Timsaha Gelirken
Çok eski bir taktiği uygulatıyorlar üstümüzde. Küresel çete bu işin ilmini yapmış, bir çok yerde uygulamış, sonuca ulaşmış... Bir şeyi- bizim kötülüğümüze olan, bizi ölüme götürecek - olmuş bitmiş saydırıyorlar, tepkileri önlüyor, algıları tutsak edip o şeyi başka açıdan tartıştırıyorlar... Ne yaptığının ayırdında olmayan, konulan ökseye tutulan bizleri de belli etmeden öte kıyıdan alaycı bakışlarla seyrediyorlardır...
Yıllar önce itiraf etmişlerdi. Bizi kıvama getirmelerinin, istediklerini yapabilmelerinin önündeki tek engel yüce önderimiz Atatürk idi. Atatürk’ü ulusunun önce dilinden, eğitiminden, gözlerinden, kulağından, beyninden, kısaca yaşamından, sonra da gönüllerden silebilirlerse iş tamamdı, tek engel buydu, onları uğraştıran öğe, istediklerini bir türlü yaptırmayan dirençli, temiz yürek!..
Bunu, artık sezdirmeden, dönüştürdükleri, ellerindeki basın yayınla, başa getirdikleriyle, yetiştirdikleri vatan hainleriyle, sanatçı diye dillerine kandığımız börtü böcekle kolayca yapıyorlar. Kimse de en küçük bir kuşku duymuyor, vatandaş “mutlu mesut” yaşıyor, keyifler gıcır...
Çankaya, Atatürk’ün ulusa armağanı örnek çiflik bölgesi, adıyla sanıyla Atatürk Orman Çiftliği çoktan beri yitik. Ne arayanı, ne soranı var bu iki emanetin.
Geçen hafta basında sanki muştuladılar: “ Saray doğurdu” dediler. Ankara’da Atatürk Orman Çiftliğine kaçak yapılan binanın yanı başına 250 odalık özel mülkiyette kullanılacak bir saraycık (!) daha yapılmışmış...
Önceki yapı, bin iki yüz elli odalık saray taklidi yapı için bu sorular soruldu mu? “Neden, ne amaçla yapıldı burası? Kim yaptırdı? Yapım kararı nerede alındı? Nerede onaylandı, neresi yönetti bu yapımı? Ödemeleri hangi kurum yaptı? Nasıl yapıldı? Kimin adına, nasıl?” dendi mi? Denildiyse bu sorular yanıtlandı mı?
Hem nasıl oluyorsa buradaki inşaatlar hep bittiğinde duyuluyor, öncesinde duyan bilen yok... Okyanuslarda mal taşıyan binlerce tonluk gemilere, bunlardan bir sürüsü iktidarın başının gencecik oğlunun olduğu duyulunca yanıtları hazırdı: “O gemi değil, gemicik!” 250 odalık dev gibi dünyanın en büyük yapılarından biri de oldu mu size, “Yavru Saray”. Artık kim tek söz edebilir, kim olayın diğer yönünü kurcalayabilir?
Bu işte bir taşla kaç kuş vurdular: Atatürk’ün emaneti, emanetleri çiğnenebilir. Cumhurbaşkanlığı köşkü, adı, yeri, görevi değiştirilerek burası bir çırpıda tarihten silinebilir... Danıştay kararları –buranın inşaatını durdurma kararı- istenirse uygulanmaz... Hukuka işe gelirse uyulur, istenirse uyulmaz. Cumhuriyet öncesine, Kurtuluş Savaşı'nda düşmana maşalık eden, sonra düşmanla kaçan, "alçak - hain" satılmış Vahdettin’in gününe, o işgal günlerine, yeniden çağdışı, ilkel, büyük devletlere borçlu padişahlık yönetimine özlem duyulabilir, geriye dönüş istenebilir...
Ülkemizin yönetim yapısını değiştirmeye, bölünmesine giden yolun ilk engeli “Cumhurbaşkanlığı” kaldırılıp yerine başkanlık getirilmelidir, dediler, eylemsel olarak bunu yaşattılar, başkanlığı yasaları çiğneyip yıllardır uyguluyorlar...
Bir seçim oldu, beğenilmedi, yok sayıldı. Beş ay sonra 1 Kasım’da, saltanatın kaldırılma gününde bir seçim daha oldu. Bu çok beğenildi, kutsandı. Anında – dak’ka bir gol bir- ağızlara Anayasa değişikliği dolandı, yeni anayasa diye gevelendi her ortamda, her durumda... Bunun için terör azdırıldı. Sonra sesler yükseltildi, şu anda da eyleme sokuldu. 30 Aralık’ta bölünmeye, Cumhuriyet yönetimini, Türkiye Cumhuriyetini, Cumhuriyeti kuran Türk ulusunu Türkiye’den kaldırmaya, Cumhuriyeti durduk yerde yıkmaya, yüz yıllık düşman emellerini gerçekleştirmeye yönelik adımın ilki atılacak. “Yeni Anayasa” görüşmelerini bilmem kim başlatacakmış, partilerin hepsi bunu kabul etmişlermiş... Bir engel yokmuş...
Bu kıvama birden bire mi gelindi sizce? Neler yitirdik, neleri aldılar dilimizden; gözümüzden, kulağımızdan neler uzaklaştırıldı?
