“Tıp Bayramı Haftası”nın Düşündürdükleri
“Tıp Bayramı” kutlanıyor bu hafta. Yarın da, 18 Mart Çanakkale Zaferimizin, tarihçilerin diliyle, “Dünya tarihini değiştiren Türk Zaferi”nin yıldönümü.
Dün günlerden 16 Mart’tı. Artık olmayan, çoktan kaldırılan Öğretmen Okulları’nın kuruluş günü (1848). Askeri okullarımız gibi, bir bahaneyle (uyduruk nedenle) geçmiş yıllarda bir anda kaldırılmıştı bu okullar. Eğitimdeki yapbozları, tutarsızlığı, Amerikan tutsaklığını, yobaz elini başka bir yazıda anlatmalı.
Konumuz Tıp Bayramı. Doktorlarımız, sağlık üzerine.
Herkes biliyordur, yine de bu günün kısaca geçmişini anımsatırsak:
14 Mart 1827, çağdaş anlamda ilk tıp okulunun Türkiye’de, İstanbul Şehzadebaşı’nda açılışı. Bu günün kutlanması, bayram adını alması 14 Mart 1919’da başlıyor.
1919’ daki kuruluş kutlamasında, İstanbul Tıp Fakültesi öğrencilerinin, öğretmenleri, değerli bilim insanlarıyla birlikte İstanbul’un işgaline karşı gösterileri tarihe geçmiştir. Bu gösterilerin önderi, Tıp öğrencisi “Tıbbıyeli Hikmet”tir.
Tıp Bayramı, Atatürk döneminde 12 Mayıs’ta kutlanmış. 1928 Türk Dil Devrimi’ne bağlı olarak, 1929’da, Türkçe eğitim öğretimin önemini vurgulamak amacıyla bu bayram, bu günde kutlandı deniyor. Bursa’daki Yıldırım Darüşifa Hastanesi’ndeki ilk Türkçe tıp dersinin (eğitimin) başlama tarihiymiş 12 Mayıs 1390. 12 Mayıs’ta “Tıp Bayramı” kutlaması, 1929’dan 1937 yılına kadar sürüyor. Sonrasında, yeniden 14 Mart, “Tıp Bayramı” sayılıyor.
1976’dan sonra da Tıp Bayramı, 14 – 21 Mart arasında kutlanan, sorunların tartışıldığı bir haftaya dönüştürülmüş. AKP iktidarıyla, sağlıkta yeniden, çalışanların gelecek kaygısı taşıdıkları, çalışma şartlarının bozulduğu, hastanelerin kentlerden taşındığı, şehir hastaneleri adıyla ticaret merkezlerine döndürüldüğü, devlet hastanelerinin kapatıldığı, sağlık sisteminin temelden değiştirildiği bir döneme girilmiş.
Günümüzde sağlık çalışanları da, diğer meslek çalışanları gibi sorunlarla boğuşmaktadır. Sabah, uzaktan kulağıma gelen TV’deki şöyle bir açıklama, hiç şaşırtmadı: “Her okulu bitiren doktora iş vereceğiz diye bir şey olamaz.” sözü, bir yetkilinin sözleriydi.
Çok değil bu iktidardan önce her okulu bitirenin işi hazırdı. Öğretmenler, doktorlar gereksinildiği sayıda yetiştirilirdi, daha da eskiden, öğretmen okullarını bitirenler ardından ad çekimiyle okullara atanırlardı. Doktorlar nasıl atanırlardı bilmiyorum ama bildiğim devletin yetiştirdiklerinden tek kişi açıkta kalamazdı. Dışardan doktor getirme, hemşire getirme, öğretmen getirme… İmam getirme, hele hele en eski düşmanımızdan, yayılmacı, yurdumuzda gözü olan Yunan’dan pilot getirme, devlet kurumunun uçaklarında çalıştırma… bunlar, düşde görülse hayra yorulmazdı. Toplumuna, kültürüne yabancılaşma, toplumu Araplaştırma dönemi henüz tam anlamıyla başlamamıştı. İyi kötü, Meclisle, Meclis’in çıkardığı yasalarla yönetilirdik, tek adam yönetimi, şaşkın – geri Arapların yönetimiydi gözümüzde, çağdışıydı, ilkeldi.
