Son Yıl 1938

Son Yıl 1938

İletigönderen Otopsi » Pzr Şub 01, 2009 13:58

ORHAN ÇEKİÇ



Son yıla hasta girdi. Hasta ve sıkıntılı.



1938’in “Son Yıl” olduğunu henüz fark eden yoktu.

Sofra eski canlılığını yitirmişti. Genelde çayı tercih ediyor, içkiyi konuklarına ikram ediyordu ama, sabahlara kadar süren sofra sohbetleri epeydir yapılmıyordu.

Yılbaşının ertesi günü gene geç kalktı.

Her zamanki gibi banyosunu yaptıktan sonra tıraş oldu, spor giyindi. Yeni yılın bu ilk günü köşkten çıkmamaya kararlıydı. Kahvesini içerken gazetelere göz attı. Ardından yurdun dört bir tarafından gelen yeni yılını kutlama mesajlarını okudu. Sonra bu mesajlara toplu olarak Anadolu Ajansı aracılığıyla vereceği yanıtını yeniden gözden geçirdi.



İnönü’yü ise diğerlerinden ayırdı ve bir tek ona mektupla yanıt verdi:





Çankaya, 1 Ocak 1938

Saat: 23.45



İSMET,

Benim Sevgili Dostum, Kardeşim,

Aziz Evladım!



Dün akşam yeni yıl tebrikini aldım, çok duygulandım. Derhal Başyaverimle, senin hakkındaki sarsılmaz kardeşlik ve arkadaşlık hislerimle tebriklerimi bildirdim.

Bu defa biraz uzunca süren rahatsızlığın, senden ziyade beni üzdü. Fakat bunu takiple anladım ki, bu rahatsızlığının hiçbir önemi yoktur, işte bundan avundum ve memnun oldum.

Zaman zaman seni yatağında ziyareti düşündüm: Rahatsız olmandan sakınarak bunu dolaylı yaptım.

Artık iyisin! Yakın aldığım haberler bunu güçlendirmektedir. Tekrar yeni seneyi senin, benim ve Türk Milletinin huzur, sükûn ve parlaklıklar ile karşılanacağının müjdesi gibi gördüğümü, size ulaştırıyorum.

Bir an evvel sağlığınızın iadesini, elbet kudretinizin bildiğim tecellisini daima gözde tuttuğuma emniyet etmenizi dilerim.

Derin muhabbetle, sarsılmaz kardeşlik, arkadaşlık hisleriyle gözlerinden öperim.



K. Atatürk



Bu mektubun altında Atatürk’ün İnönü’nün Özel Kalem Müdürü Vedit Bey’e ayrıca bir notu vardı:



Vedit,

Eskiden de hasta iken nadiren gidebilirdim. Çünkü evde bayanları rahatsız etmekten sakınırdım. Yine öyledir.

Başka hiçbir şey düşünmesin.

K. Atatürk



Yeni yıla İnönü ağır bir griple girmişti ve Atatürk her zaman olduğu gibi, can dostunun sağlığıyla yakından ilgileniyordu. Onu yatağında ziyaret edemeyişinin nedenini mektubunda açıklıyor, ayrıca İnönü’nün Özel Kalem Müdürü Vedit Bey’e yazdığı notta da “…bunun altında başka nedenler aranmasın…” diyordu.

x x x



1938 yılına girdiği ilk gün yaptığı ilk iş, İsmet Paşa’ya yazdığı bu mektup olmuştu.

Mektubu bitirdiğinde vakit gece yarısını geçmişti. Alışkanlıklarına bakılırsa yatmak için erkendi ama kendini yorgun hissediyordu.

Odasına çekildi…yatağına uzandı…tüm yorgunluğuna rağmen bir türlü uykuya dalamadı.

İsmet’e yazdığı mektup O’nu çok uzaklara götürmüştü. Yatağının içinde bir o yana bir bu yana dönerken, bütün bir yakın geçmiş gözlerinin önünden akıp gidiyor, uyku tutmuyordu…

Haksız da değildi:

Bir taraftan ekonomi henüz özlenen noktadan uzaktı. Rusya’da gördüklerinden etkilenen İnönü’nün izlemekte olduğu “Devlet Kapitalizmi” modeli henüz oturmamıştı.

