Günün son yazısı olarak şehit Dr. Necip HABLEMİTOĞLU'nun bir makalesi ile günü kapatmak istiyorum..
Türkiyedeki Alman Vakıfları Raporu
Dr. Necip Hablemitoğlu
Almanyadaki Türkleri biliriz de, Türkiyedeki Almanları bilenimiz var mıdır? Kastedilen, Almanyadaki 2.5 milyon Türk vatandaşına karşılık Türkiyede yaşayan çoğu emekli- yaklaşık 100.000 Alman değildir: Türkiyede her türlü etnik, dinsel-mezhepsel ajitasyonu gerçekleştiren; toplumsal-siyasal-ekonomik ve hatta genetik alanlarda hazırlattığı projelerle her türlü espiyonaj faaliyetini sürdüren; yerel basında-yerel yönetimlerde-üniversitelerde-sendikalarda-kamu kurum ve kuruluşlarında, kısaca stratejik öneme sahip birimlerde etki ajanı ve Alman sempatizanı yetiştiren; şeriatçı yapılanmalardan çevreci örgütlere, bölücü yapılanmalardan terör örgütlerine, legal derneklerden siyasal partilere kadar uzanan çizgide, Türkiyeye, Atatürk ilke ve devrimleri ile Cumhuriyetin tüm değerlerine karşı olan, ulus-devletin parçalanmasını isteyen tüm rejim karşıtlarına lojistik destek vererek bu ülkeyi alttan oyan deyim uygunsa- bir avuç Alman istihbaratçısıdır.
Türkiyede istihbarat kuruluşları, Almanyanın Türkiye içindeki Beşinci Kol faaliyetlerinin farkında mıdırlar? Elbette ki evet!.. Ne var ki, klasik bürokrat uzlaşmacılık anlayışı, bu iş benim boyumu aşar mantığı, siyasal baskılar, siyasal erke güvensizlik, mevcut istihbarat kuruluşları arasındaki olumsuz rekabet ve koordinasyonsuzluk gibi nedenlerle önlem alınamamaktadır. Önlemden vazgeçtik, kamuoyu bilgilendirilememektedir. Bu acizlikte, hiç şüphesiz, sözkonusu istihbarat kuruluşlarımız içindeki şeriatçı ve de etnik görüntülü kadrolaşmaların payını da yadsımamak gerekmektedir (1).
Türkiyedeki Alman Derin Devletinin temsilcileri, gerçekte Alman Dış İstihbarat Servisi olan Bundesnachrichtendienst (BND) mensubu olup, bir kısmı diplomatik dokunulmazlık kapsamında, bir kısmı gazeteci, akademisyen (arkeolog, dilbilimci, Türkolog, siyasetbilimci, çevrebilimci, ekonomist, sosyolog, etnolog ve ilahiyatçı ağırlıklı), serbest araştırmacı, sendikacı kimliğinde ve diğerleri de vakıf temsilcisi olarak kesintisiz faaliyet göstermektedirler (2). Bu araştırmanın konusunu, sadece Alman vakıfçıları oluşturmaktadır (3). Alman istihbaratçılarının Türkiyede vakıf temsilcisi statüsünde de olsa görev yapmalarına, vakıflar mevzuatı olanak tanımamaktadır (4). Buna rağmen, Türkiyedeki Sivil Toplum Örgütleri (NGO) olgusunu çok iyi kullanan, zaafları ve mevzuat açıklarını çok iyi değerlendiren Alman istihbaratçıları, Türkiyeyi tanımakla işe başlayıp, kısa sürede hemen her alanda Türkiyeyi yönlendirecek aşamalara gelmişlerdir. Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için öncelikle, emperyalizmin hedefi konumundaki ulus-devletlerde ve bu doğrultuda Türkiyede mevcut işbirlikçi NGOlara yüklenen misyonların açıklanması gerekmektedir.
