Cumhuriyet bir demokrasi projesidir
KÜRT açılımının sonunda varacağı “son resmi” zihnimde çizdim. Mutsuz oldum. O noktadan geriye giderek, “güzel ve yalnız” cumhuriyetimizi tekrar değerlendirdim.
İlk defa farkına vardım ki, bilinçli olarak tasarlanmamış olsa bile 87 yıl önce kurulan Cumhuriyet aslında muhteşem bir demokrasi projesidir. Zaten, cumhuriyet o dönemin dilinde demokrasi ile özdeşti. “Hâkimiyet, kayıtsız şartsız milletindir” sözü kadar, demokrasiyi doğru tanımlayan ikinci bir ifade bulunamaz.
1. Kurucu atalarımız yola çıkarken, ellerinde saltanatın yaşatılmasına odaklanmış bir devlet, parçalanmış bir vatan ve “ayrışmış milletler” vardı.
2. XIX. yüzyılın sonlarında, Türkçede millet kelimesi vardı ama “milliyet” yoktu. Milliyetçilik hiç yoktu. Millet, kabaca aynı dine mensup olanlar demekti. Sultan, Osmanlı’yı parçalamak isteyen büyük devletlerin baskısıyla, gayrimüslim azınlıklara “Fermanlı Millet” (Chartered Nation) olma hakkı tanıyordu. Osmanlı vatandaşları, kendilerini öncelikle belli bir etnik veya dinsel topluluğun üyesi olarak görüyordu.
3. Hâlbuki devletin bekası için çağdaş bir “ulus devlet” kurulmalıydı. Bunun için bir “ulus”a ihtiyaç vardı. Osmanlı halkından, imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir ulus yaratılmalıydı. Milli devleti, bu ulus yaşatacaktı.
4. Mevcut bölünmüşlüğü ortadan kaldırmak için Cumhuriyet, yurttaşlarının ırk, renk, etnik köken, din, mezhep, tarikat, soy, sop, sülale “körü” olmasını istedi.
5. Cumhuriyet terbiyesi almış bir kişi, karşısındakine Kürt müsün? Alevi misin? Ermeni misin? Laz mısın? Gürcü müsün? Boşnak mısın? diye sormaz. Çünkü bu ayıptır. Kendisine de bu sorunun sorulmasını istemez. Nerelisin muhabbetinden bile hoşlanmaz.
6. Son yıllara gelinceye kadar kentli cumhuriyetçiler, arkadaşlarını Kürt’tür veya Alevi’dir diye tasnif etmemiştir. Hatta kimse, kimin ne olduğunu bilmezdi.
7. Bu davranış eğitiminin amacı, yurttaşlarda “birey” olma bilincini geliştirmekti. İnsanlar, ait oldukları etnik veya dinsel kümelerin, onlardan talep ettiği biat ve itaat esaretinden kurtarılmalıydı. Çünkü demokrasi, aklı ve vicdanı hür bireylere ihtiyaç duyuyordu.
8. Soruyorum: Öğretmenlerin, sınıfa girip öğrencilerine “şimdi din dersi başlıyor, babaları dilekçe veren Alevi’ler sınıftan çıksın” veya “Seçmeli Kürt edebiyatı dersini alacak öğrenciler, Türk edebiyatı dersinden muaftır” demesiyle mi demokrasi gelişecektir? Barış, birlik ve dirlik böyle kurulabilir mi?
Son Söz: Etnik haklar arttıkça, bireyin insan hakları azalır.
Ege CANSEN / Hürriyet
Memleket isterim
Ankara’da yaşayan bürokrat emeklisi arkadaşım Atilla Koca’nın öğretmen kızının tayini Diyarbakır’a çıkmış.
Almış mı arkadaşımı bir endişe. Bölücülerin hemen hergün olay çıkardıkları Diyarbakır’a kızını göndersin mi, göndermesin mi?
Dostlarının baskı ve telkinleriyle, sonunda göndermeye karar vermiş kızını. Ama baba yüreği işte...
