Sosyal Demokrasi Ve CHP'nin İdeolojisi

Sosyal Demokrasi Ve CHP'nin İdeolojisi

İletigönderen İrfan Tuna » Pzr Haz 12, 2011 19:53

SOSYAL DEMOKRASİ VE CUMHURİYET HALK PARTİSİ'NİN İDEOLOJİSİ

Uzunca bir süredir CHP’nin sosyal demokrat bir parti olduğu yolunda açıklamalara sıkça tanık olmaktayız. Daha da önemlisi, CHP’nin temel nitelikteki belgelerinin hemen hepsinde partinin kimliği ve ilkeleri belirlenirken de “sosyal demokrasi” nitelendirmesine başvurulduğunu görmekteyiz. Bu arada, parti tüzüğünün 2. Maddesinde “evrensel sosyal demokrasinin (…) değerlerine dayalı” olma ifadesine yer verilmiş bulunuluyor. Keza, CHP’nin 2011 tarihli programında da pek çok yerde, “sosyal demokrasinin evrensel ilke ve değerlerini benimsemek” ten söz edilmektedir.

Bu durumda sosyal demokrasinin ne anlama geldiği önem kazanmaktadır. Ne var ki sosyal demokrasi tarihsel süreç içinde çok değişik oluşumları ve yönelişleri ifade etmek üzere ve çoğu kez birbiriyle çelişen anlamlarda kullanılmıştır. Dolayısıyla, sosyal demokrasinin ne anlama geldiğine açıklık kazandırabilmek için tarihin hangi dönemindeki hangi sosyal demokrasinin söz konusu olduğunun bilinmesi gerekir.

Sosyal Demokrasinin Tarihsel Kökenleri

Kuşku yok ki sosyal demokrat sıfatını taşıyan örgütler, ilk olarak Marksist öğretinin ve geniş ölçüde Marks’ın çabalarının doğrudan ürünü olarak tarih sahnesindeki yerlerini almışlardır. Marks’ın yaşamı boyunca örgütsel alandaki mücadelelerinin başlıca amacı, işçi sınıfına dayalı partilerin kurulmasına yönelik olmuştur. Ona göre, işçi sınıfı açısından sendikal mücadele kaçınılmazdır, ama yeterli değildir; ancak sendikal mücadelenin siyasal parti aracılığıyla yürütülecek bir siyasal mücadeleye temel oluşturması durumunda nihai amaca ulaşılabilir.

Batı ve Kuzey Avrupa’da yeni kurulmaya başlayan sendikaları bir araya getiren 1. Enternasyonal’in 1864 yılındaki ilk toplantısını izleyen dönemde ve özellikle bu kuruluş bünyesinde, Marks, işçi sınıfının sendikaları temelinde siyasal partiler kurmaları yönünde yoğun bir çaba sarf etmiştir. Geniş ölçüde onun bu çabaları sonucundadır ki sanayileşmelerini belli bir aşamaya getirmiş olan Avrupa ülkelerinin hemen hepsinde, çoğu isimlerinde sosyal demokrat sıfatını taşıyan Marksist siyasal partilerin kurulduklarını görmekteyiz.

Bu gibi örgütlenmelerin en önemlisi, Alman Sosyal Demokrat Partisi’dir. 1875’te Gotha’da Sosyalist İşçi Partisi adıyla kurulmuş olan bu parti, 1890’da Alman Sosyal Demokrat Partisi ismini almıştır. Bununla çok yakın bir tarihte, 1889’da İsveç Sosyal Demokrat Partisi kurulmuştur.

Fransa’da Marksizm, uzun yıllar, işçi hareketi içindeki anarşist çizginin egemenliği karşısında önemli bir varlık gösterememiştir. 1879’da Jules Guesde’in öncülüğünde kurulan Fransız İşçi Partisi, Marksist eğilimi temsil etmekteydi. Fransa’da sosyalist hareket zaman içinde Marksizm’in değişik yorumlarına dayanan bölünmelere uğramış; Marksizmin Fransa’da ağırlık kazanması 1920’de Fransız Komünist Partisi’nin kurulmasından sonra mümkün olabilmiştir.

İngiltere’de sendikaları bünyesinde toplayan örgüt, 1906’da kurulmuş olan İngiliz İşçi Partisi’dir. İngiltere’de Marksist hareket, başlangıçta 1881’de kurulmuş olan Sosyal Demokrat Federasyon tarafından temsil edilmekteydi. Bu örgüt, “uzlaşmacı” bulduğu için sendikalarla ve diğer bazı derneklerle birlikte İşçi Partisi çatısı altında yer almayı reddetmiş; bu yüzden kitleden soyutlanmış, kitleselleşme olanağı bulamamıştır. Onun yerini alan ve 1920’de kurulmuş olan İngiliz Komünist Partisi de Troçkist’lerin rekabeti ve İngiliz İşçi Partisi’nin gücü karşısında etkisiz kalmıştır.

Bu dönemde iktidar olmayı başaran bir sosyal demokrat parti, 1898’de kurulmuş olan Rus Sosyal Demokrat Partisi’dir. Bu parti 1890’da Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi adını almış; 1917 devriminden sonra da Sovyetlerin dağılması dönemine kadar Komünist Parti olarak varlığını sürdürmüştür.

Sosyal demokrasinin köken itibariyle Marksizm ile özdeş bir çizgiyi ifade etmesi, ülkemizde zaman zaman değişik açılardan anımsanan bir durum oluşturmuştur. Bülent Ecevit de CHP’nin başındayken sosyal demokrasi yerine demokratik sol sıfatını yeğlemesini değişik vesilelerle açıklarken bu gerçeğe parmak basmış; CHP Marksist kökenden gelen bir parti olmadığı için sosyal demokrat olarak nitelendirilmesinin yanlış olacağına işaret etmiştir. CHP dışında kurduğu partinin adını seçerken de bu gerekçeden hareket ettiği tahmin edilebilir.