Buna karşılık, daha ziyade liberal ekonomi eğiliminde olan Celâl Bayar’ın İş Bankası’nın başında gerçekleştirdiği başarılar zaman zaman kıyaslamalara yol açıyordu.

Diğer yandan Avrupa’da yükselen değer, Faşizm ve Nazizm yönünde gelişiyordu. CHP’nin tüzüğünde değişiklikler yaparak “daha güçlü bir partiye dönüştürme” çabalarını

Faşizan bir eğilim olarak değerlendiren Atatürk ise bu değişikliğe toptan karşı çıkıyor,

“…bunu ben öldükten sonra yaparsınız…” diyordu.

Tam da bu günlerde İtalya’nın Habeşistan’a saldırısı gündeme oturmuştu.

Eski Roma İmparatorluğu’nu yeniden ihya etmek sevdasına düşen Mussolini Akdeniz’den “Mare Nostrum” (Bizim Deniz) diye bahseder olmuştu. Parmağıyla Doğu Akdeniz’i işaret ederken çekilmiş fotoğrafları gazeteleri süslüyor, bu da Atatürk’ü müthiş sinirlendiriyordu. Her fırsatta Mussolini’ye yönelik çok sert demeçler veriyordu.

Sebebini soranlara da :

“Çünkü” diyordu, “…Mussolini asker değil… savaşın ne felaket olduğunu bilmez.. Ben askerim. Bilirim…O yüzden , bu adamı boş bırakmaya gelmez.”

Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, 1937 Haziran’ında Dersim’de Kürtlerin ayaklanmasını bastırmakla ilgili yoğun faaliyet sürüyordu. Asilerin havadan bombalanmasına mânevi kızı Sabiha Gökçen de katılmıştı.

İnönü bu hareketin de kısıtlı ölçekte yapılmasından yanaydı ve bu konuda da Atatürk’le ters düştüğü dedikodusu ülkeye yayılmıştı.

İsmet Paşa ile asıl kopmalarına yol açan Orman Çiftliği meselesi birden aklına gelince yatağından doğrulup bir sigara yaktı. Dumanını içine çekerken pencereye yürüdü.

Çiftliğe doğru uzun uzun baktı.

Ankara’nın solgun ışıkları çok uzaklarda bir yanıp bir sönüyordu.

Yıllar öncesine, Cumhuriyet’in kuruluşunun 10. yıllarına gidiverdi.



x x x



O yıl Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak’ı Ankara’ya İsmet Paşa’ya göndermişti. Yazdığı mektupta, tüm mal varlığını hazineye yani milletine bağışlamak istediğini bildirmişti. Hükümetten dileği, bunun yasal zemininin hazırlanmasıydı.

Konu Meclis’e gelince büyük tartışmalara yol açtı.

Yaptığı teklif, kendi getirdiği laik hukuk sistemine aykırıydı.

Tüm taşınmaz mallarını hazineye devretmek istiyordu ama kız kardeşi Makbule Hanım sağdı ve bir kardeş olarak Atatürk’ün mal varlığının % 25’i “mahfuz hisse” olarak Makbule’ye aitti. Medeni Kanunun bugün de yürürlükte olan 452. maddesi bu konuda açıktı.

Oysa Atatürk diretiyordu:

“…tamamı hazinenin olacak…”









Sonunda Saruhan (Manisa) Milletvekili Mustafa Fevzi Efendi bir çözüm bulmuştu:

“Medeni Kanuna göre Paşa’nın talebini yerine getirmek mümkün görünmüyor ama TBMM özel bir kanun çıkartır da izin verirse, o zaman olabilir…”

Öyle de oldu. TBMM 12 Haziran 1933 tarihli ve 2307 sayılı bir yasa çıkarttı.

Bu yasada; “Mustafa Kemal Paşa Hazretleri’nin Medeni Kanunun 452. maddesi dairesindeki tasarrufları Mahfuz Hisseler hakkındaki hükümden müstesnadır…” deniliyordu. Yani Atatürk, malları üzerinde dilediği tasarrufta bulunabilirdi.

