“Her şeyini yitirerek yoksullaşan köylülük, sermaye açısından yedek işçi ordusu demektir. Bu yüzden her kapitalist ülkede kır nüfusunun bir bölümü, sürekli olarak, kent ya da manifaktür proletaryasına dönüşmeye hazır ve bu dönüşme için uygun koşulları gözler bir halde bulunur... Tarım işçisi, ücretlerin en düşüğüne mahkum edilir ve bir ayağı hep sefalet bataklığındadır.”
(Karl Marx ve Marksizm Üzerine, Vladimir İlyiç Lenin syf.54. - Kapital, c. I, s. 668)
Bu satırlar, kaçınılmazı gösteriyordu bize.
Toprağının bereketiyle ünlü olan bu memleketin, Anadolu’nun toprağı kurumuş, köylüleri sermayenin yedek işçi ordusuna dönüşmüş, AKP’nin emperyalleşme hayallerinin sonucunda savrulan halk kırdan kente göçmüş ve bir ayağı sefalet bataklığında debelenip duruyor.
Yalnızca AKP’nin değil ancak, IMF ve Dünya Bankası programının muazzam uygulayıcısı, en uslu ve söz dinleyen çocuğu olan AKP döneminde Türkiye topraklarında tarımı bitme noktasına gelmiş, çiftçi ve köylü ise ekemediği tarlası, hacizli traktörleriyle baş başa kalmış vaziyette.
Tablonun en çok bu yanına çubuk bükerek, bu memleketin toprağının kavgasını irdeleyeceğiz.
Tarım ülkesi olmaktan fersah fersah uzaklaşan Türkiye’de fiş tam anlamıyla 2000 yılında başlayan IMF-Dünya Bankası (DB) programının “serbestleştirici” boğuculuğuyla çekildi.
Tarım ürünleri açısından çok çeşitli iklim bölgelerine ve verimli topraklara sahip olan Türkiye, iktidarların politikaları sonucu bir tarım ülkesi olmaktan fersah fersah uzaklaştı. Borç batağındaki çiftçi bu haberin ana konusu.
AKP’nin çiftçiye, köylüye, pazar esnafına ve bunların doğal sonucu olarak halkın sofrasına açtığı savaş gözler önüne seriliyor.
“Başımıza ne geldi?” sorusunun yanıtı şu uzun cümlede gizli:
Bu tabloyu oluşturan ana etken Türkiye’nin 1 Ocak 2000 tarihinden itibaren IMF/ Dünya Bankası’nın programının cenderesine sokulması. “Tarımda Reform Uygulama Projesi” (TRUP) denilen ve Dünya Bankası gözetiminde uygulanan program, Türkiye’nin tarımsal potansiyellerini köreltti, önemli bir tarımsal nüfusun ve tarımsal arazinin üretim dışı kalmasına yol açtı, tarımsal desteklemenin asgariye indirilmesini dayatarak üreticiyi kendi kaderine terketti, tarıma girdi ve destek sağlayan KİT’leri özelleştirerek/tasfiye ederek ve Tarım Satış Kooperatif Birliklerini (TSKB) küçültüp işlevsizleştirerek çiftçiyi ve tarımı sahipsiz bıraktı. (Bkz. “Prof. Dr. Oğuz Oyan ile tarım ve gıda politikaları üzerine”, soL Haber, 05.07.2022)
AKP iktidarları bu programın en sadık uygulayıcısı oldu. Tarım bakanları da görevlerini yerine getirdi, çiftçiden ziyade uluslararası tekellerin sözcüsü gibi davrandı.
Cumhuriyet kurulduğunda istihdamın yüzde 90’ı tarımdaydı, bugün bu oran yüzde 15,6’ya geriledi. soL’a konuyla ilgili geniş değerlendirmelerde bulunan tarım ekonomisti Burhan Özalp, dramatik olarak nitelendirdiği bu düşüşün “doğal modernleşme”yle açıklanamayacağı görüşünde. Devletin başından itibaren tarımsal üretimi kapitalist piyasa ilişkilerine eklemleyen politikalar izlediğinin altını kalın harflerle çiziyor.
