, bilgili bir kadın. Diyor ki: “Artık bizlere okutmuyorlar. Türkçe yazılısından okumak olmuyormuş. Anlamını tam veremiyormuşuz. Yedi harf eksikmiş…”
Hafız hanım bunu duyuyor:“Öyle okumak olmaz. Kur’an’ı Kur’an yazısından okuyacaksın. Türkçe yazıyla olmaz! Yedi harf eksik.”
Bu sözler ister istemez Türk alfabesinin güzelliğini , dilimizle uyumunu aklıma getiriyor. Atatürk, “Asırlardan beri kafalarımızı demir çerçeve içinde bulunduran, anlaşılmayan ve anlamadığımız işaretlerden kendimizi kurtarmak ve bu lüzumu anlamak mecburiyetindeyiz” diye yeni Türk alfabesiyle neler başarmak istediğini anlatmıştır. Şöyle demiştir:
“Artık mazinin hatalarını kökünden temizlemek zamanındayız. Hataları tashih edeceğiz. Bu hataların tashih olunmasında bütün vatandaşların faaliyetini isterim.”
O dönemde şu ilkeler benimsenmişti: “Milleti cehaletten kurtarmak için kendi diline uymayan Arap harflerini terkedip Latin esasında Türk harflerini kabul etmekten başka çare yoktur. Türk alfabesi Türk milletinin bütün ihtiyaçlarını temine kâfidir.”
Denildiği gibi de oldu. Türk diline Türk alfabesi çok güzel bir uyum sağladı. Kendi dilimize ait Türk harflerini “ç, ı, ğ, ö, ü, ş “ başarıyla kullandık.Yine Atatürk’ün buyruğuyla, ince “k” ile “g” lerin bitiştikleri ünlüler üzerine aksan (^) işareti konulacağı kararlaştırılıyor, “kh”, “gh” gibi birleşimlere son veriliyordu.
Bu gün, nedense kendimi hep okul çocuklarının yerine koyuyorum. Tek kelime bilmeden derslerde böyle ezber okuyacaklar. O eksik dedikleri yedi harfi de eminim bir şekilde ekletecekler… Atatürk’ün dilimiz için yaptıkları bozulacak, dilimiz öksüz bırakılacak… Türkçeyi de böyle giderse yakında artık başka yazacağız, başka söyleyeceğiz…
Çocuklarımız başka düşünecek, dünyaya başka gözle bakacaklar.
Kesin sonucu hep birileri fetva vererek söyleyecekler. Onlar ne derse o! Sorgulama, tartışma, anlama, bilme eğitimden kalkacak…
Bireylik bitecek…Cumhuriyet öncesi kul olma dönemi yeniden başlatılacak… Herkes bir üstündekinin kulu… Boyunlar bükük…
Başında bir parça saçı görünenin örtüsünü çekiştirecekler, kapatacaklar çevresindekiler… Kadın kadına ortamlarda bile saçların bir teli gösterilmeyecek… Kadınlar pantolon giyemeyecek. Giyenin bacaklarına örtü örtecekler Kur’an okunurken… Örtüsü kaydıysa çekiştirecekler…
Kendi dilini, kendi töresini, kendi geleneklerini unutturacaklar toplumumuza…
Şimdi bu kafaya göre eksik olan yedi harf.. Öbür eksiklerimiz geldi geliyor…
Hafız Hanım yanında bir şiir getirmiş. Şükran’a uzattı onu bir ara. Bunu duadan önce oku dedi. Şükran, nasıl kâfiyeli mi okunacak, tınılı mı okunacak diye sordu. “Yok düz oku, öyle oku. Okunsun diye getirdim. İbret alınsın!”
Baktım yabancı klavye ile yazılmış. Adı, “Son Pişmanlığın Sesi”. Yazanın adı yok. Yazıda Türkçeye ait olan ç, ğ, ı, ö, ü, ş harfleri kullanılmamış. “ I” harflerinin yerine “ i “ yazılmış. “Ş” sesinin yerine ise hep “s” yazılı… Kafanı kullanıp doğrusunu bulup okuyacaksın.
Şükran başladı okumaya. Azrail bunun canını almaya gelmişmiş. Bu kişi de günahkâr anlayacağınız. Nasıl mı? Bazı yerlerini size de yazıyorum:
….
“Yaşım yetmiş olsa da, gör ki fıkır fıkırım / Bu cümbüşlü âlemi ben nasıl bırakırım
Hani bir söz vardır ya, yaş yetmiş işi bitmiş / İnan ki bu bir yalan, bunu diyen haltetmiş”
Bir yerinde şu sözler var:
“Hayallerim, düşlerim, yarım kalan işlerim / Estetik yapılacak daha yüzüm, dişlerim”
Yine bir yerinde:
“Henüz daha gündemde ne oruç var, ne namaz / Ne Kur’anla tanıştım, ne de kıldım bir rekât”
Burada da yapması gerekenler anımsatılıyor:
“Gönül desen daha genç, daha haccım duruyor”
Baştaki sözlerden bunu kadına dedirtiyorlar diye düşünürken sonraki dize insanı şaşırtıyor:
“Nerde bir taze görsem kalbim küt küt vuruyor.”