TÜRKİYEDEKİ KÜRESELLEŞMECİ YA DA İŞBİRLİKÇİ NGOLAR
Küreselleşme sürecinde, uluslararası sermayenin serbest dolaşımının önünde en büyük engel oluşturan ulus-devletlerin zayıflatılması ve mümkünse yıkılması doğrultusunda ABD, Almanya, İngiltere gibi ülkeler ile AB, NGOlara (Non-Governmental Organizations) yani hükûmetdışı sivil toplum örgütlerine aşağıdaki görev ve sorumlulukları öngörmektedirler: (a) Yerel kültürlerin yaşatılması kapsamında alt kültür kimliklerinin siyasallaştırılması ve etnik karşıtlıkların belirginleştirilmesi; (b) misyoner faaliyetlerine karşı toplumsal reaksiyonu törpüleyecek sürecin başlatılması ve geliştirilmesi; (c) dinsel özgürlükler kapsamında dinlerarası diyalog ve hoşgörü söylemlerinin kullanılmasıyla, tarikat-cemaat ve benzeri yapılanmaların farklı hukuklarının yaşama geçirilmesi ve eğitim-öğretim birliğine son veren girişimlerin desteklenmesi; (d) hükûmet politikalarını ve kamuoyunu önemli ölçüde yönlendirme gücüne sahip siyasal partilerin, meslek odalarının, medya kuruluşlarının, sendikaların, birliklerin, vakıfların, derneklerin, tarikat ve cemaatlerin ve de illegal örgütlerin, rejim-devlet aleyhine -farklı siyasal kamplarda yeralsalar da- asgari müştereklerde buluşturulması ve kullanılması; (e) demokratik kitle örgütlerinin süratle NGOlaştırılması ve sivil itaatsizlik çağrıları ile kitlelerde kamu düzeni-devlet otoritesi aleyhine başkaldırı refleksinin oluşturulması; (f) sivil denetim stratejisi ile devlet kurum ve kuruluşlarının denetlenmesi ve hedeflenen gizli bilgilere doğrudan ulaşılması; (g) bağlı NGOların baskı grubu olarak kullanılmasıyla hükûmetlerin siyasal, toplumsal, kültürel, hukuksal ve de ekonomik politikalarının doğrudan ya da dolaylı etkilenmesi; (h) resmi ideoloji-sivil ideoloji ayrımı ile mevcut sistemden hoşnut olmayan, ezildiğine, sömürüldüğüne inanan kitlelerin toplumsal dayanışma bağlamında yönlendirilmesi ve resmi ideolojiyi temsil eden tüm kurum ve kuruluşlara, değerlere, resmi politikalara düşmanlaştırılması; (i) etnik ve dinsel amaçlarla yerel yönetimlerin önplana çıkarılması; (ı) küresel vatandaşlık kavramının etki ajanlığı ile istismar edilmesi, hedef ülkedeki etki ajanlığı potansiyelinin böylece geliştirilip güçlendirilmesi vs. vs..
Küreselleşmeci NGOları, ulusal düzeydeki demokratik kitle örgütlerinden ayıran en önemli kriterler ise şöyle belirlenmektedir: Küreselleşmeci NGOlar, hiçbir şekilde hükûmetten yani resmi makamlardan yardım almayacaklardır. Bu bağlayıcı özellik, onların devlet tarafından teslim alınmalarının ve de kullanılmalarının önüne geçecektir. Ancak, aynı NGOların dış ülkelerden yardım almalarında ve yönlendirilmelerinde-kullanılmalarında ise hiçbir sakınca bulunmamaktadır. Bir başka ifadeyle, yasal demokratik kitle örgütleri (dernekler, vakıflar, meslek odaları ve birlikleri, sendikalar vd.) ne kadar ulusal görüntüye ve niteliğe sahiplerse, küreselleşmeci NGOlar da o ölçüde ulusallık karşıtı-işbirlikçi (agent) görüntü ve niteliğe sahiptirler. Diğer taraftan, küreselleşmeci NGOlar için, gelir dağılımındaki adaletsizlikler, ülke ekonomisinin gelişmesi, üretimde ve işgücünde verimlilik, işçi-memur-köylü-öğrenci-esnaf-kadın hakları, sendikal mücadele, devletin ülkesi ve ulusuyla bölünmezliği, bilimsel aktiviteler, sömürü, sömürgeler gibi konu ve kavramlar pratikte hiçbir anlam ve değer ifade etmemektedir. Buna karşılık, küreselleşmeci NGOların kayıtsız şartsız savundukları iki temel özgürlük vardır: Dinsel özgürlükler (mezhep, tarikat, cemaat ve hatta yasadışı radikal dinci yapılanmalar arasındaki farklılıkları derinleştirme, kışkırtma) ve de etnik parçalama-parçalanma özgürlüğü. Laik hukuk sisteminin çökmesiyle ya da alt kültür kimliklerinin siyasallaştırılmasıyla ortaya çıkacak iç savaş ve bu iç savaşta ortadan kalkacak olan başta yaşama hakkı olmak üzere, yokolacak tüm temel insan hak ve özgürlüklerinin hesabı hiç önemli değildir. Örneğin, Yugoslavyanın parçalanma sürecinde yaşanan etnik temizlik operasyonlarında öldürülen, tecavüz edilen, işkence gören kadınların, çocukların envanterini çıkaran, haklarını arayan ve sorumluların gerçekten izini süren kaç küreselleşmeci NGO vardır küreselleştiği söylenen dünyada? Keza, Irak, Çeçenistan, Kosova, Filistin ve Afganistan gibi ülkelerdeki yansımaları izleyen ve kamuoyunu bilgilendiren, gerçekten takipçi küreselleşmeci NGOlardan söz edebiliyor muyuz? Kuzey Irak deneyimi göstermiştir ki, insani yardım amaçlı yüzü aşkın NGOnun neredeyse tamamı, ABD, Almanya ve İngiltere gibi ülkelerin istihbarat servislerinin tamamlayıcı ve kamufle edici unsuru olarak görev üstlenmişler; bu servislere ajan peşmerge devşirmişlerdir (5). Bu bağlamda bölgeye en ciddi insani yardım, NGOlar arasında adı bile geçmeyen Türk Kızılayından gelmiştir. Bunca yaşananlar ortadayken, küreselleşmeci NGOlar, eylem yerine, insan hakları ve özgürlükleri söylemlerini yeğlemektedirler. Kimlere karşı? Sadece kendi devletine ya da diğer ezilen devletlere karşı, tabii kendilerini yöneten-yönlendiren emperyalist devletin ya da devletlerin verdikleri izin ölçüsünde!..