Doktorlarımız, hemşirelerimiz çağdaş görünümlüydü, kafalar çağdışı dinsel simgelerle kapanmamış, kamuya, sağlığa dincilik sokulmamıştı. Doktorlar hastaları arasında cinsiyet ayrımı yapmazlar, hastalar da kadın doktor, erkek doktor diye doktorları ayırmazlardı, önce insan deniliyordu. Batı’daki meslektaşları gibiydiler doktorlarımız, sakallı hoca benzerleri, muskacılar henüz piyasada değillerdi. İktidar partisinin yandaş memur sendikasının dile getirdiği gibi, memurlara kravat takma, traşlı olma mecburiyeti kalksın, sakal bırakılsın, yakasız gömlekle, göğüs bağır açık işe gidilsin diyecek, bunu önerecek kadar karşı devrim gözünü karartmamıştı.
Topluma acımasızlığı öğrettiler, ayrımcılık her konuda. Genç – yaşlı diye bile ayrılıyoruz.
Geçenlerde TV’de, denk geldi, şu sözleri duydum:
İstanbul’da yakılarak öldürülen liseli gencin haberi veriliyor, bir vatandaş bağırıyor mikrofonlara:
“ Gencecik çocuk bu yav! Gencecik çocuğu yakmışlar!”
Orta yaşlıyı, yaşlıyı yakabilirler bu kafaya göre… İnsanı yakabilirler yani… İnsan yakılır mı demiyor, ya ne diyor? “Gencecik çocuk bu yav!”
Çok okunan bir Sözcü yazarı son yazılarından birinde şöyle diyordu, yaşlı – genç ayrımı yaparak:
“Yatağında, eceliyle son nefesini veren 90 küsur yaşındaki insanlarımızı bile, böyle uğurlardık… Hatırlarsınız.” Sonra ekliyor: “Bir zamanlar 90 küsur yaşındaki komşusu eceliyle vefat ettiğinde bile adeta yas ilan eden milletten… Dünyanın en vahşi toplumu yaratıldı.” Böyle derken bu “ünlü yazar,” sözde günümüzdeki durumu yerer görünürken, genci yaşlıyı ayırıyor, aynı vahşi topluma katkı sağlıyor bilerek, bilmeyerek…
Hastalarda bu ayrım en üst derecede.
Hastanede sırası gelmiş, doktora çıkmış hasta. Muayene odasına girmiş. Doktor, önünde bilgisayarı, masasının ardında oturuyor. Yan masada, girişte bilgisayarıyla yardımcısı kadın görevli. Kapıdan giren hasta ayakta. Duvar dibinde iki sandalye var, ama otur denmiyor erkek hastaya. Ayakta hazırol durduruyorlar.
“Neyin var?”
Siz de denmiyor artık hastalara. Genç, güçlü, güzel, şık görünümlü, sosyetik, bir de iktidarın paralı bir adamı değilsen, halen çalışmıyorsan, üst düzey bir görevin yoksa, halktansan, emekliysen, ölüm sıran gelmişse, sıradansan, sen, sensin, birey değil kulsun eskiden olduğu gibi, birilerinin kulu. Seninle konuşurken içli dışlı olabilirler. Kadınsan teyzesin, daha da düşkün bir yaşlıysan annelerisin, dedecikleri, ninecikleri… Amca dayı da olabilirsin, yeri geldi mi, kime ne… Ağızlar torba değil ki büzesin…
Hasta anlatıyor:
“Tansiyonum, kalbim, midem… Hastayım.”
Yan masadaki sekreter kadın, hastanın duyacağı bir sesle, sözün tam burasında, önündeki ekrandan hastanın doğum tarihine bakıyor, gülerek söyleniyor:
“Yaş yetmiş…”
Gerisini demeye gerek görmüyor. Ne işin var burada, git öl dese daha iyi edecek. Buna genç doktor tepki vermiyor, duymazdan geliyor bu arsız, kötücül, insanlık dışı sesi. Hastaya da elini bile sürmeden, tansiyonunu bile ölçtürmeden, gözleri ekranda, bir iki ilaç yazıyor. Bitti.