İktisatçı Prof. Dr. Oğuz Oyan, IMF ve DB’nin istikrar ve yapısal dönüşüme yönelik programlarının neredeyse 26 yıl öncesinden geldiğini, birçok düzenleme artık tarihi değerde olsa da tarıma ilişkin kimi araçlar ve kimi müdahalelerin sonuçlarının etkisini sürdürmeye devam ettiği görüşünde.
Çiftçilerin yoksullaşması, borçlanması, tarımın itibar kaybetmesi, gençlerin kırsalı terk edip tarımla uğraşmak istememesi, şehirlerin kırsala doğru genişlemesi ile gittikçe büyüyen hizmet ve inşaat sektörünün tarım arazilerine hücum etmesi tarım alanlarını AKP’li yıllarda hızla daraltı.
Tarımın nefesini nasıl kestiler?
Çiftçi haberlerinde karşımıza sık sık çıkan “yüksek girdi maliyetleri” şikayeti, tamamen piyasada etkin olan kamu kuruluşlarının özelleştirilmesi sonrasında büyüyen bir bela. Geliri aynı oranda artmayalı çok uzun zaman olan çiftçinin üretim maliyetleri durmadan artarken, devletin sözde mazot-gübre desteği ancak sembolik.
006 yılında yürürlüğe giren Tarım Kanunu’nun 21. Maddesi der ki, “Tarıma ayrılacak kaynak, gayrisafi millî hasılanın (GSMH) en az %1’i oranında olmalıdır”. Yani devlet her yıl bütçeden tarımsal desteklemelere milli gelirin en az yüzde 1’ine denk gelen bir kaynak ayırmak zorunda.
Peki bu fiiliyatta hiç yaşandı mı? Hayır.
İktidar, GSMH’nin yüzde 1’inden daha azını tarıma destek olarak verdi hep. Örneğin, 2022 yılının milli geliri 15,2 trilyon TL idi. Bunun yüzde 1’i yaklaşık 152 milyar TL yapıyor. Tarıma verilen doğrudan destek bütçesi sadece 29 milyar TL oldu. Yasada zorunlu kılınanın yalnızca 5’te 1’i karşılandı. Verilen destek oranı ortalama yüzde 0,2 ya da yüzde 0,4 ile sınırlı kalıyor.
Tarımda TZDK, SEK, TÜGSAŞ, İGSAŞ, TEKEL, EBK, TMO, Şeker Pancarı Fabrikaları gibi ürün ve girdi piyasalarında etkin olan kamu kuruluşlarının özelleştirilmesi ve özelleştirmenin de önünü açan tarım politikalarının serbestleştirilmesiyle çiftçiler piyasanın vahşi koşullarına terk edildi.
Bunun sonucunda çiftçiler yoksullaştı ve tarımı terk etmeye başladı. Tarım alanlarına inşaat ve hizmet sektörü hücum etti. Milyonlarca hektar tarım arazisi yok oldu.
Tüm bunlar yaşanırken devlet tarafından özel sektörün düşük fiyatla ürün almasıysa hiçbir koşulda engellenmedi.
Ve ithalat yaklaşımı. İktidar üretim açığını kapamak yerine ithalat yapmayı tercih etti. Buğday, mısır, ayçiçeği ver et üreticileri bu noktada ciddi zarar gördü. Çiftçinin elinde değerinde satamadığı ürün, yerine dışarıdan gelen ithal ürünler dolaşıma sokuldu.
Tarım Kredi Kooperatifleri ve bankalara olan borçlar altında ezilen çiftçi yeri geldi icralık oldu yeri geldi traktörlerine haciz geldi. Yıllardır toprağı ekip biçerek yani üreterek geçimini sağlayanlar birer birer vazgeçmeye başladı. Bu da köyden kente göçü giderek hızlandırdı.