Çelişkiler sadece bu kadar mı?!. Elbette ki hayır!.. Tıpkı, örgüt içi demokrasinin (seçimle işbaşına gelmek, kaydıhayat şartıyla yönetimde kalmamak, görev ve sorumlulukları paylaşmak, kişisel çıkar sağlamamak vb.) olmadığı yapılanmaların NGO kabul edilemeyeceğine ilişkin genel tanım ve tutuma rağmen, tarikat ve cemaatlerin bir nevi NGO olarak (Sivil Toplum Cemaatleri) tanınmaya zorlanması gibi. Küreselleşmeci NGOlar, dinsel mürit-militanlığın ya da etnik faşizmin yolaçacağı sorunları değerlendirmek yerine, işkenceye hayır, düşünceye özgürlük gibi temelde tüm insanların katılacakları sloganları, sadece hedef hükûmetleri köşeye sıkıştırma aracı olarak kullanmaktadırlar. Örnek mi?!. Türkiye başta olmak üzere tüm hedef ülkelerde, küreselleşmeci-işbirlikçi NGOlar, haftalık-aylık ve yıllık insan hakları raporları hazırlayıp bunu kendi ülkesini küçük düşürecek, aşağılayacak, şikâyet edecek biçimde yayınlamaktadırlar. Bu raporların sunumu, yönetilip yönlendirildikleri ülkelerin dışişleri bakanlıklarınadır. Bu bağlamda, Türkiyedeki İnsan Hakları Derneğinin ya da Mazlum-Derin ya da Türkiye İnsan Hakları Vakfının, ABD, Almanya ya da AB ülkelerindeki insan hakları ihlâllerine ilişkin rapor hazırlamaları kesinlikle sözkonusu değildir. Daha açık ifadeyle, insan hakları ve özgürlüklerine ilişkin konular, küreselleşmeci NGOlarla, kendilerini yöneten-yönlendiren, para aldıkları yabancı devletlerin müdahale-baskı-şantaj aracı olarak sürekli gündemde tutulmaktadır, yoksa gerçekten samimi oldukları için değil.
Tüm bu fonksiyonları ile küreselleşmeci NGOlar, kendilerini yöneten-yönlendiren ülke silahlı kuvvetlerinin, casuslarının yapamayacakları tüm alanlarda hizmet sunmaya, dolayısıyla da kendi devletine yönelik çok yönlü vatana ihanet suçunu hem de alenen- işlemeye devam etmektedirler. Satın alınmanın adı, proje bedeli olmuştur. Buna karşılık, Türkiye dahil hedef ülkeler, küreselleşmeci NGOlara karşı yasal önlemleri alamaz konuma getirilmişlerdir. Örneğin, ilgili devlet ya da hükûmet başkanlarının ve parlamenter heyetlerinin Türkiyeye ziyaretlerinde, sözkonusu küreselleşmeci NGOların yöneticileri ile görüşmeleri rutin kabul edilmekte ve gezi programının üst sıralarında yer almaktadır (6). Bu olgu, sözkonusu NGOlara bir nevi itibar kazandırmakta ve örtülü dokunulmazlık sağlamaktadır.
Bütün bu olumsuz gelişmelere karşı Türk Devleti ne yapmaktadır? Ulusuna ve tarihine lâyık olmayan ya da etki ajanı konumundaki kimi politikacıların, kimi istihbaratçıların, kimi medya mensuplarının, kimi akademisyenlerin, kimi tarikat şeyhlerinin, kimi işadamlarının varlığı, Türk Devletinin sözkonusu küreselleşmeci NGOlar karşısında sadece seyirci konumuna gelmesine neden olmuştur ve olmaktadır. Tipik bir örnek olmak üzere, Başbakanlığa bağlı olarak kurulan İnsan Hakları Üst Kurulunun küreselleşmeci benzerlerinden farklı hiçbir fonksiyonu bulunmamaktadır. Ekonomik önlemler için hükûmet, milyonlarca üyesi olan ulusal nitelikli sivil toplum kuruluşları yerine, sıradan bir dernek statüsündeki TÜSİADdan öncelikle görüş alırken, eleştirilerinin gereğini de anında yerine getirmektedir. Kısaca, Türk Devleti, kendini savunma mekanizmasını çalıştıramadığından, kendi NGOlarını da kuramamaktadır. Özellikle kurulan devlet kaynaklı vakıfların, kamu çıkarları yerine, kimi devlet bürokratlarına hareket daha doğrusu harcama- esnekliği ve serbestisi sağlaması, uluslararası literatürde GONGO olarak nitelendirilen Governmental NGOların artışına yol açmaktadır (7). Tapu-Kadastro, Adalet, Polis, MEB, Üniversiteler başta olmak üzere hemen hemen tüm kamu kurum ve kuruluşlarının katrilyonlara hükmeden GONGOları, kamu kaynaklarından ve halkın sırtından haksız kazanç sağlamaya devam etmektedir. Sorun sadece bu kadarla kalsa yine kabul edilebilir boyutlarda. Daha kötüsü, sırf kamu kaynaklarını hortumlamak amacı ile kurulan yüzlerce NGOya en tipik örnek, vakıf üniversiteleridir. Devlet malına vakıf olunamayacağına ilişkin tarihsel ilkeye rağmen, kurulan vakıf üniversiteleri, kimi sermaye sahiplerine ya da cemaat şeyhlerine, reklâmın yanında, yüzbinlerce metrekarelik bedava arsa, hatta boğaz manzaralı orman arazisi, vergi indirimleri, cari harcamaların % 45ine varan ölçülerde devlet desteği de sağlanmaktadır. Harcama faturaları biraz şişirildiğinde, vakıf üniversitelerinin neredeyse cari harcamalarının tamamı devlete yükletilirken, zaten maddi olanaksızlıklar içinde kıvranan devlet üniversitelerine bütçe içinde ayrılan pay da giderek azalmaktadır. Özetle söylemek gerekirse, Türk Devletinin ne küreselleşmeci NGOlara, ne kendi GONGOlarına ve ne de halk deyimi ile hortumcu NGOlara karşı belirlenmiş bir politikası bulunmamaktadır. Bu acizlik görüntüsü, 21-22 Haziran 1919 tarihli Amasya Genelgesinde ilk maddede yer alan aşağıdaki yargıyı hatırlara getiriyor:
hükûmet, üzerine aldığı sorumluluğun gereklerini yerine getirememektedir. Bu durum ulusumuzu yok olmuş gibi gösteriyor (8 ).