Atatürk ve Sosyal Demokrasi

CHP, Atatürk’ün öncülüğünde ve Atatürk ilkeleri temelinde kurulmuştur. Atatürk’ün yaşadığı dönemdeki sosyal demokrasi ile ilişkisi söz konusu olduğunda, Batı ve Kuzey Avrupa’da kurulmuş olan ve yukarıda değindiğimiz çoğu Marksist temele dayanan sosyal demokrat partilerin akla gelmesini haklı kılacak bir neden bulmak mümkün görünmemektedir. Atatürk döneminde, birçok bakımdan bugün de olduğu gibi, Türkiye’nin bağımsızlık mücadelesi, emperyalist planlar karşısında Batı işçi sınıfından ve işçi sınıfına dayalı sosyal demokrat partilerden kayda değer herhangi bir destek görmemiştir. Tam tersine, Doğan Avcıoğlu’nun bir tespitine göre, 28 Aralık 1917’de İngiliz proletaryasını temsilen alınan bir kararda “Türk Hükümeti’nin dünyaca lânetlenen yönetiminden” söz edilmekte ve Türkiye’nin parçalanması planlarına destek olunarak İstanbul ve çevresinin Türkiye’den koparılması savunulmaktadır. Türkiye’nin parçalanması planlarına karşı çıkan tek sosyalist oluşum -pek çok şeye, bu arada, Batı proletaryasına rağmen- Bolşevikler olmuştur.[1]

Atatürk’ün yoğun temas içinde olduğu Marksist sosyal demokrat parti de esas olarak Rusya’daki Bolşevik Parti’dir. Atatürk ve Lenin arasındaki “tarih sahnesindeki buluşma” tarihin akışını etkileyecek boyutta sonuçlar doğurmuştur.[2] Atatürk’ün öncülüğündeki güçlerin, Müttefik Kuvvetlerin Çanakkale’yi aşmasını önlemeleri, Çarlık yönetiminin yardımına koşmalarını engellemiş ve böylece dolaylı olarak Lenin’in başarısını kolaylaştırmıştır. Karşılık olarak, Atatürk’ün öncülüğündeki Kurtuluş Savaşı’na maddi ve politik yardım sağlayan yegâne sosyalist unsur, Lenin’in yönetimindeki Rusya olmuştur. Cumhuriyet’in ilk yıllarında, bu ilişkilerin belirlediği koşullarda Bolşevizm’e belirgin bir yakınlık doğduğu gözlemlenebilir. Ancak, bu durum hiçbir zaman basit bir taklitçilik konumuna düşülmesi sonucunu doğurmamıştır. Atatürk bu konuya ilişkin düşüncelerini Büyük Millet Meclisi’nde 1920’de yaptığı bir konuşmada şöyle açıklamıştır:

“Fakat esas itibariyle tetkik olunursa bizim görüşlerimiz ki -halkçılıktır- kuvvetin, kudretin, hakimiyetin doğrudan doğruya halka verilmesidir, halkın elinde bulundurulmasıdır. Yine şüphe yok ki, bu dünyanın en kuvvetli bir esası, bir prensiptir. Elbette böyle bir prensip Bolşevik prensipleriyle çelişmez(...) Bahusus Bolşevizm millet içinde mağdur olan bir sınıf halkı nazar-ı mütalâaya alır. Bizim milletimiz ise heyeti umumiyesiyle mazlum ve mağdurdur.”[3]

Atatürk attığı her adımda Türkiye’nin özgün koşullarını göz önünde bulundurmaya büyük özen göstermiştir. Bu konudaki özenini ortaya koyan ve Rusya koşullarının farkını ifade eden aşağıdaki sözleriyle önemli bir noktaya değinmektedir:

“Rusya’da bolşevizmin kullandığı devrim usullerini, burada, yani Türkiye’de uygulamak istemek kadar devrimcilikten haberdar olmayış düşünülemez… Herşeyde körükörüne taklitçilik kötüdür, özellikle devrimcilikte…”[4]

Bununla birlikte, CHP’nin Altı Ok’ta ifadesini bulan temel ilkelerinin, esas olarak kendisinden önceki evrensel ölçekte önem taşıyan iki önemli oluşumun üstün bir sentezi olduğu da yadsınamaz. Altı Ok’u oluşturan halkçılık, devletçilik, devrimcilik ilkelerinin Rus devrimi; cumhuriyetçilik, milliyetçilik, laiklik ilkelerinin ise Fransız devrimi sürecinde önemli bir yere sahip bulundukları unutulmamalıdır. Kuşkusuz bu ilkelerin tümünde, kökleri bizim kendi tarihimizde yer alan bazı faktörler de etkili olmuştur.

Ayrıca, Fransız devriminin insanlığın gündemine soktuğu, “zulme karşı direnme hakkının” da Atatürk devriminin oluşumunda önemli bir yeri elbette ki vardır. Ancak şu da unutulmamalıdır ki bu hakkın da bizim tarihimizde -Şeyh Bedrettin olayında en belirgin ifadesini bulan- değişik türdeki direniş hareketleri çerçevesinde önemli bir yeri bulunmaktadır.

Sosyal Demokrasinin Marksizm’den Kopuşu

Fransız devriminin 100. Yıldönümünde, 1889’da kuruluş toplantısını yapan 2. Enternasyonal, birincisinden farklı olarak sendikaların değil siyasal partilerin bir araya gelmesinden oluşmaktaydı. Bunun bir istisnası Fransa’dan katılan delegelerin bir bölümünün anarkosendikalist eğilimli sendika örgütleri olmasıydı.

Bu durum da göstermektedir ki Marks’ın öğretileri meyvelerini vermeye başlamıştı; bu kuruluşlar geniş ölçüde, işçi sınıfının Marks’ın savunduğu tezler doğrultusunda biçimlenmişlerdi. Ne var ki biçimdeki bu uyumun özde bazı ayrılıklar ve sapmalarla gölgelenmesi gecikmedi.

İngiliz İşçi Partisi, zaten başlangıcından itibaren Marksist eğilimdeki Sosyal Demokrat Federasyon’u dışarıda bırakarak kuruluşunu tamamlamıştı. Öte yandan, Avrupa’nın sosyal demokrat sıfatını taşıyan en büyük siyasal örgütlerinden birisi olan Alman Sosyal Demokrat Partisi bünyesinde meydana gelen “revizyonist” hareket, Marksizm’den kopuşun önemli dönüm noktalarından birisi olmuş ve Almanya ile sınırlı kalmamıştır.

Revizyonist hareketin doğuşunda, Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin o dönemdeki ünlü isimlerinden Eduard Bernstein’ın 1898’de yayınlanan Evrimsel Sosyalizm isimli yapıtı önemli bir başlangıç noktası oluşturmuştur. Bernstein’a göre kapitalist sistem içindeki gelişme, pek çok konuda Marks’ın söyledikleriyle çelişen sonuçlar doğurmuştu. Bernstein kapitalizmin uzun sayılmayacak bir dönem sonunda çökeceği ve burjuvazinin baskıcı bir sınıf olduğu yolundaki görüşleri terk etmiş ve Marks’ın sosyalist modelinde üretim güçlerinin daha hızlı bir gelişim göstereceği tezini reddetmiştir.