Akape’nin o övdüğü yeni hastaneleri, o yeni sistemin yetiştirip atadığı doktorları, o çalıştırdıkları bayan elemanlar böyle kişiler işte… Başı bağlı olmayanın oralarda işi yok, kadınların hali yaman… Yeni yapılan hastaneler, dışı seni içi beni yakar örneği… Kapılarında hiç kullanılmayan eski Arapça terimler, tanımlar yazılı. “Müşahade” odası örneğin… Yanlış yazmışım “Müşahede” imiş doğrusu. Bizim olmayan bize hiçbir şey anlatmayan bir söz. Oysa gözlem öyle mi? Gözlem dese herkes anlayacak. Ellerinden gelse tıpta Türkçeyi yasaklayacaklar.
Yine aynı hastane. Haftalar önce telefonla gün alınmış, saatinde de hastaneye gidilmiş. Bu kez başka bir doktorun kapısında geçiyor olay.
Doktor bayan, şaşırtıcı şekilde çağdaş giyimli, biraz da aşırıya kaçmış çağdaşlıkta. Üstünde önlüğü yok, nasıl bir yenilikse bu, pırıltılı, pullu desenli dar bir gömlek giymiş, altında tayt dedikleri daracık bir pantalon, pabuçlar yüksek topuk burnu sivri. Makyajı bakımı o biçim. Al, kadınlar gününe götür, al bir davete sal. O gün sekreteri yok bayanın, kapısına yazmışlar, sizi doktor hanım çağıracak, oturup çağrılmanızı bekleyin diyorlar.
Koridora açılan bir muayene odası burası. Karşı duvara beş on tane koltuk biçimli, kol dayama yerleri olan plastik kaplamalı biçimsiz oturaklar konulmuş. Kapı dibinde de böyle yanyana konmuş aynı oturma yerlerinden var. Birinde üçlü koltuğa yaş yaşamış bir köylü kadıncık boylu boyunca uzanmış, sargı bezleriyle sarılı yüzü gözü. Demek ameliyat sonrası bir bakımı var. Doktor kapısında böyle yatılmaz diyorsun içinden, olamaz böyle şey… O zaman sedyede yatırılmalı, başka bir yerde kontrolü yapılmalı, orası oturma yeri, bekleme yeri.
Bekleyenlere tek tek bakıyorsun, herkes başka başka; kimi ayaklarını altına almış öyle oturuyor, evinde ocak başında, minderde oturur gibi. Kimi bağıra bağıra yanındakiyle konuşuyor, gençlerin ellerinde akıllı cepleri başka boyutta yaşıyorlar, kimi yaşlının elinde de bildiğiniz sopa. Yürüyemiyor, doktoru ona yürüteç yazacağına, yakınları yol göstereceğine, toplum yaşlısına sahip çıkacağına, koltuk değneği, baston aldıracağına, elinde, dağdaki çobanın sopası, çiçekli şalvarı yerlerde, lastik ayakkabısı ayağında… Mermerleri parıldayan, aşırı gösterişli “uzay yolu” koridorlarından bu sopayla tık tık yere vurarak gidiyor. Günümüzde çağdaşlığı ara da bul insanımızda…
Hastanede de, ortalamayı bul, bu kadar lükse gösterişe kalkma, asıl önemlisi hizmet, öyle değil mi? Batı’da bizim yaşlılarımızın akranları, hepsi bir giyim bir kılık. Doktorların bekleme odaları oralarda dergi dolu. Çocuklara kitaplar dizili sehpalarda. Bizde eğitimsiz bırakılmış yaşlı köy kadınları böyle… Yeni yetişenler de aynısı, daha bir kapanıyorlar, alınlar bantlı, kafanın arkası tokmaklı, koyu renkli dar etekleri yerleri süpürüyor, genç adamlar kara sakallı, kirli sakallı, hepsi saçlı sakallı… bir kısır döngü gidiyor… Siyasetçilerin işlerine gelen bir geri bırakılma, bir kalıba dökülme, insandan sayılmama… Güdülebilecek bir toplum…
Doktora çağrılmada yaşlı ayrımı da yoktur, sırasıyla içeri alınırsın Batı’da. Kimse yaşlı diye ayrımcılığa olumlu da olsa uğramaz. Hele kimse kimseye kamuda sen diye hitap edemez. Etmez.