TÜRKİYEDEKİ ALMAN VAKIFLARININ GENEL KARAKTERİSTİĞİ
ABDnin hedef ülkelerdeki küreselleşmeci NGOlara dolaylı parasal destek için, NED (Demokrasi Milli Fonu) üzerinden Cumhuriyetçi Partiye bağlı IRI (Uluslararası Cumhuriyetçi Enstitüsü) ve Demokrat Partiye bağlı NDI (Ulusal Demokrasi Enstitüsü) ağırlıkta olmak üzere, CIPE (Uluslararası Özel Girişimciler Merkezi), ACILS (Amerikan Uluslararası İşçi Dayanışması Merkezi), Hoover Enstitüsü gibi merkezlere sahip olduğu biliniyor. NED, ABD Kongresi denetiminde oluşturulmuş resmi bir para fonu olduğundan, harcamalarının gizliliği bulunmuyor. Bu fona sadece Federal Bütçeden kaynak aktarılmıyor, ilâveten uluslararası şirketler ve stratejik müttefik ülkeler de destek sağlıyor. Dolayısıyla, Türkiye dahil hangi üçüncü dünya ülkesinin hangi işbirlikçi NGOsu bu merkezlerden hangi miktarda nakit yardım almış, internete yüklenmiş resmi kaynaklardan kolaylıkla öğreniliyor (9).
AB ülkelerinin de aynı amaçlı birinci sınıf NGOları bulunuyor; ancak Türkiyeye baktığımızda, en etkin Avrupalı NGOlar arasında, özellikle Almanların başı çektikleri gözlemleniyor. Türkiyede faaliyet gösteren Alman Kültür Merkezlerinin yanısıra, Beyrut merkezli Morgenlaendische Gessellschafta bağlı Orient Institutun İstanbul Şubesi ve Goethe Enstitüsü, Alman NGOlarının Türkiyedeki ilk sıçrama noktaları olarak kabul ediliyor.
Türkiyede faaliyet gösteren Alman vakıfları ve enstitüleri, gerçekte Alman İstihbarat Servisi BNDnin kontrolünde çalışan, tüm masrafları Federal Bütçeden karşılanan taşeron NGOlardır. İşin ilginç tarafı, hemen her vakıf, -aşırı sağcı CSU ve solcu PDS dışında- rejime entegre sorunu olmayan mevcut siyasal partilerin birer yan kuruluşudur. Örneğin, Almanyanın en büyük partilerinden biri olan Hristiyan Demokratik Birliği-CDU, Konrad Adenauer Vakfına, Yeşiller ise Heinrich Böll Vakfına sahiptir. Aynı şekilde, Sosyal Demokrat Partisi-SPDnin Friedrich Ebert Vakfı, Hür Demokrat Parti-FDPnin Friedrich Naumann Vakfı da aynı statü içindeki vakıflar arasında yer almaktadır. Alman Parlamentosunda grubu bulunan partilerin bünyesi içindeki bu vakıfların tamamı, iktidar-muhalefet ayrımı yapılmaksızın Federal Hükûmetin Politik Eğitim Fonundan finanse edilmektedir. Bu vakıfların yurtdışı faaliyet giderleri de tamamiyle Federal Hükûmet tarafından karşılanmaktadır. Resmen Alman Hükûmetinden yardım alan sözkonusu vakıflar, dış ülkelere Hükûmetdışı Sivil Toplum Örgütleri yani NGO olarak takdim edilmektedir. İşte bu vakıflar, 1984den itibaren Türkiyeye gelerek ve de yasal boşluklardan yararlanarak, her biri birer taşeronun taşeronu legal Türk NGOsunun tabelâsı ardında faaliyetlerini sürdürmektedirler.
Sözkonusu Alman vakıflarının yıkıcı-bölücü ve de espiyonaj faaliyetlerine karşı ilk kez Türk kamuoyunu bilgilendirerek uyaran Türkiyenin tek Doğubilimcisi Tamer Bacınoğlu, sözkonusu vakıflarla ilgili şu çok önemli değerlendirmeyi yapmaktadır:
Alman parti vakıfları, devlet finansmanlı çok özel NGOlardır ve Alman dışpolitikasının önemli bir aracı durumuna gelmişlerdir. Alman Dışişleri Bakanlığının
yayınında, ülkelerin içişlerine sorun yaratmadan karışabilmek için ne tür kamuflaj projeleri kullanabileceği üzerine bir dizi pratik örnek verilmektedir. Politik Vakıfların bu bağlamda diyalog programları ile yapıcı bir rol oynayacakları en yetkili ağızlardan itiraf edilmektedir.