Bernstein, görüşleriyle uyum gösteren İngiliz Fabiancılarıyla ilişki kurmuş, onlardan etkilenmiştir. Fabiancılık, 1883’te bir grup sosyal demokrat aydın tarafından kurulmuş ve İngiliz İşçi Partisinin ideolojisinin oluşumunda başlıca odak oluşturmuştur. Fabiancılar, “zamanını kollayan” hücum taktikleriyle Kartaca ordularını yenmeyi başaran Romalı general Fabius’dan esinlenmişler ve Marksist devrimcilik fikrinden uzaklaşmışlardır.

Alman Sosyal Demokrat Partisi içinde Bernstein’ın dışındaki kadroların da Marksizm ile kararlı bir uyum gösterdikleri söylenemez. Partide hakim konumda bulunan bu kadroların zaman içinde tuttukları yol, Sosyal Darwinizm olarak nitelendirilir. Bunlara göre, tıpkı doğadaki türlerin evrimi gibi, insan toplumları bakımından da insan iradesinden bağımsız bir evrim yasası mevcuttur. Bu yasa uyarınca ilkel komün düzeninden kapitalizme kadar uzanmış olan toplumların evrimi er geç sosyalizme ulaşacaktır. Bu durumda, sosyalistlerin yapması gerekenin, acelecilikten vazgeçmek, egemen güçlere yeni katliam fırsatları ve mazeretleri vermeden sosyalizmin doğacağı günü beklemek olmalıdır görüşünü benimsemişlerdir. Onlar beklerken, karşı cepheden tarih sahnesine fırlayan Hitler, beklemekten yana değildi ve her şeyi kısa zamanda alt üst edebildi.

Birbiri ardından patlak veren Dünya Savaşları uluslararası işçi dayanışmasına çok önemli darbeler indirmiş ve genel olarak sosyal demokrasinin izlediği çizginin biçimlenmesinde yeni unsurlar getirmiştir.

Öte yandan, İkinci Dünya Savaşı sonrasına gelindiğinde Batılı sosyal demokrat partilerin Marksizm’i tek başına temel alma noktasından uzaklaştıkları görülür. 1951 yılında, bu eğilimdeki yüzden fazla siyasal parti, Sosyalist Enternasyonal bünyesinde bir araya gelmiştir. Bunların Marksizm’den ayrılığı, demokrasi konusundaki tutumlarının farklılığında aranmamalıdır; asıl faklılıkları, her birinin kendi ülkelerindeki egemen kapitalist güçlerle ilişkilerinde kendisini gösterir.

Bunların benimsedikleri ve temsil ettikleri çizginin Atatürkçülükle ilişkisi ise, daha sonra göreceğimiz emperyalizm karşısındaki konumları çerçevesinde daha da açıklık kazanabilir.

Sosyal Devletten Neoliberalizme

İkinci Dünya Savaşı sona erdiğinde sanayileşmiş kapitalist ülkeler olup bitenlerden bazı dersler çıkarmış görünüyorlardı. Yaşanan bunca felaket, barışın ve soysal adaletin önemine vurgu getiren sonuçlar doğurmuştur.

Birinci Dünya Savaşı sonrasında, bu yöndeki gelişmelerin bir ifadesi olarak 1919’da kabul edilen ILO (Uluslararası Çalışma Örgütü) Anayasasının başlangıç bölümünde “evrensel ve kalıcı barışın ancak sosyal adalet temeline dayalı” olabileceğinin kaydedildiğini görmekteyiz. Ayrıca, İkinci Dünya Savaşı sonunda kabul edilerek bu Anayasaya eklenmiş bulunan Philadelphia Bildirgesi’nde de “Her nerede olursa olsun, yoksulluk, herkesin refahına yönelik bir tehlike oluşturur” ifadesine yer verilmiştir.

Bu durum, Batılı kapitalist ülkelerin iktidar yapılarında da yansımalarını göstermiş, pek çok Batı ve Kuzey Avrupa ülkesinde sosyal demokrat nitelikle partiler iktidara geçmiştir. Genellikle bu iktidarlar döneminde sağlanan dönüşümlerle sosyal devletin hayata geçmesi yönünde önemli adımlar atılmıştır. Bunlar olurken kapitalizmin, piyasa, rekabet gibi temel kuralları ile kapitalist güçlerin temeldeki egemenliği son bulmuş değildir. Ekonomik gücü elinde bulunduranların siyasete de egemen olmaları, sosyal demokrat iktidarların hüküm sürdüğü ülkelerin de karşı karşıya bulundukları bir sorun olarak varlığını sürdürmüştür. Olof Palme, ölümünden kısa bir süre önce yaptığı seçim konuşmalarında, İsveç’te 50 yıl kadar sürmüş olan iktidarlarına rağmen, ülkenin ekonomik hayatını yönlendiren 10-15 tane ailenin hükümete ve parlamentoya da hâkim olacaklarını dile getirmişti. [5]

Kuşkusuz, sosyal devlet yönündeki gelişmelerin Batı kapitalizminin “yeryüzünden topladığı zenginliklerden oluşan sofranın ayak ucunda da olsa emekçilere de bir yer vermesi” olarak açıklanması da mümkündür. Her ne olursa olsun, bu gelişmelerin arkasında yaşananlardan alınan derslerin önemi yadsınamaz. Kuşkusuz, buna ek olarak başka faktörleri de sıralayabiliriz:

1917’de Rusya’da patlak veren devrim, Batılı kapitalistleri derinden endişelendirmiştir. Kendi ülkelerinin duvarlarını da yalamaya başlamış olan devrim dalgasından ülkelerinin emekçilerini uzak tutabilmek için, onlardan yükselen talepler karşısında daha tavizkâr olmak zorunluluğunu duymuşlardır. Öte yandan, belli bir sermaye birikimine ulaşmış olan kapitalist sınıflar, sahip olduklarını sınırlı ölçüde de bölüşebilecek güce erişmiş bulunuyorlardı.

Dolayısıyla, sosyal devletin doğuşu, hem zorunlu hem de mümkün olan bir tercih durumuna geldiğinden, başlıca Batı ülkelerindeki emekçiler uzun yıllar süren mücadeleleriyle amaçladıkları kazanımları belli ölçüde de olsa elde etme konumuna erişebilmişlerdir.