AKP’nin çiftçileri karşısına aldığı olaylar kronolojisi
2003- Bakan çiftçiye “gözünüzü toprak doyursun” dedi
Dönemin Tarım ve Köyişleri Bakanı Sami Güçlü, 3 Haziran 2003 tarihinde düzenlediği basın toplantısında “Daha yüksek fiyat açıklasak, tabii üreticiler memnun olur. İnsanoğlu böyledir. Gözünü az da doyurmaz, çok da doyurmaz. Ne doyurur biliyor musunuz, kara toprak…” demişti.
2004- “Pancarı bırak medeniyete bak”
28 Şubat 2004’te yerel seçimler öncesinde Burdur'daki mitinginde bir vatandaş Erdoğan'a, "Pancar fiyatları ne olacak?" diye sordu. Bu soruya sinirlenen Erdoğan, "Ben burada 'medeniyet' diyorum, sen 'pancar' diyorsun. Dur bakalım şehirli olmak çok önemli" karşılığını verdi.

TMO ürününü almadığı için Doğanhisar'da bir çiftçi, kamyon dolusu buğdayını AKP ilçe başkanlığı önüne döktü. (2023)
2004 - “Bu millet yatıp kalkıp size mi çalışacak?”
Yine aynı yılın bu sefer Kasım ayında Başbakan Tayyip Erdoğan, Erzurum’da katıldığı törende gübre fiyatlarından şikayet eden çiftçilere, “Bu millet yatıp kalkıp size mi çalışacak?” dedi.
Çiftçilere tam olarak şunları söyledi:
“Gübre yurtdışından geliyor, biz ne fiyata alıyorsak sana da o fiyata veriyoruz. Doğrudan Gelir Desteği’ni alırsın, mazot desteğini alırsın, hâlâ çiftçi çiftçi dersin. Bu millet yatıp kalkıp size mi çalışacak? Biz para yönetimini yapıyoruz. Nasıl bir Türkiye devraldığımız, nereden nereye geldiğimizi unutma. Ama nankör olanlar bunu görmemekte devam ederler.”
2006 – “Ananı da al git” Olayı
Erdoğan’ın 11 Şubat 2006’da Mersin ziyareti sırasında yaşanan olay çiftçi-iktidar arasında kırılma anı yarattı.
2006’da Mersin’de bir çiftçi, artan tarım sorunlarını dile getirdi, Erdoğan kovdu ve “Ananı da al git, artistlik yapma” dedi. Olay, dönemin tarım politikalarına ve çiftçilerin artan mağduriyetine dikkat çeken simgesel bir an olarak hafızalara kazındı.
Konuşma tam olarak şöyleydi:
Çiftçi: Terbiyesizlik yapmıyorum. Lütfen bana hakaret etmeyin.
RTE: Artistlik yapma, edepsizlik yapma.
Çiftçi: Artistlik yapmıyorum, ben sanatçı değilim.
RTE: Sanatçısın, çok iyi sanatçısın.
Çiftçi: Tarım Bakanımızın Anayasa’yı ihlal ettiğini biliyor musunuz?
RTE: Lan bana Anayasa’yı öğretme. Lan, terbiyesizlik yapma.
Çiftçi: Lan mı?
RTE: Evet
Çiftçi: Lan mı? Canın sağ olsun.
RTE: Şu anda çiftçiye ne verildiğinin farkında mısın?
Çiftçi: Ne zaman?
RTE: Şimdi.
Çiftçi: Benim mahsulüm öldükten sonra mı? İki senedir anamız ağlıyor.
RTE: Hadi ananı da al git buradan. Anan da ağlasın, baban da…

2008: Gübre ve Mazot Krizi
2008 yılı, Türkiye tarımı için kritik bir dönüm noktasıydı. Gübre ve mazot fiyatlarındaki ani artışlar, çiftçileri üretim yapamaz hale getirdi. Gübre fiyatları bir yılda yüzde 150 oranında artarken, mazot fiyatları da yüzde 30 yükseldi. Bu durum, çiftçilerin maliyetlerini artırarak üretim yapmalarını imkansız hale getirdi.