Böylece tüm mal varlığını milletine bağışlamış, 12 Haziran 1937 tarihinde de tüm bu intikaller tamamlanmıştı.

Atatürk’ün bu cömert davranışı karşısında Başbakan İnönü Meclis’te uzun bir konuşma yapmış, millet adına Atatürk’e şükranlarını sunmuş, ardından 13 milletvekili daha konuşmuş, yüzlercesi de çektikleri telgraflarla memnuniyetlerini dile getirmişlerdi.

O ise son derecede sakin, adeta yaptığının duyulmasından utanır gibiydi.

Verdiği yanıt dört sözcükten ibaretti:

“Yapılan vazifedir. Mustafa Kemal.”

Oysa, ne ondan önce, ne de sonra, böyle bir vazifeyi üstlenecek birine, bir daha rastlanmadı.

Gerçekten de, özel yasalar çıkarttırarak, kendilerine özel yararlar sağlayan devlet adamlarına dünyanın her yanında rastlanıyor, gelecekte de rastlanacak. Ama özel yasa çıkarttırarak nesi var nesi yok milletine bağışlayan bir devlet başkanına, ne Atatürk’ten önce, ne de sonra, bir daha rastlanmadı.

Ne Atatürkmüş ama!…



x x x



Böylece diğer taşınmaz mallarıyla birlikte Atatürk Orman Çiftliği’ni de içindeki tüm tesisleriyle birlikte hazineye bağışlamış oldu. Ne var ki, zaman zaman Çiftliğe gittiğinde gördüklerinden mutlu olmuyordu. Çiftlik bakımsızdı. Ağaçlar kurumaya yüz tutmuştu. Bunu gördükçe üzülüyordu.

Köşkün penceresinden Ankara’yı seyrederken işte bunları düşünüyor, düşündükçe uykusu açılıyordu.

Çiftlikte küçük bir bira fabrikası da vardı. Danimarkalılara göre bu fabrika, yapılacak küçük bir yatırımla biraz daha büyütülürse İstanbul’daki Bomonti Bira Fabrikasına pekâlâ rakip olabilir, bu rekabetten de tüketici yararlanırdı. Danimarkalıların yaptığı fizibilite raporları bunu gösteriyordu.

Üstelik Bomonti’nin imtiyaz süresi sona eriyordu. Atatürk sürenin uzatılmamasından yanaydı. Bomonti ise sürenin uzatılması için Danıştay’da dâvâ açmıştı. İnönü’nün kızkardeşi Saniha Hanım’la evli olan enişte Abdürrezzak Bey Bomonti’nin hissedar yöneticilerindendi ve bu imtiyazın uzatılması için bir taraftan İnönü üzerinde baskı yapıyor, İnönü’nün bir diğer kardeşi Rıza Temelli’nin de Bomonti’ye ortak olması işin rengini daha da değiştiriyordu. Bunlara karşılık Tarım Bakanı Şakir Kesebir’in Çiftlikteki bira fabrikasını genişletmeye yanaşmaması Atatürk’le İnönü’nün arasının açılmasına en azından katkıda bulunuyordu.



Bardağı taşıran son damla ise Nyon Konferansı olmuştu.



x x x

Almanya ve İtalya açıkça görülür şekilde İspanya İç Savaşında Faşist Franco’ya destek veriyordu. Bu esnada Akdeniz’de kimliği belirlenemeyen bir takım denizaltılar ticaret gemilerini batırıyorlardı.

10 Eylül 1937 günü Akdeniz’de korsanlık yapan bu denizaltılara karşı alınacak tedbirleri görüşmek üzere Nyon’da uluslar arası bir konferans düzenlenmişti. Türkiye de bu konferansa katılmak üzere İngiltere ve Fransa’dan ayrı ayrı davet almıştı.

Mussolini’nin ne çılgın biri olduğunu bilen İnönü, “bir bahane vererek, bir macerayı kendi üzerine çekmek istemiyor”, bu toplantıya Türkiye’nin katılmasına sıcak bakmıyordu.