Bir bakıma, Atatürk’ün halkçılık ve devletçilik temelinde biçimlenen sosyo-ekonomik modeli, Türkiye’ye özgü bir sosyal devlet olarak yorumlanabilir. Şu önemli farkla ki Batı’da sosyal devlet, asırlar süren bir sömürgecilik ve emperyalizm olgusu üzerinde temellenmiştir; oysa Kemalizmin başlıca dayanağı, Türk halkının özverisi olmuştur. Batı’da sosyal devlet, esas olarak İkinci Dünya Savaşı sonrasında bütünlük kazanmıştır. Buna karşılık, Türkiye’de, “emperyalizme ve kapitalizme karşı” hayata geçirilen halkçı ve devletçi uygulamaların temelleri, 1920’de TBMM adına Hakçılık Bildirgesi’nin ilanıyla atılmıştır. Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren gerçekleştirilen yoğun millileştirmeler ve bunlara ek olarak devlet eliyle kurulan yeni işletmeler, eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik alanında başlatılan halkçı devletçi anlayış temelindeki önlemlerle bütünlenmiştir.

70’li yıllardan itibaren başlayan ve başlangıçta petrol bunalımıyla sınırlı olarak tanımlanan yeni bir genel bunalım dönemi, sosyal devletin sonunu hazırlayan önemli bir neden oluşturdu. Sosyal devletçi politikalara dayanak oluşturan Keynesçi çözümler yetersiz görülmeye başlanmıştı. Bütün bunların gerisinde yatan ana neden, dünya çapında bağımsızlık hareketlerinin yaygınlaşmasıyla Batı kapitalizminin uluslararası alanda yararlandığı olanakları önemli ölçüde yitirmiş olmasıdır. Öte yandan, 1990’lı yılların başında Sovyetlerin dağılması bir bütün olarak sosyalizmin gündemdeki ağırlığının azalması; dolayısıyla, Batılı kapitalistlerin kendilerine yönelik önemli bir tehdidin geniş ölçüde ortadan kalkması sonucunu doğurmuştur. Bu durumda, sermayedarlar, alternatifsiz kalmış gibi görünen emekçilerin talepleri konusunda duyarlı olma zorunluluğundan kurtulmuşlar; üstelik “esneklik”, “kuralsızlaştırma” gibi uygulamalar zemininde emekçilerin mevcut kazanımlarının törpülenmesini mümkün kılan koşullara kavuşmuşlardır. Neoliberalizm, birbirini bütünleyen böylesine önemli tarihsel faktörlerin ürünü olarak doğuşunu tamamlamıştır.

Sosyal devlete karşı bir alternatif olarak ortaya çıkan neoliberalizm, öncelikle ideolojik yönüyle içten içe yapılanmış ve kök salmaya başlamıştır. Bu açıdan, 1947 yılında İsviçre’nin Mont Pèlerin kasabasında Von Hayek’in (1899-1992) başkanlığında ilk toplantısını yapan Mont Pelerin Cemiyeti önemli bir adım oluşturmuştur.[6] Bu girişime katılanlar arasında, Cemiyet’in başkanlığını ve neoliberalizmin bayraktarlığını daha sonraki yıllarda sürdürecek olan Milton Friedman da (1912-2006) yer almıştır. (Hayek’e 1974’te, Friedman’a 1976’da Nobel ödülü verilmiştir.) Ayrıca, 1968 öğrenci olaylarının antiemperyalist ve sosyalist ekseninden koparak o yıllarda Daniel Cohn Bendit’nin başını çektiği anarşist çizgiye kaymasında baş rolü oynayan Herbert Marcuse’ün de (1898-1979) bu hareketle bağı vardır.

Neoliberalizm birçok yönüyle 19. Yüzyıl liberalizminin (bir başka deyişle vahşi kapitalizmin) diriltilmesinden ibarettir. Liberalizm, 19. Yüzyılda emeğinden başka satacak şeyi olmayan işçi sınıfını doğurmuştur. Neoliberalizm ise emeğini dahi satma olanağına sahip olmayan işsiz yığınları ortaya çıkarmaktadır. Bu farkın gerisinde, yalnızca emekçileri değil reel sermaye kesimini de ezerek büyümekte olan finans kapital olgusu yatmaktadır. Üretmeyen, istihdam yaratmayan, fakat kâr eden bir sermaye türü ekonomiye damgasını vurmuş, Keynes’in “kumarhane kapitalizmi” dediği durumun koşulları tüm dünya ekonomilerini etkisi altına almıştır.

Ekonomik model, kendisine uygun siyasal iktidarlar ortaya çıkarmış; 1979’da İngiltere’de Thatcher, 1980’de ABD’de Reagan iktidara geçmiştir. Bu süreçle bağlantılı olarak, sosyal demokrat oluşumlar açısından belirgin bir gerileme dönemi başlamıştır. Batı’daki başlıca sosyal demokrat iktidarlar, ya İsveç Sosyal Demokrat Partisi gibi sarsılmaz görünen iktidarlarını kaybetmişler ya da Tony Blair’in yönetimindeki İngiliz İşçi Partisi gibi Thatcher’inkinden veya Schröder yönetimindeki Alman Sosyal Demokrat Partisi gibi Kohl’inkinden pek farkı olmayan politikaların uygulayıcısı olmak gibi bir duruma düşmüşlerdir. Bu bağlamda, Blair’in parti başkanlığı döneminde, 1995’te İngiliz İşçi Partisi’nin tüzüğünde yer alan üretim ve dağıtım araçlarının kamulaştırılması ilkesinin kaldırılması, sembolik olmanın ötesinde önemli bir dönüm noktası ifade etmiştir.

Bu süreç içinde Sosyalist Enternasyonal açısından büyük önem taşıyan iki önemli sayfanın daha kapanmış olduğunu belirtmemiz gerekir: Kuşku yok ki örgütün önde gelen önderlerinden Olof Palme’nin, 1986’da, tam da İsveç silah tacirleri aleyhine çıkışlar yapmaya başladığı bir sırada öldürülmesi ve onunla birlikte adil bir “Uluslararası Yeni Ekonomik Düzen” için mücadele veren Willy Brandt’ın 1974’te karşı karşıya kaldığı bir casusluk skandalı yüzünden başbakanlıktan ayrılmak zorunda bırakılması, Sosyalist Enternasyonal’in küresel emperyalizmin stepnesi olma rolünü sürdürmesini kolaylaştırıcı sonuçlar doğurmuştur. Onların ortadan kaldırılmalarını, İngiltere’de hanedanın kaldırılması için mücadele yürüten İşçi Partisinin sol kanat liderlerinden Tony Benn’in ve Almanya’da SDP’nin önde gelenlerinden Oskar Lafontaine’in saf dışı edilmeleri izlemiştir.