Artık uzunca bir süredir okul adları değiştirile değiştirile, eski adlar siline siline, bizim Atatürk adlı okulumuz kalmadı gibi... Okulları onarma bahanesiyle ele geçiriyor, ardından onaranın, bir şirketin veya bir iktidar siyasetçisinin, olmadı eski bir vatan haini kişinin adı veriliyor sözde bakıma alınan okula. Okullara parayı bastıranın adı, gücü ele geçirenin adı veriliyor. Günümüzdeki değer bu!
Yalnızca okulların adı mı değişti? Kışlanın adı bile değişti. (Sokak adlarına hiç girmeyelim, yanarız...) Van’daki, Atatürk’ün onurlu askeri “Mustafa Muğlalı” adına taktılar önce, allem edip kallem edip sonuca da ulaştılar.
Türk halkının en çok değer verdiği, tutkunu olduğu sporun oynandığı yere sıra geldi sonra da. Spor alanları, statlar...
Bahaneler hazırdı: Yenileme, yenisini yapma, eskisini yıkma, yerine veya başka yere yeniden yapma.
Bu işlem de, kentlerdeki tüm stat adlarının değişmesiyle sonuçlandı. Kısaca Atatürk statları oldu, kent adıyla, şunun bunun adıyla anılan “Arena”! Spor alanlarına, “stat” yerine, “arena” denildi. Buralar, Fransızca alan anlamına gelen bir yabancı sözle yazılır, okunur oldular.
Örnek mi istiyorsunuz, herkes yaşadığı kente dönüp baksın. Bunlardan en acısı Samsun’un başına gelen. Samsunspor’un stadı, “19 Mayıs Stadyumu” tarihten silindi, oranın stadı çoktandır, “Samsun Arena”.
Antalyaspor’un Atatürk Stadı, “Antalya Arena”, Konyaspor’un Atatürk Stadyumu, yenilendikten sonra, “Torku Arena” adını almadı mı?
Ya Eskişehir? Atatürk Stadı’nın adı “Es – Es Arena” olmuş bitmiş, bir üfürükle. Uçmuşlar bir esintiyle... Torku bir firma adı, bir ticari kuruluş, bir kente adını nasıl verir, Atatürk adını nasıl silebilir bir kentin stadından? Paranın gücü nasıl değerlerimizin üstüne çıkar?
Bu işlerin en gülüncünü en son yaptılar. Haberi daha bilgiağından inmedi, gazete başlıklarından düşmedi.
Atatürk Stadı adıyla dünyaca tanınmış, futbolda dünya takımlarını yenmesiyle ünlenmiş stat, Atatürk stadı, 1926’da Atatürk’ün Bursa gezisi sırasında oraya spor alanı yapılması için bağışladığı bin lirayla yapımına başlanan ünlü “Bursa Atatürk Stadyumu” terkedildi, yenisi bir hokus pokusla “Timsah Arena” oluverdi.
İşin tuhafı buna kimse gülemedi, ağlayamadı, isyan edemedi, nedir bu diyemedi...
Bursaspor’un rengi yeşilmiş de, yeşile en uygun hayvan da timsahmış...
Nasıl derdi eskinin o reklamı, radyolarda, televizyonlarda yayınlanırken, bir bisküvi adını tanıtırlarken:
“Bahanesi çok...” derler, halka bir sürü neden sıralatırlardı o bisküviyi neden aldıklarını söyletirlerken.
Mesele, Atatürk adını silmek olunca, bahane istemediğin kadar, say say bitiremezler...
Eski maçlardan biri, böyle kayıtlıymış yayınlarda. Okurken içinizden onur duyuyorsunuz, kendinizle, stadınızın adıyla:
Türkiye (1) – Bulgaristan (0) özel maçı. Tarih: 21 Mart 1965. Stat: Bursa Atatürk.
Timsah, bir sürüngenin adı. Ülkemizde yetişmeyen, yaşamayan bir hayvan türü. En kişiliksiz, en sevilmeyen, en vahşi hayvanlardan biri... Hiç bir güzel özelliği olmayan, insanoğluyla bir ilişkisi, bir öyküsü, bir yakınlığı bulunmayan, yalnızca koca ağzıyla, diken gibi dişleriyle avını parçalamayı iyi bilen, o sırada da beden yapısı gereği gözlerinden sıvı akıtan, bu nedenle timsah gözyaşları diye bilinen sahte gözyaşlarını anlatan bir deyimde adı anılan, insan yiyen, korkutucu bir sürüngen.
Timsah Arena’yı büyük törenlerle falanca açtı, şöyle de konuştu, diye yayınlar yapılınca, bu adı herkes duyunca sandık ki bu duruma tepki gösterilecek, Atatürk Stadı’nın hesabı sorulacak...
“Timsah Arena’nın adı değişmeli” yazdılar yazmasına da bazı gazetelerde bu açılışın hemen arkasından, işin aslı çok başkaydı: Geçen yıllarda Bursaspor’un beş yıl kadar başkanı olan İbrahim Yazıcı adlı kişinin adının da Timsah’a eklenmesi öneriliyordu... Yoksa bu ada başka bir itiraz yoktu.
Alışmıştık, alıştırılmıştık...
Atatürk’ün adını kaldırarak yerine Türk ekininde (kültür) hiçbir yeri olmayan, destanı, masalı, öyküsü bulunmayan, bizim yurdumuzda yaşamayan bir sürüngenin adını koymaya kadar ileri götürdük işi...
Sonunda timsahı bile benimsedik kendimizi unutmak adına...
Acı... Çok acı...
Feza Tiryaki, 25 Aralık 2015