Birkaç gün sonra, kızının ardından kendisi de gitmiş Diyarbakır’a.
Onbeş gün kızının yanında kaldı. Döndüğünde, mutluydu ve yüzü gülüyordu.
“Diyarbakır sanıldığı gibi değil. Herkesin işinde gücünde olduğu, huzur içinde bir kent... Olaylar olmuyor değil oluyor, ama lokal. Kentin genelini etkilemiyor” diye anlattı.
Çok doğru.
İstanbul ve İzmir gibi kentlerimizde ne kadar oluyorsa, Diyarbakır’da da o kadar olay oluyor aslında.
Yani gerçek, televizyonlarda izlediğimiz gibi değil. Ya da bir mahalle veya sokaktaki eylemin görüntüleri ekrana getiriliyor, olayların kentin geneline yayıldığını sanıyoruz.
Diyarbakır başta olmak üzere Güneydoğu’da huzur var aslında.
Birkaç çocuğun polis taşlamasıyla bu huzur bozulmaz.
*
Diyarbakır’ın en büyük talihsizliği, bölücübaşı Apo’nun da Diyarbakırlı olması ve bölücülerin bu tarihi kenti hayali Kürdistan’ın başkenti “Amed” diye göstermeleri...
Ama bunlar, Diyarbakır’ın olumlu imajını değiştirmeye yetmiyor.
Bu güzel kentin, tarihi ve coğrafi olduğu kadar, zengin kültür değerleri açısından da Türkiye için vazgeçilmez önemi ve değeri var.
Ziya Gökalp, Süleyman Nazif, Cahit Sıtkı Tarancı, Sezai Karakoç, Ali Faik Ozansoy, Mehmet Faik, Cevat Yıldırım, Ferit Öngören, Hikmet Çetin, Prof. Dr. Özer Ozankaya, İzzet Altınmeşe, Recep Kaymak, Sami Hazinses, Orhan Asena, Celal Güzelses, Munis Faik Ozansoy, Yusuf Azizoğlu, Selahattin Cizrelioğlu, Ferit Kubat, Ferit Alpiskender, Aziz Yıldırım ve daha birçok değeri, bu kent yetiştirdi.
Yetiştirmeye de devam ediyor.
Bilginlerin, şairlerin, sanatçıların, değerli devlet ve siyaset adamlarının, yiğitlerin harman olduğu bir kent Diyarbakır...
*
Diyarbakır’ın yetiştirdiği büyük şair Cahit Sıtkı Tarancı’nın “Memleket isterim” şiiri, Diyarbakır’ın ve Diyarbakırlının ruhunu çok güzel yansıtır:
“Memleket isterim / Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun; /
Kuşların çiçeklerin diyarı olsun.
Memleket isterim / Ne başta dert, ne gönülde hasret olsun; /
Kardeş kavgasına bir nihayet olsun.
Memleket isterim / Ne zengin fakir, ne sen ben farkı olsun; /
Kış günü herkesin evi barkı olsun.
Memleket isterim / Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun; /
Olursa bir şikâyet ölümden olsun.”
Türkiye’de ve Diyarbakır’da asla kardeş kavgası çıkmaz.
Diyarbakır asla “Amed” olmaz.
“Bizi Türkiye’den ayırmaya kalkarlarsa ikinci kurtuluş savaşı başlatırız” diyen Diyarbakır’daki genç dostlarım Sidar, Tolga ve Süleyman’la birlikte Diyarbakır’ın bütün güzel insanlarına selam olsun.
02.01.2010
SIRRI YÜKSEL CEBECİ / Tercüman
O kadar da önemsemeyin!
“Yahu hangi yüzle yazıyor, konuşuyor?” dedi. Eski yazdıkları, söyledikleri aklındaydı, ezberledikleri bile vardı.
Oysa, biz onun gibi düşünmüyorduk, çünkü öylelerini tanımıştık ki!
Hasan Yalçın’ın “Dönekler” kitabı başucumuzda durur.
Bunlar her devirde vardır, olacaktır.