“Ak Günlere” den Bu Günlere

Neoliberalizmin önemli bir sonucu da dayatılmak istendiği her yerde demokrasiyi ortadan kaldırmadan veya çarpıtmadan hayata geçirilmesinin mümkün olmamasından kaynaklanmaktadır. Bu durumun en vahşi tezahürlerinden birisi, 1973’te Şili’de Başkan Salvador Allende’nin kanlı bir darbeyle devrilmesi olayında görülmüştür. Ülkemizde 12 Mart 1971’de ilk adımı atılan ve 12 Eylül 1980’de tamamlanan demokrasi karşıtı darbeler bunun bir benzeridir. Halkımızın Allende’ye nazire olarak uydurduğu Bülende takma adıyla bu benzerliği vurgulamış olması anlamlıdır. Orada Chicago boylar, burada Prensler denilen kadrolar, uluslararası sermayenin kendilerine verdiği görevleri darbe koşullarında yerine getirebilmişlerdir. 24 Ocak 1980’de kendisini bütün çıplaklığıyla ifade etmiş olan neoliberal modelin hayata geçmesi, ancak bu darbeler sayesinde sağlanabilmiştir.

Her iki darbenin ülkemizde bir bütün olarak sosyal gelişmenin önünü tıkayan sonuçları, elbette ki CHP’nin ideolojik yapısını da derinden etkilemekten geri kalmamıştır. CHP’nin Ak Günlere adını taşıyan 1973 tarihli seçim bildirgesi bugünden bakılınca inanılması zor olan bazı hedefleri şu ifadelerle öngörmekteydi:

“Güneydoğu Anadolu’da, toprak dağılımı yarı feodal bir düzen içinde oluşmuştur. Bu bölgelerde bazı kişilerin onbinlerce dönüm toprağı vardır. Bu kişiler birçok köylerin sahibidirler. Toprak dağılımındaki bu adaletsizliğe henüz yıkılamayan geleneksel şeyhlik, ağalık kurumlarının etkileri de eklenince, bu bölgedeki yarı feodal toprak düzeni, halkın siyasal özgürlüğünü bile kısmaktadır ve demokrasinin gerçeklik kazanabilmesini önlemektedir.” (Ak Günlere, CHP 1973 Seçim Bildirgesi, s.34) Bu tespittin ardından gerçek bir toprak reformu savunulmaktaydı.(s.35); “Toprak işleyenin, su kullananın” olacaktı.

“1973’ün CHP’si kamu yatırımlarını savunuyordu (s.66). Tekellere karşıydı (s.73). Büyük sermayeye çok sert eleştiriler getiriyordu (s.83). Yabancı sermayeye teslim olmamıştı; yabancı sermayeli kuruluşların faaliyetlerini ciddi bir biçimde denetim altına alınmasını savunuyordu (s.85-86). Planlı ekonomiden yanaydı (s.91). Lokavt yetkisinin kötüye kullanılmasını önleyici yasa değişiklikleri yapacaktı (s.123). Toplu sözleşme sürecinde yetkili sendikanın belirlenmesinde referandum uygulamasından yanaydı (s.124).”[7]

Açıkça görülmektedir ki Ak Günlere bildirgesi ülkenin temel sorunlarının çözümünü, bölücülüğe, ağalığa, sözde tarikatçılığa taviz vermekte değil, âdil ve demokratik bir toplumsal ekonomik yapılmanın sağlanmasında aramaktaydı. Ne var ki Atatürk’ten geride kalanları tamamlama iddiası taşıyan böylesine bir programla yola çıkan Ecevit, sonunda, Kemal Derviş ile birlikte Türkiye’ye IMF modelinin giydirilmesine katkı sağlamak noktasına savrulmaktan kurtulamamıştır. Ecevit’in Uluslararası Kamu Hizmetleri Sendikası’nın (PSI) 22 Nisan 1983 tarihinde Helsinki’de toplanan Avrupa Bölge Konferansında yaptığı konuşma, kıvrak İngilizce üslubuyla geliştirdiği derin ve anlamlı tahlilleri içermekteydi. Bu konuşmada yer alan aşağıdaki cümleler, odağında kendisinin yer aldığı ve günümüzde de derinleşerek sürmekte olan dramatik süreci özlü bir biçimde anlatıyor gibidir:

“Eğer bu durum bir esrarengiz uluslararası tertibin sonucu değilse sarsıcı değişimlerin bazen neden olduğu psikolojik olguyla açıklanabilir sanıyorum. O psikolojik olgu şudur: Kimi bireyler veya toplumlar, hızlı ve köklü bir değişimin yarattığı gerçekleri ve baskıları kavramakta veya bu gerçeklerin ve baskıların üstesinden gelmekte başarısızlığa uğradıkları zaman, ürküp geri çekilme ve geçmişe ve değişmeze sığınma eğilimine kapılırlar. Bu, paniğin neden olduğu bir kaçış güdüsüdür.

Aynı zamanda, ekonomi ve maliye alanının kimi büyücüleri güçlü ve aşırı ölçüde tutucu bazı uluslararası kuruluşların da desteğiyle, dünyanın değişik yörelerinde, bu tür bir paniğe kapılan ve geçmiş çağların geçersiz çarelerine boyun eğebilecek duruma gelen kimi liderleri büyüleyip etkileri altına alabiliyorlar.”

Günümüzde ise “Yeni CHP” olarak tanımlanan oluşum çerçevesinde nasıl bir ideolojik yörüngede karar kılındığını yetkili ağızların açıklamalarına ve yayınlanan belgelere dayanarak belirlemenin bazı güçlükleri bulunmaktadır. Kemal Kılıçdaroğlu partinin genel başkanı olarak seçim meydanlarında, “toprak işleyenin su kullananındır” söylemine yer veren oldukça radikal konuşmalar yapmaktan geri kalmamıştır. Buna karşılık, yayınlanan bazı belge ve bildirilerde IMF çizgisiyle uyumlu ve halkçılık ve devletçilik ilkeleriyle bağdaştırılması zor olan bir piyasa ekonomisi mantığına giderek belirginleşen bir biçimde teslim olunduğuna tanık olmaktayız. Öte yandan, partinin üst kademelerinde genel başkanın etrafında toplanmış olan kadronun IMF çizgisiyle uyumlu simalardan meydana gelmesi, ayrıca önem taşıyan bir gösterge oluşturmaktadır.