Hükümetin tarımsal destekleme uygulamalarını protesto eden bin 500'ü aşkın çiftçi, “Sadaka değil hakkımızı istiyoruz” sloganlarıyla Kahramanmaraş’ta traktörlü eylem yaptı. Çiftçilerin alana alınmayan traktörlerinin üstünde “Dikkat hacizli araç” yazıyordu. (Fotoğraf: Bianet)
2010 – Tütün ve TEKEL Direnişi
2009–2010’da Ankara sokaklarını dolduran TEKEL işçileri, özelleştirme ve 4-C politikalarına karşı direndi. Ancak bu direniş sadece fabrika işçilerini değil, tütün üreticisi çiftçileri ve tarım sektörünü de doğrudan etkiledi.
Tütün üreticileri, TEKEL’in alım garantilerinin kalkmasıyla gelir kaybı yaşadı. Direniş, tarım emekçilerinin hak arayışının ve güvencesizliğe karşı direnişin simgesi oldu. Kadın işçilerin ve gençlerin ön saflarda yer aldığı bu mücadele, tarım ve sanayiyi birleştiren emek dayanışmasının örneği olarak hafızalarda kaldı.

Antalya'nın Kumluca İlçesi'nde salatalık ve domates üreticileri, ürünlerinin para etmediği gerekçesiyle toptancı hale giden çevre yolunu bir süre kapattı. (2012)
2013 – Şeker Fabrikaları ve Pancar Çiftçisi
2013’te Türkiye tarımı bir kez daha AKP’nin özelleştirme politikalarıyla sarsıldı. Türkşeker’e ait 14 şeker fabrikasının satılması planları, pancar çiftçisinin gelirini ve geçim kaynağını doğrudan tehdit etti.
Çiftçiler, artan girdi maliyetleri, gübre ve mazot fiyatlarıyla birlikte üretim yapmakta zorlanırken, fabrikanın alım randevularının kısıtlanması ve teslimat sürelerinin daraltılması tepkilerini daha da artırdı. 2000’li yılların başında 500 bin olan pancar üreticisi sayısı, 2013’e gelindiğinde 105 bine düşmüş, üretim ciddi biçimde daralmıştı.
2016 – Fındık Krizi
2016’da Türkiye’nin Karadeniz Bölgesi, fındık üreticisinin artan maliyetler ve düşük fiyatlar karşısında yaşadığı büyük krizle sarsıldı. Kilogram başına Toprak Mahsulleri Ofisi'nin (TMO) alım fiyatının 10 TL olarak açıklanması, serbest piyasada ise fiyatların 8,5 TL civarında seyretmesi, üretim maliyetlerinin 12–15 TL’ye ulaşmasıyla birleşince, üreticiler ürünlerini satmakta zorlandı, bazı bölgelerde fındık tarlada kaldı.
Ordu, Giresun ve Ünye gibi merkezlerde çiftçiler TMO’nun alım politikalarını protesto etti, pankartlar açtı ve sembolik eylemler düzenledi. Ordu’da bazı üreticiler bir çuval fındığı mezara koyarak, devletin müdahalesinin yetersizliğine dikkat çekti.
2018 – Mazot ve Borç Krizi
Türkiye için 2018, ülkenin adının ekonomik krizle anıldığı bir yıl oldu. 2018'in başından sonuna TL'deki değer kaybı dolar karşısında 31 Aralık itibariyle yüzde 39,75 seviyelerinde oldu.
2018 yılında döviz kurunun üretici üzerindeki etkisi yıkıcı oldu. Gübre, yem, tohum, zirai ilaç zam üstüne zam aldı. Zira gübredeki fiyat artışları yıl içerisinde yüzde 100’ü aştı. Girdi fiyatlarının yükselmesinden kaynaklı bir kısım çiftçi üretimden vazgeçti.