Ankara ve İstanbulda şubeleri bulunan tüm Alman parti vakıflarının programları kabaca şu üç maddeden oluşur: Birinci maddedeki etkinlikler, Kemalizmin iflas ettiğini ve sorunun geçici bir hükûmet sorunu değil, yapay ve uyduruk Türk ulusunu tepeden inme yöntemlerle yaşatmaya çalışan Türk devleti olduğunu kanıtlamayı amaçlar. Bu çerçevede üçlü bir strateji izlenir: A- Toplumun değişik katmanlarını Kürt sorunu üzerine tartışmaya ve çözüm üretmeye alıştırmak ve buna paralel olarak kürtçü gruplar ile Almanya arasında köprü kurmak. B- Toplumun değişik katmanları ile siyasal islâmcıları bir araya getirmek ve buna paralel olarak islâmcılar ile Alman devleti arasında köprü kurmak. C- Alevilerin aşırı islâma karşı oluşlarını dikkate alarak, Aleviler ile özel görüşmek ve konuyu gerektiğinde Kürt sorununa kaydırmak.
İkinci maddedeki etkinlikler, Türkiyede yerel yönetimlere işlerlik kazandırmak amacıyla Almanyada adı var, kendi yok federal sistemi Türkiyeye tanıtmayı hedefler. FDPnin Friedrich Naumann Vakfı, federalizmi tanıtma çabalarını genelde Batı Anadoluda yürütürken, Yeşillerin Heinrich Böll Vakfı federal yönetimin nimetlerini Doğu Anadolu konusunda gündeme getirmektedir. Yeşillerin bu vakfı şu sıralar, Türkiyenin etnik çetelesini tutmakla meşgul ve hem Alman Dışişleri Bakanı ile hem de aynı bakanlığa bağlı Alman resmi araştırma enstitüleri ile ortak çalışmakta. SPDnin Friedrich Ebert Vakfı da, daha global bir yaklaşımla Türkiyede sivil toplum kurulabilmesi için çaba gösterirken, daha çok ekonomi ağırlıklı diyalog arayışında olduğu izlenimini vermek istiyor. Türkiyede İslâmı demokrasiyle barıştırmak yolunda en kapsamlı projeler ise CDUnun Konrad Adenauer Vakfınca yaşama geçiriliyor.
Vakıf ajandasının üçüncü maddesi, yerli köprübaşları oluşturmayı öngörür. Almanyaya davet edilen Türk akademisyenleri, aydınlar, burs verilen doktora öğrencileri, vakıf şubelerine alınan Türk elemanlar için ödenen Alman kalkındırma yardımı, bazı duyumlara göre yıldan yıla katlanarak artırılmaktadır. Etkinlik alanlarının farklılığı, parti programlarının farklılığından değil, aralarındaki görev dağılımından kaynaklanır
.
Almanya kökenli vakıflar, biz NGOyuz diyor. Ancak sivil toplum, küresel ekonomi ve insan hakları için uğraşı verdiklerini iddia ederken, Türk devletinin varlığı sorundur, Türk ulusu uyduruk bir yapıdır da diyebiliyorlar. Hepsi de dost ve müttefik Almanya hesabına çalışıyor. Söylevdeki Her tarafta ecnebi zabit ve memurları ve hususi adamları faaliyette
sözlerini hep anımsamalıyız (10).
Federal Alman İktisadi İşbirliği ve Kalkınma Bakanlığı tarafından hazırlanan ve Aralık 2000de yayınlanan Yeni Türkiye Konsepti, Alman vakıflarına, rutin faaliyetlerinin yanında özellikle espiyonaj ağırlıklı- yeni görevler yüklemektedir: Köylülerde çevre bilincini geliştirmek; köylü kadınları politikaya duyarlı hale getirmek; sistem karşıtı eleştirel ve alternatif medyacılığı teşvik; çevre düşmanı yatırımlara özellikle turizm bölgelerinde gereksiz endüstri tesislerine, otoyollara ve baraj inşaatlarına karşı sivil itaatsizlik eylemleri organize etmek vs. vs. (11). İşte bu vakıflardan birkaçı ve saptanan faaliyetlerinden bazıları:
2.1. KONRAD ADENAUER VAKFI
Halihazırda Dr. Wulf Schönbohm ve yardımcısı Dirk Tröndle gibi iyi derecede Türkçe ile, Türkiyenin zaaf boyutlarındaki etnik-dinsel-ekonomik-siyasal ve de toplumsal sorunlarını çok iyi bilen iki servis elemanı tarafından yönetilen bu vakıf, 1984den bu yana ülkemizde faaliyet göstermektedir. Vakıf Temsilciliği, Ankarada müstakil bir binaya sahip olup, İstanbulda da şube düzeyinde temsil edilmektedir. Vakıf, faaliyetlerini, Türk yasaları izin vermediğinden dolayı, Türk Demokrasi Vakfının işbirliği çerçevesinde kamufle etmeye çalışmaktadır (12). Vakıf Temsilcisi Dr. Wulf Schönbohmun ülkemizdeki etkinliği konusunda, bizzat kendi yazdığı şu satırlar, bir fikir verecek düzeydedir: Bu yılın 6 Temmuzunda Ardahan Subay Gazinosunda akşam yemeğindeydim, telefonla arayıp Cumhuriyet Gazetesinde Türkiyedeki Alman vakıflarının çalışmalarını kötü bir biçimde yansıtan bir makale yayımlandığını bildirdiler. Bize ev sahipliği yapan Ardahan Valisi, nezaket gösterip kendi özel Cumhuriyet nüshasını bana verdi, böylece ben de bilgi sahibi olabildim.