Görünen o ki Ak Günlere’den bugünlere uzanan çizgi, Atatürkçülükle “çağdaş sosyal demokrasi” arasındaki bir tercih sorunu olarak somutlaşmış bulunmaktadır.

Emperyalizm ve Sosyal Demokrasi

Emperyalizm, iktisat yazımına esas olarak 1902’de İngiliz iktisatçısı J.A. Hobson’un bu adı taşıyan kitabının yayınlanmasıyla girmiştir. Kapitalist toplumların böyle bir aşamaya gelmiş olmaları, serbest rekabetçi denilen düzenin gerçek yaşamda yerinin olmadığının reddedilmez bir biçimde kanıtlanması anlamına gelmiştir.

Bir kısım iktisatçıların rekabeti, tekelleşmeyi önlemenin yolu olarak görmelerine karşın, rekabetin tekelleşme doğurmasının kaçınılmaz olduğu görülmüştür. Güçlünün güçsüzü tasfiyenin temel kural olduğu bir yapılanmada başka türlüsü nasıl olabilirdi!

19. yüzyılın sonlarına doğru kapitalistleşmiş toplumlarda büyük tekellerin egemen olduğu bir ilişkiler ağı doğmuştur. Bu yeni aşamanın bir diğer özelliği de finans kapital(mali sermaye) denilen bir sermaye türünü ortaya çıkarmış olmasıdır. Artık paraya sahip olan ve denetleyen bankalardır. Parayı kullanan sanayicilerdir. Belki de en önemlisi, tekelleşen sermayenin, doğduğu ülkenin sınırlarından taşan ve başka ülkelerin kaynaklarına, emekçilerinin yarattıklarına uzanan bir boyut kazanmış olmasıdır. Bu durum, geçmişin sömürgeciliğinden farklıdır. Bu yeni aşamada sömürüye ortam oluşturan ülkenin topraklarına asker göndermeye, bayrak dikmeye gerek de olmayabilir. Genellikle, istenilen kazanımları doğrudan ekonomik ilişkiler çerçevesinde ele geçirmek mümkündür. Kuşkusuz, gerekli ve mümkün olan koşullarda -günümüzde Afganistan’da, Irak’ta, Libya’da …görüldüğü gibi- işgal ve istila gibi yollara da başvurulabilir. “Küreselleşme”, bu sürecin günümüzde ulaştığı aşamayı ifade etmek üzere gündemdeki yerini almış bulunmaktadır.

Uluslararası düzeyde güçlünün egemenliği altındaki rekabet temelinde oluşan bir birlik, yani küreselleşme, doğal sonucunu doğurmuş, güçsüzün daha da ezilmesi, yoksulluğun ve eşitsizliğin büyümesi kaçınılmaz hale gelmiş; yoksul ve zengin ülkeler arasındaki uçurum büsbütün derinleşmiştir. Bütün bu olumsuzluklar, güçlü ve egemen konumda olanların kârlarını artırmak amacıyla Dünya Bankası ve IMF gibi organları vasıtasıyla, bağımlı kılınan ülkelerde her türlü rakipten kurtulmak ve pazar yaratmak amacıyla dayattıkları üretimi tahrip edici yöndeki koşullarla eşlenmiştir. Bu durumun sonucundadır ki geleneksel olarak hayvan üreticisi olan ülkemiz, okyanus ötesinden angut ithal etmek durumuna düşmüş; genetiği değiştirilmiş organizmalar, doğal ve yararlı bitkisel ürünlerin yerine zararları bugünden ortaya çıkmış bulunan türlerini ikame etmek suretiyle dışa bağımlılığa yeni bir boyut getirmiş bulunuyor. Bunlar saymakla bitmeyecek örneklerden bazılarıdır.

Gelir adaletsizliği küresel ölçekte akıl almaz boyutlara varmıştır. 1996’da, 358 adet dolar milyarderinin servetlerinin toplamı, yeryüzü nüfusunun en yoksul yüzde 45’inin yıllık gelirlerinin toplamına eşit hale gelmiştir.[8] Bir başka hesaplamaya göre, dünyanın en zengin 200 kişisinin serveti, iki milyar insanın gelirlerinin toplamından daha fazladır.[9]

BM bünyesinde yapılan araştırmaların sonuçlarına göre, ikibinli yıllara yaklaşırken Dünya’daki tüm ekonomik faaliyetin dörtte birinden fazlası 200 tane işletmenin elinde bulunmaktadır. Ancak, bu 200 işletme, dünya faal nüfusunun yalnızca yüzde 0,75’ine iş olanağı sunmaktadır.[10] Bunun sonucunda, yalnızca Avrupa’daki işsizlerin sayısı 50 milyona; tüm dünyadaki işsizlerin ve gizli işsizlerin sayısı ise 1 milyara ulaşmış bulunmaktadır.[11]

2011 yılına gelindiğinde gelir dağılımı tablosu büsbütün bozulmuştur. Yeryüzündeki dolar milyonerleri toplam nüfusun yalnızca yüzde 0,9’unu oluşturmaktadır; oysa, bunlar dünya zenginliğinin yüzde 39’unu ellerinde bulundurmaktadırlar. 5 milyon dolara ve daha fazlasına sahip olanlar, dünya nüfusunun yüzde 0,1’ini temsil etmekte iken dünya zenginliğinin yüzde 22’sini ellerinde bulundurmaktadırlar.[12]

İki binli yıllara doğru 15-20 yıl zarfında, yüzden fazla Üçüncü Dünya ülkesinde ve eski Doğu Bloku toplumlarında, ekonomik büyümedeki çöküş ve yaşam düzeyindeki düşüş, sanayileşmiş ülkelerin 30’lu yıllarda yaşadıklarının tümünden çok daha önemli ve çok daha süreklidir.[13] Tüm dünyada 1987-1993 yılları arasında, günde bir dolardan az gelire sahip olanların sayısı, 100 milyona yakın bir artış göstermiştir.[14]

Yeryüzünde 800 milyon kişi açlık çekmekte ve 300 milyon insan kötü beslenmektedir.[15] Buna karşılık, insanların bir bölümü obezite sorunuyla uğraşmaktadır.