2018 yılı itibarıyla çiftçilerin bankalara ve Tarım Kredi Kooperatifleri'ne olan borcu yaklaşık 700 milyar TL'ye ulaşmıştı. Mazot, gübre ve yem gibi temel tarımsal girdilerin fiyatları, döviz kurlarındaki artışla birlikte yüzde 100'ün üzerinde yükseldi.
2019 – Patates ve Soğan Krizi
2019 başlarında artan patates ve soğan fiyatlarının sonucunda köylüler stokçulukla suçlanmış, Erdoğan “Depolarını basacağız” demiş ve gerçekten de depolara baskınlar yapıldı.
2019'un şubat ayında bir kilo soğanın ve patatesin hal fiyatı 3 lira iken piyasadaki fiyatın yükselmesinden dolayı yine 2019'un şubat ayında tüketici daha uygun fiyata alışveriş yapabilsin diye tanzim satış noktaları kuruldu. Kurulan tanzim satış noktalarında patates ve soğan, kilosu 2 liraya indirildi. Ağustos ayında yüzde 400 zam ile birlikte bir kilo patates ve soğanın satış fiyatı 10 liraya çıktı.
2020 – Pandemi ve Ürünlerin Çöpe Gitmesi
2020’de pandemi nedeniyle getirilen pazar yasakları ve kısıtlamalar, Türkiye tarımını doğrudan vurdu. Patates, soğan, domates gibi temel gıda ürünleri tarlada kaldı, birçok çiftçi mahsullerini hayvanlara yedirmek zorunda kaldı. Üretici, hem emeğinin karşılığını alamadı hem de ciddi ekonomik kayıplar yaşadı.
2021 – Tarım Kredi ve Borç İsyanı
Tarım Kredi Kooperatifleri'ne olan borçlar nedeniyle traktörleri haczedilen çiftçilerin yaşadığı mağduriyetler, ülke genelinde geniş yankı buldu. Aydın, Manisa, Konya’da çiftçiler protestolar yaptı. Yüksek faiz oranları ve katılım katkı paylarının borçları artırması, çiftçilerin ekonomik olarak zor durumda kalmasına neden oldu.
2022 – Ayçiçeği krizi
Rusya’nın ayçiçeği yağı ihracatına kısıtlama getirmesiyle başlayan kriz bir noktadan sonra mizah konusu olacak bir fiyatlamaya kadar gitti. Sosyal medyada ayçiçek yağı fotoğrafları ve videoları paylaşan insanlar “zenginlik böyle bir şey olmalı” diyordu. Bu dışa bağımlılığın memleketi getirdiği son noktalardan biriydi. Çiftçi, “Biz üretiyoruz ama devlet ithal ediyor, ürün elimizde kalıyor” diye isyan ediyordu.
Erdoğan’ın “ananı da al git” sözleriyle AKP-çiftçiler arasında simgesel bir kırılmayla başlayan ilişki 2019’da patates-soğan baskınlarıyla çiftçinin kriminalize edilmesine döndü. 2018 kriziyle başlayan ve hâlâ bitmeyen borç-haciz dalgası çiftçinin ekonomik çöküşünde tabuta çakılan son çivi oldu.
IMF’nin acı reçetesiyle vurulan darbe |
Oyan: Böylesine bir müdahale dünyanın hiçbir ülkesinde görülmedi
IMF’nin yazdığı reçete AKP’nin bu reçeteye duyduğu sadakatle uygulandı. Peki bu reçete ile gelinen son nokta ne kadar uyumlu? Bu uyum bizi nerelere sürükledi? Bu sorunun yanıtı için İktisatçı Prof. Dr. Oğuz Oyan’a danıştık. Oyan geniş kapsamlı değerlendirmesinde birçok düzenleme her ne kadar artık bitse de hâlâ sonuçlarının etkisinin sürdüğünü dile getirdi.