Hortumlamaya hırsızlığa da söz atılıyor ki bunu okuyan gariban hoşnut olsun bundan.
“Elli yaşında ancak voleyi vurabildim / Hortumlar sayesinde Holding’i kurabildim”
Holdingi nedense büyük harfle yazmışlar. Holding, şirket demek, şirketin adı olsaydı büyük harfle başlardı.)
Şükran, fıkır fıkırım yerini yazıldığı gibi okuyor, fikir fikirim diye. Hafız hanım müdahale ediyor : “Fıkır fıkırım olacak orası. Yazılısına bakma. Bunu hep okuturum mevlitlerde. Doğrusunu okurlar.”
Müslümanlığı kendi tekellerine alan bu kişilerce, Türklerin bir araya gelip kaynaştığı, hem dini ibadetlerini yaptıkları, hem de sosyal anlamda buluşup kaynaştıkları, yemekli düzenledikleri böyle günlerine bile el atılmış…
Toplumu ikiye ayırmışlar. Günahkârlar, iyiler. Bu şiirdeki günahkâr tiplemesi dikkat ederseniz yaşamayı seven, kendine özen gösteren biri. Yarım kalan işleri var, hayalleri var… Azrail’e sesleniyor. Diğer dizelerde de uçak filosu olduğundan söz ediliyor. Eskinin kervan sahibi kadınları şimdi uçak filosu olan kadınlara dönüşmüş olabilir mi? Yoksa bu dizeler bir erkeğin ağzından mı? Anlamak zor.
Aslında bu şiirde mevlitle de alay ediliyor. İnce ince dokunduruluyor.
“Tahmin ediyorum ki: Mevlid de okuturlar
Ortalığı birazcık, gül suyu kokuturlar
Araya reklam konur, bir ilahi aryası
Mevlid bitince başlar. Dedikodu furyası”
Evde bu şiiri bilgiağında arıyorum. Siz de deneyin şaşıracaksınız. Her yerde bu şiir. Boş geçen bir ömrün hikâyesiymiş. Hiçbir yazım değeri, içsel bir güzellik taşımayan dizeler… İnsanın içi burkuluyor, geldiğimiz noktaya üzülünüyor. Yunus Emrelerden , Pir Sultanlardan… Aşık Veysellerden… sonra geldiğimiz yere bakın. Güzellik anlayışımıza bakın… Yazanın adı yok. Yalnızca bir yerde yazarı C. Numanoğlu demişler. Hayatınız boyunca bundan (şiirden) faydalanırsınız diye de eklemişler.
Bu, inançla korkutma, ibadet yapmayanla alay etme, toplumu ikiye ayırma okullara girince neler olacak düşünmesi bile zor… Din vicdanda kalmayacak, ruhsal yönüyle değil şekilciliğiyle yaşamın her yerine girecek…
İşin acı yönü şuydu. Bu şiiri duyan kadınlar, başta, karaçarşaflılar gibi giyinen hanım olmak üzere hemen atıldılar: “ Bize bunun kopyasını yapıp verin. Ben de isterim! Ben de isterim! “ Çok beğenmişler…
*
Aczimendilerin karaçarşaflı kadınlarla, karapeçelilerle askerimize karşı ortaya dökülebildiği bu günlerde Türk kültürü her yerde baskı görüyor. Mevlit konusunda da Türklüğe baskı yapılıyor, Türkçe ibadet, dinini Türkçe anlamak neredeyse yasaklanıyor.
Bu konuyla vaktiniz olur da ilgilenebilirseniz göreceksiniz: Uzun uzun din adamlarının adlarını vererek, şu böyle dedi, bu böyle demişti diyerek bu bizim kültürümüze ait dini gün de halkın gönlünden çıkarılmak isteniyor. Köktendinciler bunun için, “mevlit müzik ve eğlenceden başka bir şey değildir demişler.” Bu sözleri Millî gazetede okudum. Örnekler verip, sözler nakledip, “ Muayyen gün ve gecelerde evlerde mevlit okutmak o mümin ölüye işkence etmek hükmündedir” diye de eklemişler…
Dini öyle tekellerine almışlar ki bazıları:
İmansız olarak ölenler için “dinî bir vecibe ifa etme cihetine gidilmemesi emrolunuyor “ diye yazmışlar. İmansızların şerrinden devleti korumak lâzımmış…
Yap boz tamamlanıyor.
Çıkacak resmin ne olduğunu artık hepimiz görüyoruz…
Görüyoruz da son pişmanlık fayda verir mi?..
Feza TİRYAKİ, 17 Nisan 2012