O esnada İstanbul’da Florya’da olan Atatürk ise farklı düşünüyordu:

“ Avrupalı büyük devletlerle eşit statüde bir olayın içinde olmak Türkiye için önemliydi ve gurur vericiydi. Böyle bir anlaşmaya taraf olursa, deniz gücü kısıtlı olduğu için, zaten Türkiye’den beklentiler fazla olamazdı; olsa olsa oluşturulacak ortak deniz gücünün yakıt ikmali vb. için Türk limanlarından yararlanılırdı. Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras zaten Cenevredeydi, oradan Nyon’a geçmeliydi.”

Öyle de yapıldı.



x x x





Aras toplantı tutanaklarını muntazam olarak Ankara’ya Hükümete, ayrıca bir kopyasını da Florya’ya Atatürk’e gönderiyordu.

Fransızca olan metnin bir paragrafı Atatürk’ün dikkatini çekmişti. Buna göre “İngiltere ve Fransa, Akdeniz’deki bu denizaltı korsanlığını önlemek için, gerektiğinde Türkiye’den kuvvet yardımı” isteyebileceklerdi. Metinden bu anlam çıkıyordu.

Atatürk, yanındaki Genel Sekreteri Soyak’a dönmüş, “…acaba Hükümet bu maddenin farkına varmış mıdır?” diye sormuştu.

Soyak Ankara’yla temas kurmuş, hükümetin böyle bir anlam çıkarmadığını anlamıştı.

Bunun üzerine, yapılan uyarı sonunda telaşlanan İnönü, adı geçen maddenin ilerde Türkiye’nin başına iş açabileceği kaygısına kapılmıştı ve Aras’a gönderdiği talimatta

“o madde var olduğu sürece anlaşmayı imzalamaması” emrini vermişti.

Bundan haberi olmayan Atatürk ise Aras’a aynı gün , “…anlaşmayı imzala…” talimatını göndermişti.

Şimdi Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’ın elinde iki ayrı şifre vardı:

Biri Hükümet Başkanı İnönü’den geliyor, “imzalama” diyor, diğeri Devlet Başkanı Atatürk’ten geliyor, “imzala” diyordu.



x x x



Tevfik Rüştü Aras tam bir ikilem içinde kalıvermişti. Zirvenin tepesinde bir fırtına koptuğu belliydi. İçine düştüğü açmazı bir yakınma şeklinde, fakat kimseyi suçlamadan, dostu olan Hasan Rıza Soyak’a, bir mesajla bildirdi. Soyak durumu anlamıştı. Uygun bir dille konuyu Atatürk’e iletti.

Tevfik Rüştü Aras Askeri Doktordu. Atatürk’le arkadaşlıkları çocukluk günlerine kadar gidiyordu. Atatürk Aras’ın içine düştüğü durumu anlamıştı. O’nu rahatlatmak için bir telgraf daha gönderdi:

“Tevfik Bey, sana anlaşmayı imzalaman talimatını göndermiştim ama senin fikrini sormamıştım. Sence imzalamalı mıyız?”

Tevfik Rüştü verdiği yanıtta, “…Türkiye’nin bu anlaşmayı imzalaması konusunda Atatürk gibi düşündüğünü, ancak kendisinin bir hükümet mensubu olduğunu, bu nedenle Hükümet Reisi olan İnönü’nün talimatını yerine getireceğini ve anlaşmayı imzalamayacağını…” bildirdi.



Aradan bir otuz altı saat daha geçti. Telsiz susması gibi, ızdırap veren bir otuz altı saat.

Sonra İnönü’den bir talimat daha geldi: “Anlaşmayı imzalayın…”

Ve anlaşma imzalandı.

Belli ki Atatürk İnönü’yü ikna etmişti. Ayrıca son derecede ihtiyatlı ve şüpheci bir mizaca sahip olan İnönü’nün tüm kaygılarını gidermek için Aras, “ Türkiye’den kuvvet yardımı istenmeyeceğine dair “ bir teminat mektubunu da Konferans’tan resmen talep etmiş ve zor da olsa almıştı.

Mesele şimdilik tatlıya bağlanmıştı.

14 Eylül 1937’de Nyon Anlaşması Türkiye, İngiltere, Fransa, Sovyetler Birliği, Romanya, Bulgaristan, Yunanistan, Yugoslavya, Mısır ve Arnavutluk arasında imzalanmıştı.