Koşulların 1990’larda hazırlanmasından başlayan Oyan, Türkiye’nin uluslararası finans kuruluşlarının programları üzerinden “Üçüncü Gıda Rejimi” çerçevesi içine alınmaya çalışıldığını söyledi. 1994’te IMF ile başlatılan ama iktidar koalisyonlarının sık değişmesi nedeniyle uzun ömürlü olmayan istikrar programını daha esaslı iç müdahaleler izledi.
1996-2000 dönemini kapsayan 7. Beş Yıllık Kalkınma Planı Çiller Hükümeti tarafından IMF telkinlerine uyularak hazırlandı. Programda 2000’lerde uygulanacak olan Doğrudan Gelir Desteği (DGD) modelinin ayrıntılı önerileri vardı ve de Türkiye’deki mevcut tarımsal destekleme modeli birçok bakımdan karalanıyordu.
Oyan, 1996’da AB ile imzalanan Gümrük Birliği düzenlemesinin “tarımda liberalizasyon”un önemli bir düzeneği olduğuna da dikkat çekiyor.
Yapısal dönüşümler özellikle tarımda, kamu ekonomisinin yatırımcı tarafının törpülenmesi başta KİT’lerin özelleştirilmesi ve bankacılık sisteminde uygulandı. KİT’lerin özelleştirilmesi de en çok tarımı ilgilendirmekteydi, çünkü tarıma girdi (gübre, yem, ilaç, tohum, damızlık) üreten, kredi desteği veren ve tarımsal desteklemede rol oynayan KİT’lerin hepsi topun ağzına konulacaktı.
Tarıma ilişkin daha hızlı bir altüst oluş ise DGD modelinin henüz 2000’de bir pilot uygulamayla başlatılıp 2001’den itibaren de tüm ülkeyi kapsamasıydı. Peki bu model ne tarif ediyordu? Tüm desteklerin tasfiye edilip yerine sisteme kayıtlı çiftçilere geçici bir doğrudan gelir desteği verilmesi. Mülkiyet esaslı olması çiftçilerin çoğunu destekleme dışına itiyordu.
Büyük işletmeleri kollayarak tarımdaki eşitsizlik pekiştirilirken “destekleme modeli” dünyada örneği görülmemiş bir hız ve yaygınlıkta Türkiye laboratuvarında uygulanmış oluyordu. 2007’de sonlansa da bu uygulama, yürürlükteki destekleme modelini tahrip etme görevini büyük bir “başarıyla” tamamladı. Oyan, henüz 2002 yılında DGD ödemelerinin toplam destek harcamaları içindeki payı yüzde 69 oranına ulaştığını ve bu payın 2003’te rekor düzey olan yüzde 81’e kadar çıkacağını da vurguladı.
Kendi cümleleriyle bu durumu şöyle ifade ediyor: “Tarıma böylesine bir müdahale dünyanın hiçbir ülkesinde görülmemişti ve ondan sonra da görülmeyecekti.”
Tarımın korumasız bir biçimde tamamen dışa nasıl açıldığını şöyle özetliyor:
“IMF-DB programı gerçi 57. Hükümet döneminde başlamış, birçok yasal düzenleme (15 günde 15 yasa) yapılmış ve DGD uygulaması 2000-2002 döneminde yürürlüğe konulmuştu.
Özelleştirmelerin hız kazanması, IMF programına aşırı sadakatle bağlı ve üstelik koalisyonlara özgü fren-denge düzenekleri hiç olmayan AKP döneminde olmuştu. 2004-2009 döneminde 30 milyar doları aşkın özelleştirme yapılmıştı bile ve bunlar tarıma dönük girdi/destek kurumlarını tasfiye etmeye yeterli olmuştu.