Neyse, verdikleri randevu saati geçeli neredeyse iki saat oluyor, bekliyorsun. Artık yavaş yavaş bunaldın, sıra bana ne zaman gelecek? dedirtiyor bu uzun bekleme insana. Kim, beni unuttunuz mu, sıram niye gelmiyor dese, azarlanıyor: “Yalnız çalışıyorum, yardımcım yok bugün, beklemeyi bil.”
O ara şen şakrak iki İngiliz kadınının gelişi, gelmeleriyle de kapıya vurup içeri girişleri, onlara gösterilen iltifat, bardağı taşırıyor. Ülkemizde ikinci sınıf insan olmuşuz çoktan, haberimiz yok. İngilizler niye hemen alındılar içeri, ben niye bekliyorum diye kapısını vuruyorsun artık dayanamayıp doktorun. İşte orada dananın kuyruğu kopuyor:
“Sen" diye söze başlayıp, "Sıra beklemesini bil, ne laf anlamaz insansın, dediğimi duymadın mı!” diyor bayan doktor bağırarak bunu sorana…
Ve muayene olmadan çıkıp gidiyorsun, için kabarmış, ülkenin geldiği duruma için yanarak:
“Ölsem de senin gibi birinden yardım istemem!” diyerek, bunları yüksek sesle dile getiremediğine, olay çıkarmadığına üzülerek, yılgın, bitik… evin yolunu tutuyorsun…
Doktor hanımın İngiliz’le İngilizce konuştuğuna da şahit olmuşsun, kendi ülkesinde Türk doktoru, hastasıyla başka dilden konuşabiliyor, buna izin veriliyor, kimse gocunmuyor, biz sömürge değiliz demiyor. “Türkçe bilenle git muayeneye, yerleşik İngilizsen, ki, öyle görünüyor, Türkçe öğren!” Doğru değil mi?
Ya hastasını şeyhlere, şıhlara yönlendirenler?
İlçede sağlık ocağına gidiyor yüksek tansiyon hastası. Tansiyonu kontrol edilemiyor, sık sık yükseliyor. Emekli vatandaş, “Acaba içki etkiler mi tansiyonu, o yüzden mi böyle? diye soracak oluyor genç, sakallı badem görünüşlü yeni atanmış doktora. Doktor ne dese beğenirsiniz:
“En iyisi sen şıhımıza git, içkiyi bırakmak için, sana ancak o yardımcı olabilir. Adıyaman otobüs garajından falanca köye nasıl gidilir sor, şeyhi bul, al, adresi.”
Hastayı, hasta, yaş yaşamış sıradan biri ya, öyle küçük görüyor ki, kendi arabası olabileceği, her yere arabasıyla gidebileceği bile gelmiyor aklına. Karşısındakinin şeyhlere şıhlara pabuç bırakmayacağını, Cumhuriyet bireyi olabileceğini düşünemiyor. Atatürk Cumhuriyeti’nin yeni yetişmiş son dönem doktorlarından birinin düşünce, kafa yapısına bakınız, ortaçağa geri dönülmüş…
Gün alınarak hastaneye gidilince haftalarca, bazen aylarca beklenildiğini anlayan vatandaşların son hileleri, hemen “acil”e başvurmak, orada sistem gereği tepeden tırnağa iyi – kötü kontrolden geçmek. Böyle bir hastanın kalp sıkıntısı var. O sabah kolu uyuşuyor, korkuyorlar. Hemen acile. Önce girişte gerekli tahliller, ilk muayene, sonra üst kattaki kalp doktoruna bu verilerle neticeyi öğrenmek üzere çıkış. Mevsim yaz sonu.