Ardahan ilinde belediye başkanları ve belediyede ve idarede çalışanlar için iki günlük bir seminerin açılışını yapmıştım. Bu semineri uzun yıllar birlikte çalıştığım Türk ortağımız Türk Belediyecilik Derneği (TBD) ile birlikte düzenlemiştik. Seminerin konuları arasında şehircilik, ihaleler, belediye başkanının, belediye meclisinin ve belediyenin görevleri ve birbirleriyle ilişkileri vardı. Ortağımız TBD, her yıl Türkiyenin bütün yöre ve illerinde aşağı yukarı 100e yakın bu tür meslek eğitimi semineri düzenlemektedir. TBD ve Konrad Adenauer Vakfı (KAV), iyi işleyen bir yönetim ve demokrasi için yerel düzeyde nitelikli yöneticilerin bulunmasını ve bağımsız yetkilerle donanmış bir yerel yönetimin varlığının önemli bir önkoşul olduğu görüşünde birleşiyorlar.
Bu ziyaret vesilesiyle Ardahan ve Artvin il merkezleri ve ilçelerinden sayısız memurla konuşma fırsatı da bulmuş, açık yüreklilikleri, ehliyetleri ve coşkuları karşısında etkilenmiştim. Bu konuşmalar, daha sonraki çalışmalarımız için bana bir esin kaynağı oldu. Aynı zamanda bu yöredeki doğanın güzelliği, Türkiyenin bu ücra köşesindeki insanların özel dostluk ve candanlıklarını da tanımak fırsatını buldum (13).
Wulf Schönbohmun yazdıkları, dev bir gerçeğin küçük bir yansımasıdır. Alman vakıfçıları, deyim yerindeyse, ellerini kollarını sallayarak, Türkiyenin hemen her yerine rahatça girebilmekte; faaliyet gösterebilmektedirler. Diğer yandan biliyoruz ki, Almanların Artvin, Ardahan ve Rize illerine olan özel ilgisinin geçmişi 1960lı yıllara dayanmaktadır. Wolfgang Feurstein adlı bir istihbaratçı akademisyen (halkbilimci) bu yıllarda bölgede çalışmış ve sonuçta kaybolan laz ulusunu kurtarmak misyonu adına, özel bir alfabe (Lazuri Alfabe) yaratmıştır. Almanların bölgedeki etnik çalışmaları, daha sonra giderek yoğunlaşmıştır. Türkiyede 47 ayrı etnik halk söyleminden yola çıkan Alman istihbaratçı akademisyenleri, kendi ülkelerinde iki laz örgütünün yanısıra, üniversitelerde kürsüler oluşturmuşlardır (14). Önceleri, Almanyada basılan laz alfabesiyle yazılmış kitapları valizlerine gizleyerek bölgeye getiren bu istihbaratçılar, artık Alman vakıfları sayesinde örgütsel faaliyetlerini alenen yürütmektedirler, hem de konaklamalarını orduevlerinde yaparak, valiler tarafından ağırlanarak
2.1.1. K.A.V.NIN BASIN VE KAMUSAL İLİŞKİLERİ
Dr. Schönbohm ve yardımcısı Tröndlenin ilişki kurmadığı, kuramadığı sivil toplum kuruluşu ya da resmi kurum ve kuruluş neredeyse sözkonusu değildir. Örneğin, sadece Türk Belediyecilik Derneği değil, tabelâsı ardında faaliyet gösterdiği Türk Demokrasi Vakfı, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, Arı Hareketi, TİSK, TOSYÖV, KA-DER ve daha yüzü aşkın sivil toplum örgütünün yanısıra, üniversiteler ile de Konrad Adenauer Vakfı (KAV) müşterek etkinlikler düzenlemişlerdir (15).
Vakıf, asıl gövde gösterisini 29-30 Haziran 2000de düzenlediği Türkiyede Anayasa Reformu-Prensipler ve Sonuçlar adını taşıyan kongrede yapmıştır. Bu kongreye, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Yargıtay Başkanı Sami Selçuk gibi kamuoyunun yakından takip ettiği isimler katılmıştır. Katılımcıların temsil düzeyi, vakıf için adeta aklanma, prestij artırma, dokunulmazlık sağlama, ilgi odağı olma yorumlarına yolaçmıştır. Tıpkı bildirilerin toplandığı kitapçığın önsözünde Dr. Schönbohmun yazdığı gibi:
Yeni seçilen Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Türkiye Cumhuriyeti Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk ve Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Yıldırım Akbulutun kongrenin açılışı ile ilgili olarak Türkiye Büyük Millet Meclisindeki siyasi bir takdim konuşması yapmaları konunun önemini vurgulamış ve etkinliği düzenleyenleri ve katılanları onore etmiştir (16).