Bu arada Tarım Satış Kooperatif Birlikleri’ni (TSKB) kısmen tasfiyeye (ileri sınai tesisleri ve finans kuruluşları -Tarişbank- için bu tam tasfiye anlamındaydı) yönelik DB güdümlü bir yasa da Haziran 2000’de yürürlüğe girmişti. Böylece kamunun mali desteklerinden yasa gücüyle yoksun bırakılan TSKB’lerin destekleme alımı ve fiyat regülasyonu alanlarındaki olumlu katkılarına da son verilmişti.”
Program 2005’te bitti ama AKP fiilen sürdürüyor
Program Şubat 2005’te bitse de hiçbir ekonomik gerekçesi olmadan ama mali emperyalizmin AKP’ye siyasi desteğiyle IMF programı Mayıs 2008’e kadar uzatıldı. Ki tarım programının yerine yeni bir şey konmadığı için 2008 sonrasında da bu programın tortuları kalıcı oldu.
Oyan bu tortuları sıraladı:
Tarıma yönelik destek kurumları (KİT, TSKB ve çeşitli tarımsal kooperatifler) artık sahnede olmayacaktı.
TCZB gibi özelleştirilmesi tamamlanamayan finansal KİT’lerin yönü ise eskiden olduğundan daha fazla tarım dışına döndürülecekti. Tarımsal kredilerin faiz vb. maliyetleri de çok yükselecekti.
Tarımsal desteklerin eski biçimleri tamamen tasfiye edilemeyecekti ama alan bazlı destekler (DGD türü ama kişiye/mülkiyete değil tarımsal faaliyete bağlı destekler) bir şekilde sistem içinde tutulacaktı.
2000’lerdeki dönüşümün en yıkıcı ve kalıcı etkisi ise, tarıma dönük desteklerin köklü bir biçimde azaltılması olacaktı. 2006 yılında AKP’nin IMF gözetiminde çıkardığı Tarım Kanunu, sözde bir alt limit koyarak desteklerin sürmesini güvenceye alır gibiydi. Buna göre, tarımsal destekler GSYH’nin yüzde 1’inden az olamayacaktı. Bunu “demek ki daha fazla olabilir” diye iyimser şekilde yorumlayanlar yanıldıklarını kısa sürede anlayacaklardı. Bu aslında bir tavandı! İlk yıllarda bu oranın yarısı civarında bir destek bütçesi ayrılırken, son yıllarda bu destek binde 2 dolaylarına gerileyecekti! Tarım desteği/GSYH oranı 2024 için 91,5 milyar TL/44.218 milyar TL= %0,21; 2025 için 135 milyar TL /62.179 milyar TL= %0,22 düzeyinde kalabilecekti. Ancak bundan daha anlamlı bir oranlama, tarımsal desteklerin tarımsal katma değer içindeki payı bakımından yapılmaktadır. Buradan bakıldığında, ekteki çizelgede görüldüğü gibi daha vahim bir durumla karşılaşılmaktadır.

Türkiye’de uygulanan destek aşındırıcı politikalar sonucu tarımsal desteklerin tarımsal katma değere oranı 2018-2021 arasında yüzde 6’larda, 2022 ve 2023’teyse yüzde 4’ler seviyesine gerilerken; Türkiye’ye “ destekler azalsın” diyen gelişmiş ülkelerde bu oran yüzde 40-50 dolaylarına yükseliyor.
Oyan bu tabloya ilk müdahalenin “tarımsal katma değerin yarısına yakını tekrar tarıma döndürülmek”le başlayacağını söylüyor, ki tarım ve çiftçi yaşatılabilsin.
Yürürlükteki 12. Kalkınma Planı’nda tarımsal desteklerin tarımsal katma değere oranının yüzde 5’e çıkarılacağı müjdeleniyor(!). Oyan, “Bu, Türkiye tarımının ve çiftçisinin acze düşürülmesinin bilinçli politikaların eseri olduğunun bir başka kanıtıdır. Bu yıkım politikalarında en büyük sorumluluk bu programa en uzun süre sadık kalan AKP iktidarı üzerindedir” diyor.