Doktor elindeki kağıtlara, bilgisayardaki hasta bilgilerine bakıyor, ilk sözü:
“ Sen aynı şikayetlerle Mart ayında da gelmişsin. Niye geldin yine? Seni muayene etmişiz.” Surat bir karış, bir dövmediği kalıyor hastayı, vakti alınmış, zarara uğratılmış profesör havalarında genç kalpçi…
Ülkemizdeki olanlara, hızlı değişimlere bakarak, yakın gelecekte, şimdi eleştirdiğimiz bugünkü doktorlarımızı bile çok arayacağız demekten kendini alamıyor insan. Şanlıurfa’da bir buçuk aylık bir kurstan sonra sınavsız, bizden diplomasız, nasıl doktor oldukları belirsiz, 30 Suriyeli sığınmacı doktor, Sağlık Bakanlığı ve AB destekli bir projeyle kent içinde değişik hastanelerde göreve başlamış. Aralık ayındaki törende, başhekim (İ. Halil Keşküş) demiş ki:
“Türkler ile Suriyeliler arasında sosyal ve kültürel fark yoktur (?), “ülkemizin bir nebze de olsa doktor açığını bu eğitimlerimiz kapatacak ve ülke ekonomisine katkı sunacaktır.”
*
Sağlık kurumlarının yapısı, durumu çok uzun bir konu, burada bir iki yaşanmış öyküyü anlattım. Bir iki de yaşanmış gülmece gibi olay ekleyeyim yazıya, gülümseyerek bitirelim konuyu:
“Urangutan kafesine…”
Doktor, hastanede, masasındaki bilgisayardan kan verilerini, ameliyatlı hastasının korkuyla beklediği tahlil sonucunu söyleyecek. Hastası tanıdıktır.
Tanıyı söylemeden önce erkek hastayı şöyle bir süzer, sözde ona takılır:
“Hayvanat bahçesinde urangutan kafesine çocuğunu düşüren anne gibi bakıyorsun bana.”
(Sözü edilen magazin haberi, TV’lerimizde gösterile gösterile bıktıran bir haber: Bir ülkede anne çocuğunu hayvanat bahçesinde urangutan kafesine düşürüyor. Güvenlikçiler ateş ederek maymunu öldürüyor çocuğu kurtarıyorlar.)
Yine bir doktor anısı: “Muska mı yazayım?”
Burada hasta, doktoru bunaltmış: Köydeki sağlık ocağına, bir kadın hasta, boğaz ağrısı, nefes zorluğu, öksürük, halsizlik şikayetiyle gelir. Doktor, onu muayene eder, daha doğrusu yalnızca sorular sorar, boğazına bakar, tam reçete yazacak, hastası itiraz eder:
“Antibiyotik yazmayın, istemem.”
Doktor kızar: “Muska mı yazayım?”
Yine, doktorlara saç baş yolduran hastalardan bir öykü:
“Hastalığım geçmedi!”
Yaşlıca bir köylü, köye iki haftada bir gelen köy doktoruna çıkar, şikayetlerini söyler, ilaç yazdırır, evine döner.
Aradan iki hafta geçer, yine aynı şikayetlerle doktoruna gider:
“Hastalığım geçmedi doktor. Çok hastayım… Derdime bir çare…”
“Yazdığım ilaçları muntazam aldın mı?”
“Yok, almadım.
“Neden?”
İlacı eczaneden daha almadım ki alayım…”
Bu da, görev başındaki resmi giyimli genç bir polisin durumu. DHA’dan, resimli, çok yeni bir haber:
“İzmir’de sokak ortasında ceset bulundu, polis başında dua etti.”
Genç bir polis memuru yolda bulunan bir cesedin başında, görevde, cesedin yerden kaldırılmasını beklerken, ellerini açmış, ayakta, ölene dua ediyor. Görülebilir mi Batı’da böyle bir şey? Görülse, resmi görevli işinin başında kalabilir mi? Dini, devlet işine karıştırma bu olmalı… Her işimiz, gösterişe, görüntüye, dinsel simgelere çevrildi. Bir de sormalı: Sen imam mısın?
Kamuda görevlilerin imamlaşması, Arap doktorların her yanı sarması, sağlığın tümden özelleşmesi, bilimden kopma, muskalara dönüş, kadınlara toptan başı kapattırma, şalvarla cüppeyle işe gitme, okullarda Türkçe yazı dilini bozma, yerel ağızları dilimize ortak etme, Arapçaya geçme, İngilizce eğitimin yaygınlaşması, Türk’ün kahramanlık marşlarını tek tek ilahiye çevirme, kutsalların değersizleştirilmesi, ulus devletin, devrimlerin kalan izinin bile kazınması, en az yüz yüz elli yıl geriye götürülme bu gün değilse yarın, yakındır.
Feza Tiryaki, 17 Mart 2018