Gene de bu olay, dış politika konusunda da devletin zirvesinde bir çatlağa yol açmıştı.

.

x x x



Aradan iki gün geçti.



16 Eylül 1937’de İstanbul’dan hareket eden Atatürk, ertesi gün Ankara’daydı. TBMM Nyon Anlaşması’nı onaylamak üzere olağanüstü olarak toplantıya çağrılmıştı, Atatürk de bu nedenle Ankara’ya gidiyordu.



Başbakan İnönü Atatürk’ü Etimesgut’ta karşıladı. Aralarında belirli bir gerginlik gözleniyordu. Hava adeta fırtına topluyordu. Daha iki gün önce Cumhurbaşkanı ile Başbakan, Özel Kalem Müdürleri aracılığıyla sert bir tartışmaya girmişlerdi ve olay henüz çok tazeydi.

Üstelik tren çiftlikten geçerken Atatürk İnönü’ye yeniden bira fabrikası meselesini açmış, İsmet Paşa konunun kapandığını söylemişti ama belli ki alınganlık sürüyordu. Bu kez İnönü, Çiftlikteki bira fabrikasını büyütme projesinin devam ettiğini ama bu fabrikanın ekonomik olmayacağını Atatürk’e anlatmıştı.

Bu hava içinde Ankara’ya geldiler.

O gün Hükümet toplantısı vardı, o nedenle İnönü Başvekâlete gitmek üzere ayrıldı. Atatürk ise ayağının tozuyla Çiftliğe gitti.

Soyak da Çiftlikteydi ve Atatürk’ün de geldiğini duyunca, Çiftlik Müdürü Tahsin Coşkan’ın odasında Atatürk’e katıldı. İçişleri Bakanı Şükrü Kaya ve Başyaver Celâl Öner de odadaydılar.

Atatürk Soyak’a oturması için işaret eder etmez, “…bak unutmadan söyleyeyim” dedi.”Bu sabah Çiftlikten geçerken İsmet Paşa bira fabrikası hakkında olumsuz konuştu. Fabrikanın istenilen özelliklere sahip olmadığını, çıkaracağı biranın maliyetinin yüksek olacağını, memlekete dağıtılmasının hayli güç ve çok masraflı olacağını, bunun sebebinin de fabrikanın deniz kıyısında olmayışından kaynaklandığını söyledi. Kısacası sen ve Tahsin Bey kendisine verdiğiniz bilgilerle Paşa’yı aldatmışınız, ne dersiniz?” dedi.

Oysa gerçek bunun tam tersiydi, İsmet Paşa yanlış bilgilendirilmiş, Hükümet üyeleri yanıltılmıştı. Şükrü Kaya “biz de öyle sanıyorduk” deyince işin aslı anlaşılmıştı. Soyak tüm projeyi yeniden tüm ayrıntısıyla anlattı. Fizibilite raporları her şeyi gösteriyordu, bu proje çok daha ekonomik ve ülke yararınaydı. Belli ki Bomonticiler, verdikleri yanlış bilgilerle İnönü’yü yanıltmışlardı.

Atatürk Çiftliği gezmeye çıkarken, Şükrü Kaya’ya hükümeti akşam yemeğine Köşkte beklediğini bildirdi.

Bu hiç de hayra alamet değildi.

Çiftlikten ayrılan Şükrü Kaya geç de olsa Hükümet toplantısına katıldı ve Hükümetin akşam yemeğine Köşke beklendiğini İnönü’ye bildirdi. Ayrıca Hasan Rıza Soyak’ın Çiftlikteki bira fabrikası hakkında Atatürk’e yaptığı açıklamayı da İnönü’ye nakletti.

İnönü bir şeyler sezinlemişti. Felaket ,” geliyorum “ diyordu.



x x x



Gece sofraya sadece Bakanlar Kurulu üyeleri davet edilmiş, başka konuk çağrılmamıştı. Belli ki aile içi bir görüşme olacaktı.

Konuklara içki servisi yapılmıştı. Nezle olduğunu bahane ederek Atatürk ıhlamur içiyordu. Bu da son derecede anlamlıydı.

Gece sohbet şeklinde başlamıştı ama konunun nereye geleceğini herkes sezinliyordu.