Kongrede, BND danışmanlarından Prof.Dr. Kay Hailbronner, Türkiye açısından en kritik konulardan biri AB Üyesi Olarak, Egemenlik Haklarının Devri Sorunu üzerine katılımcıları Almanyadan edinilen deneyimler (!) çerçevesinde bilgilendirmiştir (17). Alman iç istihbarat örgütü olan Federal Anayasayı Koruma Teşkilâtının (BfV) en gözde hukukçularından Avukat Dr. Christian Rumpf ise, tebliğleri değerlendirirken şu mesajları vermeyi ihmal etmemiştir:
Temel haklar konusu herhalde Türk anayasa sistemindeki en ağır yaradır
. Ordunun Türk anayasa düzeni içerisindeki rolü, sıkça Türkiyenin gizli iktidarı olarak görülen Milli Güvenlik Kuruluyla bağlantılı olarak dile getirilmiştir. Öncelikle anayasanın birçok bağlamda orduyu da kattığı tespit edilmelidir
. Milli Güvenlik Kurulu kararlarının hukuki açıdan bağlayıcı kararlar değil, sadece hükümete tavsiye niteliğinde olması da önemli değildir. Gerçekten bugüne kadar Milli Güvenlik Kurulunun tüm tavsiyelerinin yerine getirildiğini ve 28 Şubat 1997 tarihli köktenciliğe karşı mücadele hususundaki tavsiyelerinin çok ağır gerçekleştirilmesinin de o zamanki Erbakan hükûmetinin sonu olduğu görülmüştür. Aslında ordu Türk siyaset sisteminin Avrupalılaşması konusunda pek çok siyasal parti veya hükümetten daha fazla katkıda bulunmuş olsa da, böylece egemen bir ordunun Avrupanın özgürlükçü demokratik temel düzeniyle bağdaşamayacağı şüphesizdir. Oturumlarda gözüken yaklaşımla doğal olarak Milli Güvenlik Kurulu yapısının yeniden düzenlenmesi istenmiş, sivillerin etkili egemenliği talep edilmiştir
. Kemal Atatürkün kendisinin ve o zamanki partisinin temel düşüncelerini bugünkü Avrupanın entegrasyon gelişmeleriyle bağdaştırmak zorunludur. Zira bu temel düşüncelerin, özellikle Kemalist milliyetçiliğinin çağın gereksinimlerine aykırı olan yorumu, ABye entegrasyonun beraberinde getirdiği milliyetçi strüktürlerin bir kısmının tasfiyesine çelişki arz etmektedir (18 ).
Dr. Rumpf, Atatürkün yaşadığı dönem itibariyle çağın koşullarına ve gereksinimlerine tamamiyle zıt anti-emperyalist bir mücadele sonrasında ülkesine bağımsızlık kazandırdığı gerçeğini es geçmekte ve Kemalizmin yorumunun saptırılarak AB talepleri çerçevesinde yeniden yapılmasını ima etmektedir. Ancak, Türkiyenin ergeç yola gireceğinin kanıtı ve emaresi olarak tüm Türkiyede faaliyet gösteren İnsan Hakları Derneği ilk defa işkence vakalarında belirgin bir azalma tespit etmiş diyerek güvenilir, hatta MGKdan da güvenilir bir kaynağa (!) atıfta bulunmaktadır.
2.1.2. TEHLİKENİN BOYUTU: K.A.V.NIN ÖNEMLİ ETKİNLİKLERİ
Konrad Adenauer Vakfı Türkiye Temsilciliği, her yıl çok sayıda konferans, seminer, atölye çalışması ve sempozyum düzenlemektedir. Vakfın sadece 2000 yılında saptanan 33 etkinliğine katılan davetli sayısı 3.000 olup, toplam 281 etkinliğe katılan davetli sayısı ise 23.400dür. 2000 Yılı itibariyle üç tartışma forumu düzenlenmiştir. Siyasal diyalog kapsamındaki bu tartışma forumlarının her birine, kendi alanlarında sivrilmiş 100er davetli katılmıştır: Orta Ölçekli Sanayinin ve Modern Teknolojinin Bavyera Eyaletinde Teşviki konulu forumun konuşmacısı Müsteşar Hans Spitzner, Yüksek Teknolojilerdeki Devrimsel Gelişmeler-Silahlı Kuvvetler İçin Sonuçlar konulu forumun konuşmacısı Dr. Holger Mey ve Türkiyede İnsan Haklarına Saygı Eğitimi konulu forumun konuşmacısı Prof.Dr. İonna Kuçuradidir.
Vakfa göre, siyasi diyaloğun diğer önemli bir bileşeni, siyasi müşaveredir. Bu hususta Alman siyasetçilere, önemli siyasetçiler ve şahsiyetler ile yerinde görüşme ve durum hakkında yerinde fikir edinme imkânı sağlanır. Bu temasların her iki tarafın çalışmaları için çok faydalı olmakla kalmayıp, aynı zamanda önyargıların tasfiye edilmesi ve karşılıklı diyaloğun sağlamlaştırılmasına önemli bir katkı sağladığı geçmişteki uygulamalarda görülmüştür. 2000 Yılında Avrupa Halk Partisi (EVP) milletvekili Bayan Dr. Renate Sommerin ziyareti, Bay Dr. Norbert Lammertin ziyareti (Milletvekili ve Alman Federal Parlamentoda Hristiyan Demokrat Partisi/Hristiyan Sosyal Birliği CDU-CSU dış siyasi sözcüsü) ve milletvekili Manfred Grund başkanlığında Thüring Eyalet Grubunun ziyareti gerçekleşmiştir (19).