Artan yoksulluktan sanayileşmiş ülkeler de payına düşeni almaktadır. Sanayileşmiş ülkelerde 100 milyon kişi yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır.[16] ABD’de yoksulların sayısı, 1964’ten bu yana, en yüksek noktasına ulaşmış, 1991’de 35,7 milyon olmuştur.[17]

Sanayileşmiş kapitalist ülkelerdeki sosyal demokrat unsurlar, yeryüzünde hüküm süren sömürü ve adaletsizlik manzarası ve bir bütün olarak emperyalizm olgusu karşısında geleneksel olarak uyumlu ve işbirlikçi bir tutum sergilemişlerdir. Bunun için oldukça ilginç gerekçeler bulmuşlardır. İngiliz sosyal demokratlarının ideolojik örgütü Fabian Cemiyeti’nin mensuplarından Bernard Shaw’un bu konudaki görüşleri bir hayli açıklayıcıdır. Shaw’a göre, “bir ulusun kendi topraklarında, dünyanın geri kalan kısmının çıkarlarını nazara almaksızın dilediğini yapma hakkına sahip olması fikri, artık geçerliliğini yitirmiştir”. Çünkü Shaw, dünyanın, insanlığın ortak malı olarak görülmesi ve dünya kaynaklarının etkin bir biçimde kullanımının, tüm diğer “dar ulusal çıkarlara” göre öncelik taşıması görüşündeydi.

Dolayısıyla, ideal çözüm bir Dünya Federasyonu’nun kurulması olabilirdi. Shaw, “mevcutlar içindeki en sorumlu Emperyal Federasyonun (Imperial Federation) onun yerini alması”nı savunmaktaydı.[18]

Günümüzde “en sorumlu emperyal federasyon” olarak, “uluslararası koalisyon” gibi kılıflar arkasında hüküm süren bir küresel gücün varlık kazandığını ve dünyanın dört bir tarafında “dilediğini yapma hakkını” kendisinde bulduğunu görmekteyiz.

Batılı sosyalist partilerin emperyalist emellerle örtüşen tutumlarının çok önemli bir örneğine biz, Kurtuluş Savaşımız boyunca yakından tanık olduk. Batılı sosyalistler, genel olarak, Türkiye’nin yok edilmesi yönündeki saldırılar karşısında tam bir duyarsızlık göstermekle kalmamışlar, aynı zamanda onaylamışlardır. Bu durumun başlıca iki istisnası vardır. Birincisi, 2. Enternasyonal ortamlarında Türkiye’nin parçalanması planlarına şiddetle karşı çıkmış olan Jean Jaurès’dir. (I.Dünya Savaşının patlak vermesinden hemen önce bir suikasta kurban gitmiştir) Diğeri de bilindiği üzere Lenin’dir.

Sanayileşmiş kapitalist ülkelerin emperyalist girişimler konusundaki suç ortaklığının günümüzde en çok dikkat çeken örneği, İngiliz İşçi Partisi lideri Tony Blair’in Irak istilasına Haçlı Seferlerinden esinlendiğini ilan ederek katılmasıdır. Kuskusuz bu konudaki örnekler çoğaltılabilir. Geçmişte Fransız Sosyalislerinin, Cezayir ve Vietnam’daki bağımsızlık hareketlerine karşı sürdürdükleri savaş anılardadır. Ayrıca unutulmamalıdır ki Fransa’nın NATO’nun askeri kanadından çıkması kararını veren sosyalistler değil, De Gaulle olmuştur.

Sanayileşmiş kapitalist ülkelerin kendi dışlarında gerçekleştirdikleri sömürünün kendileri üzerinde bir tür boomerang etkisi yaratması çok gecikmemiştir. Günümüzde büsbütün belirginleşmiş olan bu durumun sonuçları, 1929-30 bunalımını anımsatan ve yeni bir dünya savaşı tehlikesini gündeme taşıyan boyutlara varmıştır. Dolayısıyla, 1970’lerden sonra baş gösteren ve başlangıçta petrol bunalımı olarak tanımlanan bunalımın gerçek nedenleri de bu bumerang etkisi denilen olguyla açıklanabilir. Özetle ifade etmek gerekirse, mevcut bunalımdan çıkış, dünya çapında bir sosyal adaletin sağlanması ile mümkün olabilir. Alman Şansölyesi Willy Brandt bu gerçeğe şu cümlelerle işaret etmiştir: “zengin ve yoksul ülkeler arasındaki mesafeyi küçültmek, fırsat eşitliğine adım adım yaklaşmak, bizatihi önem taşıyan sosyal adaleti gerçekleştirme mücadelesinden ibaret olmayan bir meseledir. Bu, aynı zamanda, yalnızca yoksul ve çok yoksul uluslar açısından değil, varlıklılar için de bir öz çıkar sorunudur".[19] Brandt’ın bu yaklaşımı, 1970’li yıllarda ortaya çıkan Uluslararası Yeni Ekonomik Düzen hareketiyle tam bir paralellik taşımaktadır.

Uluslararası Yeni Ekonomik Düzen, 1970’li yıllarda bazı azgelişmiş ülkelerin, mevcut uluslararası iktisadi sistemin kendileri aleyhine işlediği düşüncesinden hareketle, temel amacı varolan düzeni azgelişmiş ülkelerin de yararlanacakları, bu ülkelerin hızlı sanayileşmelerine imkân verecek yeni bir düzene dönüştürmek, bunun için de zengin kuzey ülkeleri ile yoksul güney ülkeleri arasında yeni bir işbirliğine, karşılıklı çıkar esasına dayanan eşit ve adil ilişkiler düzenine gerek olduğu tezinden yola çıkarak başlattıkları bir harekettir. Sonuç olarak amaçlanan, 2. Dünya Savaşı sonrası dönemde oluşturulmuş bulunan Bretton Woods sisteminin yerine yeni bir uluslararası düzenin kurulmasıdır. Bu yöndeki girişimler sonucunda, 1974 yılında BM tarafından bir deklarasyonun açıklanması ve bir eylem planının kabulü sağlanmıştır.

Sosyal demokrat cenahta yer alan önemli isimlerden Uluslararası Yeni Ekonomik Düzen tezinden yana olanlar Brandt’la sınırlı değildir. Onun dışında Olof Palme, Oskar Lafontaine ve Tony Benn gibi isimler de sıralanabilir. Ne var ki bu önemli liderlerin her biri değişik yollarla politik yaşamın dışına itilmişler; bu arada Palme, suikasta kurban gitmiştir.