İlk hamleyi, insiyatifi elinde tutmak isteyen İsmet Paşa yaptı:

“Sen benim söylediklerimi başkalarından tahkike kalkışıyorsun. Etrafındakiler benim aleyhimde konuşuyorlar. Bize ne oldu Paşam, aramıza Kara Tahsinler girdi. Size rahatça ulaşamıyoruz.”

Kastettiği, Atatürk’e sabahleyin bira fabrikasıyla ilgili söylediklerini Atatürk’ün Soyak’tan soruşturmasıydı. Köşke ulaşmakta zorlandıklarını ifade ederken şikâyet ettiği de gene aynı kişi, Genel Sekreter Hasan Rıza Soyak’tı.

“Kara Tahsin” ise Sultan 2. Abdülhamit’in Mabeyin Paşalarındandı ve ona gitmeden Sultan’a ulaşmak imkânsızdı. Burada kinaye yoluyla eleştirilen ise Çiftlik Müdürü Tahsin Bey’di.

Atatürk şaşırmıştı. Bir ara Kâzım Özalp’e doğru eğilmiş ve yavaş bir ses tonuyla,

“Paşa’ya ne olmuş böyle…”demişti.

İsmet Paşa’nın sofraya gelmeden önce Anadolu Kulübü’ne uğrayıp birkaç kadeh viski içtiğini bilmiyordu. Sükûnetle dinlemeye çalışıyordu.

İnönü sitemini sürdürdü: “ Bana sorulmadan vekillerim tecziye ediliyor, istifaya zorlanıyor. Buna artık dayanamıyorum!”

Kastettiği Tarım Bakanı Muhlis Erkmen’di ve o esnada tam da Atatürk’ün karşısında oturuyordu. Çiftliği bakımsız bulan Atatürk birçok kez Erkmen’i azarlamıştı. Şimdi İnönü, bakanların önünde bunun rövanşını alıyordu.

Atatürk sakin olmaya gayret ederek; “…Evet” dedi. “…seninle ilgili pek çok şikâyet geliyor ama ben anlatılanlara değer vermiyorum ki, seninle devam ediyorum…”

Sonra da havayı yumuşatmak için İçişleri Bakanı’na dönerek: “…Bunlar senin mi başının altından çıkıyor Şükrü Kaya!. Sabahki konuşmaları mı Paşa’ya naklettin? Yoksa bugünkü Hükümet gündeminde Bomonti meselesi mi vardı beyefendi?…” diye takıldı.

Yanıt gene sert bir şekilde İnönü’den geldi:

“Benim vekillerim benimle ilgili duydukları her şeyi bana nakletmeye mecburdurlar:”

Atatürk’ün giderek sinirleri gerilmeye başlamıştı. Gene de sakin olmaya gayret ederek,

“Bugün” dedi, “Çiftliği gezdim. Özellikle Marmara Havuzu’nun çevresindeki ağaçlar kurumuş. Çevresi son derecede bakımsız. Tarım Bakanımız açıklayabilir mi acaba, bunun sebebi nedir?”

Muhlis Bey yanıt vermeye hazırlanırken, gene İnönü’nün sesi duyuldu:

“Siz onu kendi adamlarınıza sorun!”

Kastedilen kişiler Genel Sekreter Soyak ve Çiftlik Müdürü Tahsin Bey’dir.

Ardından gene İnönü’nün sesi yükselir ve sofraya adeta bomba gibi düşer:

“Meseleler yetkili ve sorumlu olmayan kişilerle hallediliyor, bana danışma gereği duyulmadan, sözlerimin doğruluğu başkaları tarafından araştırılıyor. Sürekli sofradan emir alıyoruz. Bu da beni korkutuyor.”



Atatürk sinirden kıpkırmızı olmuştur. “Yaaa…öyle mi beyefendi!. Ama gene böyle bir sofrada başbakan olduğunuzu unutmayın... Anlaşıldı…Bugün konuşamayacağız…” der sofrayı terk eder.

İp kopmuştur.

İnönü’nün bu son cümlesi kısa sürede tüm Türkiye’ye

“ İçki sofrasından emirler alıyoruz…bu da beni rahatsız ediyor…” şeklinde nakledilir.