Konrad Adenauer Vakfı, 2000 yılı içinde aşağıdaki uluslararası kongreleri düzenlemiştir: Turkey on Her Way to EU-Membership başlıklı bir yuvarlak masa tartışması; Türkiyede Okul Reformu Sonrasında Yabancı Dil Dersi Reformu konulu sempozyum; Küreselleşme ve Modernleşme Sürecinde Kültürel Kimlik konulu kongre; Türkiyede Anayasa Reformu-İlkeler ve Sonuçlar konulu kongre; Karadeniz/Ereğlide Bölgesel Gelişme konulu kongre; Almanyanın Birleşmesinin 10. Yılı konulu etkinlik; Alman Okullarında İslâm Din Dersi konulu kongre; Türkiye ve AB-Ulusal Egemenlik Haklarının Devri konulu kongre; Globalleşme-Türkiye İçin İktisadi Zorluklar ve Şanslar konulu kongre; Türkiyede Yerel Yönetimlerin Sınırötesi İşbirliği-Strateji ve Projeleri konulu kongre vd. Vakıf, bu etkinliklerle ulaşmak istediği hedefi ise şu cümlelerle ifade etmektedir: Partnerimiz TDV sayesinde, Ankaradaki Alman Büyükelçiliği ile birlikte organize edilen Almanyanın Birleşmesinin 10. Yılı konulu etkinlikte olduğu gibi geçen yıl düzenlediğimiz etkinlikler için konuşmacı olarak önemli siyasetçiler kazanılmıştır. Bahsi geçen bu etkinlik için, Almanya birleşmesini Türk bakış açısından inceleyen Başbakan yardımcısı Mesut Yılmaz KAZANILABİLMİŞTİR (20).
Gerçi Vakıf, Mesut Yılmazın kazanılmasıyla ilgili bilinenlere yeni bir ekleme yapmamaktadır. Ancak önemli olan, bu etkinlikler sayesinde önemli siyasetçilere kanca atılarak kazanılması hedefinin alenen ifade edilmesidir. Kaldı ki, yukarıda da ifade edilen, Federal İktisadi İşbirliği ve Kalkınma Bakanlığınca hazırlanan Alman NGOlarının 2001 Türkiye Konseptinde Konrad Adenauer Vakfından ANAP merkeziyle ve taşra bürokratlarıyla ilişki ağı kurması istenilmektedir. TDV yani Türk Demokrasi Vakfının Başkanının ANAP milletvekili Bülent Akarcalı olduğu, keza Vakıf Yönetim Kurulunda iki ANAP milletvekilinin Emre Kocaoğlu ve Türkiyede etnik hobileri ile tanınan Yılmaz Karakoyunlunun da bulunduğu gözönüne alınacak olursa, KAVnın Almanyadan gelen resmi direktiflere nasıl bağlı kalmakta duyarlılık gösterdiği anlaşılacaktır.
KAV, önemli politikacıların yanısıra, gençlerin de kazanılmasına büyük önem vermektedir. Kendi cümleleriyle işte amaçları: Gençlerin teşvik edilmesi, özellikle de gençlerin siyasi fikir oluşturma sürecine katılımı, Türkiyede yoğun olarak ihmal edilen bir sahadır. Bu husus, Türkiye nüfusunun % 70inin 35 yaşın altında bulunduğu dikkate alındığında özellikle şaşırtıcıdır. KAV bu nedenle geçen yıl toplam üç gençlik konferansı (09.04.2000 tarihinde Gaziantep, 17.05.2000de Mardin ve 19-21.05.2000de Van) ve 23-25.11.2000 tarihleri arasında Kuşadası/Aydında gençlik günleri konulu bir forum düzenlemiştir. Özellikle Türkiyenin Geleceği, Geleceğin Türkiyesini Konuşuyorçalışma konusu altında düzenlenen Vandaki etkinlik, katılanlar için bir tartışma forumu sunmuştur. Foruma katılan 140 kişi, 4 çalışma grubuna ayrılmış ve muhtelif konuların ele alınması ile görevlendirilmiş olup, sonuçları bir komünikede toplanmıştır. En önemli sonuç, FARKLI MENŞELERE rağmen, kültürel bir birlikte yaşamanın temeli sayılabilecek müşterek ideallerin ve fikirlerin var olduğu yönündeki tespit olmuştur (21).
Konrad Adenauer Vakfının Güneydoğuya ilgisi, farklı menşelerle ilgilenmesi, Büyükelçi Dr. Rudolf Schmidtin daha güven mektubunu sunmadan KDP Temsilcilik Resepsiyonuna katılması; Diyarbakırda biji Apo, kürdara azadi pankartları ve sloganları altında şehir içmesuyu tesislerinin temelini atması gibi ayrıntılar (!) Türk istihbarat kurumlarının engin hoşgörüsü (!) altında yeni yeni etkinliklerin davetiyesini çıkarmaktadır (22).