Onun için kızıp söylenmeye gerek yoktur.
Ama gel de anlat...
* * *
İşte, size üniversite öğretim üyesi, Edebiyat-ı Cedide’nin güçlü kalemi...
Birinci Cihan Savaşı başlarken, Cenap Şahabeddin’in kalemi iktidardaki İttihat ve Terakki’nin emrindedir.
İktidarın üç paşası onun için mutena ve müstesna insanlardır.
Talat Paşa inkılabın kalbidir, Enver Paşa inkılabın pazusu, Cemal Paşa da inkılabın çelik yumruğu...
* * *
Savaşın sonuna doğru, Cenap Şahabeddin, o güne kadar yaladığı çanağa artık tükürmenin zamanı geldiğini anlar, şimdi Talat Paşa da, Enver Paşa da, onun kaleminden damlayan mürekkeple karalanmalıdır; hakaret yağdırır...
Savaş kaybedilmiş, vatan işgal edilmiş, Anadolu’da milli kurtuluş hareketi başlamak üzeredir, örgütler kurulmaktadır.
Cenap Şahabeddin kararsızdır, aslında kararını vermiştir de, kılıfını hazırlamakta, fırsat aramaktadır. Önce milli edebiyat akımına karşı çıkar, çünkü milli edebiyatı savunanlar, Anadolu yanlısıdır, o halde o da yerini almalıdır. “Türkçe kökenli kelimeleri ağzına almaktan utandığını“ bile yazar...
* * *
Vatan düşman işgali altındayken, işgalcileri savunan ve Anadolu’da Kurtuluş Savaşı yapanlara “eşkıya” diyen Ali Kemal’in gazetesinde Cenap Şahabeddin imzası vardır...
Bursa’yı savunan vatanseverler için bakın ne der:
“İlkbaharda Bursa ovasını bir savaş alanı yapmak...
Yarabbi! Bu çılgın teşebbüs güzelliğe, tabiatın hukukuna, zemine ve semaya, hepsine karşı öyle ahmak bir cinayettir ki!”
Vatanı savunmak ahmak bir cinayettir!
* * *
Cenap Şahabeddin’e ve Cenap Şahabedin’lere rağmen Kurtuluş Savaşı kazanılır...
Şimdi ne olacaktır?
Sırtında yumurta küfesi yoktur ya!
“Ben hakir bir şairim!” diye af diler, bağışlanmasını ister.
Bağışlanır, affedilir.
Artık o da keskin bir inkılapçıdır, cumhuriyetçidir.
“Gazi’nin ulu, işlek ve hiçbir yükseklikten yılmaz dimağı”ndan söz ederek onu “edebi, şanlı, inkılap kartalı” diye över.
Şükran Kurdakul, “Çağdaş Türk Edebiyatı/Meşrutiyet Dönemi” adlı yapıtında, Cenap Şahabeddin’i şöyle değerlendirir:
“Hem küçük burjuvaziye hem de Osmanlı ahlakına örnek olabilecek niteliklerini kimliğinde birleştirebilme ustalığını da başarabildiğinden...”
* * *
Falih Rıfkı Atay, “Zeytindağı”nda savaş sonrası memleketten kaçan İttihatçıların arkasından neler yazıldığını iki satırla anlatır:
“Cemal Paşa bir iki gün sonra arkadaşlarıyla Karadeniz’e gitti. Bu haberi en önce, bütün harb yılları Cemal Paşa’dan yardım alan üç yazardan birisinin gazetesine ve en ağır hücumlarla karışık olarak okudum: Ferre, yefürrü, firara!”
***
Onun için “yandaşlar”ın bugün ne yazdıklarına bakmayın, yarını bekleyin, eğlenceli olur.
Hüseyin Cahit Yalçın seksen yaşında tutuklanıp içeri atıldığı zaman, Ahmet Emin Yalman bile “Öyle yazılar yazıp kendisini tutuklatarak bizi dünyaya rezil ettin!” dememiş miydi?
HASAN PULUR / Milliyet
02.01.2010