İnönü bu konu kendisine hatırlatıldığında, tüm hayatı boyunca, “içki sofrasından” demediğini”, “sofradan” dediğini anlatır durur ama…nafile. Dedikodu bir kere yayılmıştır.



Sofra tatsız bir şekilde dağılır. Daha pek çok tatsız olaya gebe olarak.





x x x





Atatürk o geceyi çok rahatsız geçirir. Sofrada konuşulanlar beyninde çınlamaktadır. Bir süredir devam eden kaşıntıları o gece daha da artmış gibidir.

Uykuya daldığı anı, ertesi gün hatırlayamaz.

Öğlene doğru Genel Sekreteri Soyak’ın getirdiği evrakları imzalarken, içine düştüğü hayal kırıklığının etkileri sürmektedir

:

“…Bilmiyordum, meğer arkadaşımız bizim ikazlarımızdan muzdarip oluyormuş; kendisini bu ıstıraptan kurtarmak lâzım. Bunun tek yolu da mesai arkadaşlığımıza bir müddet için olsun nihayet vermektir.”



Sözün nereye geleceğini fark eden Soyak, yumuşak bir ses tonuyla;

“Efendim! Biliyorsunuz ki Başvekil Paşa bugünlerde çok kederli ve yorgundur. Birkaç gün önce küçük kardeşi Hayri’yi (Temelli) kaybetti. Bunun acısını üstünden bir türlü atamadı. Her gün mezarına gidip ağlıyormuş…”derken, Atatürk sözünü keser:

“Evet, haklısın çocuk! Zaten ben onu da düşündüğüm içindir ki, bu kararı verdim…Ne yazık ki arkadaşımız yalnız kederli ve yorgun değil, aynı zamanda hastadır.”der.

Bellidir ki, karar verilmiştir.



x x x



O uğursuz gecenin hemen ertesi günü İstanbul’a dönmek zorundaydı. Önceden saptanan programa göre İstanbul’da 20 Eylül günü 2. Tarih Kurultayı’nı açacaktı. Başvekil İnönü de kurultaya katılacaktı. Böylece birlikte dönmeleri kaçınılmazdı. Oysa İnönü’nün yüzünü görmeye henüz hazır değildi. Daha bir gece önce konuşulanları bir türlü zihninden atamıyor, bakanların önünde düştüğü durumu kişiliğine yediremiyordu.

İmza faslı bittikten sonra, içindeki sıkıntıyı dağıtmak için kendini köşkün dışına attı. Arabanın hazırlanmasını istedi. Yanına eski başyaverini, Cevat Abbas Gürer’i aldı ve Ankara’nın dışına, Keçiören taraflarında dolaşmaya çıktı.

Hiç konuşmuyordu. Başyaver Rusuhi Bey, Cevat Abbas’la mimikle anlaşıyor, söze girmeye kimse cesaret edemiyordu. Açık hava sanki iyi gelmiş, biraz rahatlamış gibiydi.

“Çubuk Barajına!” dedi.

Baraj havası daha da rahatlamasını sağladı. Kısa bir yürüyüş yaptı, çabuk yoruldu. Barajdaki odasında bir süre dinlendi. Cevat Abbas’ı çağırdı:

“Sor bakalım, Meclis devam ediyor mu?”

Neden Meclis’e gitmek istemişti? Bilmiyoruz.

Köşkten ayrılmazdan önce, Cevat Abbas’a bir gün önce olanları anlatmış, başvekiliyle mesai arkadaşlığına bir ara vermeyi düşündüğünü söylemiş, bunun en münasip yolları konusunda da bir iki yöntemden bahsetmişti ama şimdi birden bire Meclis’e gitmeyi neden istemişti?

Belli ki buna Baraj’da dinlenirken, aniden karar vermişti. Öyle olmasa, Keçiören’de gezinip zaman öldüreceğine, vakitlice Meclis’e giderdi zaten.

Bu ani karardan kuşkulanan Cevat Abbas, olan bitenin Meclis’te duyulup, bir tatsızlığın çıkmasından kaygı duyarak, yalan söyledi:

“Meclis dağılmış efendim!...”