Sosyal demokrasinin bu önemli liderlerinin ortadan kaldırılmaları veya etkisiz kılınmaları Uluslararası Yeni Ekonomik Düzen tezinin sahipsiz kalmasında da önemli bir faktör oluşturmuştur. Önderlerinin bu duruma düşürülmeleri, hareketin demokratik tabandan yoksun olduğu gerçeğini su yüzüne çıkarmıştır. Bu durum, Uluslararası Yeni Ekonomik Düzen tezinin sözde kalmasının temel nedenini oluşturmuş; 1990’lı yıllardan itibaren onun yerine küreselleşme söylemi uluslararası gündemin baş sırasına oturtulmuştur.

Uluslararası Yeni Ekonomik Düzen tezinin yeterli bir demokratik tabandan yoksun olması, özellikle sanayileşmiş kapitalist ülkelerdeki örgütlü işçi sınıfının içine düşürülmüş olduğu durumla ilgilidir. Bu ülkelerdeki egemen güçler, bu sonucu kitleden kopuk bir işçi aristokrasisi yaratmak ve genel olarak işçi hareketini emperyalist emellerle uyumlu bir bilinç yapısına mahkûm etmek suretiyle sağlamışlardır. Genel olarak bakıldığında görünen odur ki emperyalist kazanımlardan pay almak uğruna pek çok şeye gözlerini kapatmış olan sanayileşmiş kapitalist ülkelerdeki emekçi kitleler, sorunlarının çözümünü yoksul ülkelerin emekçileriyle değil, kendi kapitalistleriyle işbirliği içinde olmakta arar olmuşlardır. Bu nedenledir ki sanayileşmiş kapitalist dünyanın içine düştüğü bunalımdan çıkış yolunun da –yukarıda Brandt’tan aktardığımız görüş doğrultusunda yoksul ülkeleri de gözeten bir Dünya düzeninde değil- yoksul ülkelerin daima daha etkin bir biçimde denetim altında bulundurulmalarında görme durumuna düşmüşlerdir.

Dünyanın kurtuluşunun, tüm ezilenlerin uluslararası düzeyde ittifakında ve bu yöndeki bir bilinçlenmenin sağlanmasında olduğunu görenler tarihsel süreç içinde elbette ki her zaman olmuştur. Bunlar arasında kuşku yok ki Atatürk ön saflarda yer almaktadır. Aşağıdaki cümleleri onun bu konudaki görüşünü özlü bir biçimde ortaya koymaktadır:

“Ben ki benim fikirlerim bütün arkadaşlarımca paylaşılmaktadır, bir yandan Batı’nın işçi sınıfı, öte yandan Asya ve Afrika’nın köleleştirilmiş halkları milletlerarası sermayenin kendilerini yıkmak ve efendilerine büyük çıkarlar sağlamak için köle durumuna getirmek istediğini anladığı ve sömürge politikasının işlediği suç dünya işçilerince kavrandığı gün, burjuvazinin kuvveti sona erecektir. Ben buna inanıyorum.”[20]

Bütün bunlardan sonra, günümüz koşullarında CHP’nin Atatürkçülük ile “çağdaş sosyal demokrasi” arasındaki tercihinin, önemli bir yönüyle de BOP, GOP gibi projeler ve NATO, AB gibi kurumlar konusunda benimsediği tavrına göre belirlenmesinin isabeti reddedilmez.

Prof. Dr. Alpaslan Işıklı / 12 Haziran 2011

KAYNAKÇA


[1] Doğan Avcıoğlu, Millî Kurtuluş Tarihi, Cilt:2, Tekin Yayınevi, Ankara, 1984,s.436-437.

[2] Bkz: Sosyalizm Kemalizm ve Din, 4. Baskı, İmge, Ankara, 2006, s.126-137.

[3]Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, (üç cilt bir arada) Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 1989, cilt:1,s.102.

[4] Bkz: Feridun Kandemir, Atatürk’ün Kurduğu Türkiye Komünist Partisi, s.116-118; D. Avcıoğlu, age, s.707.

[5] Ernest Mandel, Ankara Konferansları, MB Vakfı Yayınları: 11, Ankara, 1991, s. 21.

[6] Talat Turhan, Mehmet Eymen, Mont Pelerin, Küresel Sermayenin Beyni, İleri Yayınları, İstanbul, 2005.

[7] Bkz: Yıldırım Koç, “ ‘yeni CHP’ ve 1973’ün ‘Ak Günlere’ bildirgesi”, Aydınlık, 29 Mayıs 2011.

[8]Rapport du PNUD(UNDP-Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı Raporu), 1996, s.2.

[9] Jay Mazur, “Labor’s New Internationalism”, Foreign Affairs, cilt:79, no:1,s.80.

[10] Ignacio Ramonet, Géopolitique du chaos, Galilée, Paris,1997, s.61.

[11] Ignaciot Ramonet, “L’an 2000”, Le Monde diplomatique, Aralık 1999.

[12] Boston Consulting Group, 31 Mayıs 2011; Joel S. Hirschhorn, The Social Crisis in America: Pick Your Poison,

http://www.globalresearch.ca/index.php? ... &aid=25145

[13]Rapport du PNUD, 1997, s. 7.

[14] Rapport du PNUD, 1997, s. 4

[15] Rapport du PNUD, 1996, s.23.

[16] Rapport du PNUD, 1997, s. 3.

[17] I. Ramonet, Géopolitique..., age, s.43.

[18] Bernard Shaw, Fabianism and the Empire, bkz:G.D.H. COLE, A History of Socialist Thougt, Volume III, Part I, Londra, Macmillan, 1963, s.190-191.

[19] "An Introduction by Willy Brandt", Nort-South, A Program for Survival, The MIT Press, Cambridge, 1980, s. 17.

[20] “Mustafa Kemal’in 22 Ekim 1920’de Çiçerin’e yazdığı mektup”, bkz: Ali Kemal Meram, Türk-Rus İlişkileri Tarihi, s.263; D. Avcıoğlu, Millî Kurtuluş Tarihi, Tekin Yayınevi, Ankara, 1984, s.659.,
Uyanacağız, uyandıracağız... Bilinçleneceğiz, bilinçlendireceğiz... Ne ülkemizin , ne de bölgemizin zenginliklerini küresel haramilere ve onların uşaklarına yağmalatmayacağız, soydurtmayacağız... ENİNDE SONUNDA ALİ KEMALLER DEĞİL, MUSTAFA KEMALLER KAZANACAK...
Kullanıcı küçük betizi
İrfan Tuna
Üye
Üye
 
İletiler: 1059
Kayıt: Pzt Nis 06, 2009 12:23

Şu dizine dön: Alpaslan IŞIKLI

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 0 konuk

x