“2000’li yıllar Türkiye’de tarımı nereye sürükledi?” sorusuna da Oyan madde madde yanıt veriyor:
Tarımsal desteklerden yoksun bırakılan çiftçi artan oranda mali sistemden ipotekli borç almaya yönelecekti. Çiftçi borçları 2025’te 1,2 trilyon liraya dayanacaktı. Bu da onun üretim araçlarını (traktör, tarla, vb.) yitirdiği bir mülksüzleşme girdabına itilmesine yol açacaktı.
2001’den itibaren DGD etkisiyle üretim dışında bırakılan alanlar sorunu çözülemeyecekti. 35 milyon dönüme ulaşan bu alanların üretime kazandırılması için 2025 yılında başlatılan bir uygulamayla 2 yıldır ekilmeyen tarım alanlarının mülkiyet sahibinin rızası aranmaksızın kiraya verilmesi gibi bir Ortaçağ pratiğine dönüş aranacaktı!
Tarımdan kopuşlar 3 milyonu aşkın çiftçinin tarımsal üretimi terk etmesiyle yeni bir boyut kazanacaktı. Tarımdaki istihdamın yaş ortalamasının 57’yi aşması ise, gençleri tarımda tutamamak bakımından bir geleceksizliğe işaret etmekteydi.
Girdiler bakımından dış bağımlığı iyice artan ve dünya tarım tekellerinin tam güdümüne giren Türkiye tarım sektörü, nihai tarım ürünleri bakımından da bu dönemde net ithalatçı bir konuma gelecekti. Böylece önemli tarımsal üretim fazlalarına sahip olan gelişmiş ülkeler bakımından bir rakipten kurtulmanın yanı sıra yeni bir mahreç/ihraç pazarı da ortaya çıkmış olmaktaydı.
En kötüsü de şudur: Tekelci/oligopolcü bir piyasada belirlenen girdi fiyatları üzerinde ne tarımsal üreticinin ne de onun (varsa) kooperatif örgütünün herhangi bir müdahale imkanı yoktur. Devlet kurumlarının koruyucu/fiyat düzenleyici müdahaleleri de gündem dışıdır. Çiftçinin ürettiği ürünü sattığı piyasada da hiçbir gücü yoktur.
Özetle, çiftçinin ne üretirken ne de satarken gücü var. Bu kısır döngüden çıkış için hoca şunları işaret ediyor:
“Bugünkü piyasa koşulları altında bir çözüm yoktur. Mutlaka devletin müdahale ettiği yeni bir girdi-üretim-pazarlama yapısının kurulmasına gereksinim vardır. Başlangıç olarak bütün özelleştirilmiş tarımsal KİT’ler yeniden devletleştirilmeli, eğer tamamen yok edilmişlerse acilen yenileri kurulmalıdır. Tarıma olan destekler de tarımsal katma değerin üçte birinin altında kalmamalıdır. Daha radikal düzenlemeler de bundan sonrası için devreye alınmak üzere hazırlanmalıdır.”
Özalp: Gıda üretimi bir kâr alanı değil, toplumun ortak hakkı
Tarım ekonomisti Burhan Özalp de Türkiye’de tarımın sorunun ne bilgisizlik ne de verimsizlik olduğunu, sorunun kapitalizmin gıda üretimini kâr mantığına tabi kılan yapısal egemenliği olduğuna işaret ediyor.
Gerçek çözümü şöyle anlatıyor:
“Çözüm, sadece sübvansiyon artışı değil; tohum ve kimyasal girdilerde kamusal üretimin yeniden kurulması, kooperatifleşmenin güçlendirilmesi ve stratejik ürünlerde kamusal alım garantileriyle çiftçiyi küresel şirketlerin ve finans kapitalin insafından kurtarmaktır. Gıda üretimi bir kâr alanı değil, toplumun ortak hakkı olarak tanımlanmadıkça; borçluluk, girdi bağımlılığı ve ekolojik yıkım sürecek, tarım kapitalizmin kâr döngüsünde giderek daha derin bir krize sürüklenecektir.”