Atatürk Cevat Abbas’ın gözlerinin içine bakarak;

“Gidiyoruz!.” Dedi.

Arabaya bindiler.

“Meclis’e!...”

Cevat Abbas kıpkırmızı oldu. Onu ancak bir mucize kurtarabilirdi.

Öyle de oldu.

Meclis o dakikalarda çalışmasını sürdürüyordu ama dağılmak üzereydi. Meclis’e geldiklerinde ise milletvekillerinin yarısı gitmişti. İyi ki de öyle olmuştu. Yoksa günün bütün siniri ondan çıkabilirdi.

Cevat Abbas derin bir soluk aldı.

Nyon Anlaşması Meclis tarafından onaylanmıştı ama bu Meclis’ten birkaç kişi dışında kimse, onayladıkları bu anlaşmanın devletin zirvesinde nasıl bir yara açtığını, henüz bilmiyordu.

Meclis’te fazla kalmadılar. Oradan Çiftliğe geçtiler. Çiftlikte iyice sakinleşmişti. Aynı zamanda kararını da kesinleştirdi.

Özel trenine Çiftlikten bindi.

Bakanların önemli kısmı, Başbakanla birlikte trende, Cumhurbaşkanına ait arka salonda bulunuyorlardı.

Atatürk, İnönü’yü işaret ederek, ” bizi yalnız bırakın “ diye emretti.

Salonu terk ettiler.

Dün geceden bu yana, Cumhurbaşkanı ile Başbakan ilk kez bir arada ve yüz yüzeydiler.

x x x



Aradan 15 – 20 dakika geçmişti ki, Genel Sekreter’ini çağırttı:

“Gel, gel! Meseleyi hallettik. Otur da anlatayım:”

İşte anlattıkları:

“Eee…şimdi ne yapacağız!...” diye söze başladım.

İki eliyle yüzünü kapadı. Heyecanlanmıştı.

“Çok mustaribim!”dedi. “Bilmiyorum nasıl oldu !”

“Âlem içinde olmasaydı…”dedim. Sonra da teskine çalıştım:

“ Sâkin ol da meseleyi sükûnetle konuşup halledelim. Görüyorum ki sen çok yorgun ve hatta hastasın. Uzun zaman istirahata ihtiyacın var. Bu itibarla, mesai arkadaşlığımıza bir müddet ara vermemiz uygun olacaktır.”

Başı önünde dinliyordu.

“Şimdi karar verelim, yerine kimi tavsiye edersin?”

“Sen kimi emreder ve desteklersen, o muvaffak olur…”diye yanıtladı.

“Celâl Bey uygun mudur?”

“Benim üzerimde de olumlu etki bıraktı…”dedi.

“Yalnız!” diye ekledi: “ Anayasaya göre yeni hükümetin bir hafta içinde programını okuyup güven oyu alması lâzım. Oysa Meclis zaten olağanüstü toplandı ve bugün dağıldı. İkinci bir olağanüstü toplantı içerde ve dışarıda çeşitli yakıştırmalara yol açabilir. Bu noktayı da dikkate almak gerekir.”

“O halde sen Meclis açılıncaya kadar resmî bir izin alırsın. Celâl Bey şimdilik vekâlet eder. Meclis açılınca da icabı yapılır.”dedim.

Mutabık kaldık.

“Haydi sofraya geçelim.”

“Beni mâzur gör. Başım ağrıyor. Gidip yatacağım.”

Ve…İnönü kompartımanına çekildi.

Perde inmişti.

Tarih: 18 Eylül 1937.



X X X



Devamı word formatında;

http://www.orhancekic.com/doc/son-yil-1938.doc
Kullanıcı küçük betizi
Otopsi
Üye
Üye
 
İletiler: 251
Kayıt: Sal Ağu 12, 2008 13:55

İletigönderen Efe » Sal Şub 24, 2009 23:18

Kaynak yazarın uyarısı ile değiştirilmiştir

damnant quod non intelligunt...
Kullanıcı küçük betizi
Efe
Site Yöneticisi
Site Yöneticisi
 
İletiler: 1508
Kayıt: Cmt Şub 17, 2007 22:58


Şu dizine dön: Mustafa Kemâl ATATÜRK

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 0 konuk

x