Türkiye’nin Mevcut Dış Politikası ve Cumhurbaşkanının AB’ye Karşı Şanghay İşbirliği Örgütü “Resti” !/ Mithat AKAR

Üniversiteli Gençler Burada Yazıyor

Türkiye’nin Mevcut Dış Politikası ve Cumhurbaşkanının AB’ye Karşı Şanghay İşbirliği Örgütü “Resti” !/ Mithat AKAR

İletigönderen mithat akar 1923 » Pzt Kas 21, 2016 23:08

Cumhurbaşkanı’nın ŞİÖ Çıkışı Gerçekçi mi?

Tayyip Erdoğan’ın ve iktidar odağının, son dönemlerde Rusya ile olan ilişkisi ve Asya’ya yönelimi ifade eden açıklamaları, yalnızca Türkiye’de değil, NATO ve ABD’ye bağlı olan ülkelerde de dikkat çekmiş ve Türkiye’nin “eksen kayması” içerisinde olduğunda dair, değişik çevrelerden yorumlar yapılmıştı.
Resim


Gerek Batı gerek de Avrasya’ya yakın olan çevreler, Erdoğan’ın ŞİÖ’yü vurgu yaparak, “AB’ye mecbur değiliz” şeklindeki “köşeli” çıkışını beklemiyordu. Bir kısım odaklar ise bunun beklenen bir çıkış olduğuna dair vurgu yapmaya başladı şimdiden.

En baştan belirtmemiz gerekir ki, ŞİÖ'de ( Şanghay İşbirliği Örgütü'nde ) yer almak yönünde Tayyip Erdoğan'ın "keskin" bir çıkış yapmasını, dağılmak üzere olan AB'ye yönelik bir rest ve ABD'nin bölgesel egemenlik planlarında, Türkiye'yi "masanın dışında" tutmasının bir sonucu olarak okumalı. İktidar odağı, Musul’da masanın dışında kalma riskine karşı ve Suriye’de “müttefik” ABD’den yeterli desteği görmemesinden ötürü, farklı bir ittifak potansiyelini seçenek olarak öne sürüyor. Yani bu çıkışın sebeplerinden biri, iktidar odağının Batı’ya karşı, daha uygun koşullarda pazarlık sürdürebilmesi için, ikincisi ise kendi iktidarını ve yürütme gücünü garantiye almak için, Batı’ya karşı elini güçlendirmeye çalışmak olarak okunmalı.

Peki, Türkiye gerçekten “eksen kayması” mı yaşıyor? Atlantik merkezinin dışında, ŞİÖ bir alternatif olarak bize dış politikada bir seçenek olarak uygun mu? Şanghay, NATO’ya karşı doğru bir seçenek mi? En önemlisi de, mevcut iktidar yapısı Batı’dan ( daha doğrusu ABD’den ) koparak Asya ülkelerine yaklaşır mı?

Bu sorulara cevap vermeden önce, Şanghay İşbirliği Örgütü nedir, nasıl ve hangi koşullarda kurulmuştur ona bir göz atalım. Bununla beraberi bu çalışmada, dış politika ve dış politikanın belirleyeni olan iç siyaset, milli güvenlik algısını inceleyeceğiz. Tabi bu konuların toplamı olan “Müttefik kimdir?” ve “Kimler müttefik olur?” sorularına da yanıt bulmaya çalışcağız?

Şanghay İşbirliği Örgütü ( ŞİÖ ) Nedir?
Resim


ŞİÖ, ABD'nin Kafkaslar ve Asya'daki askeri, siyasi ve ekonomik planlarına karşı, Rusya, Çin ve Orta Asya Türk Devletlerinin ittifak kurduğu bir "İşbirliği Örgütü”dür. Üye ülkelerin tamamına baktığımızda, NATO dışında bir askeri örgütlenmesi olan, yer altı kaynakları zengin, Kazakistan gibi jeopolitik önemi olan ülkeler olduğunu görürüz.

Şanghay İşbirliği Örgütü adlı yapı, adını ilk kez Çin Halk Cumhuriyeti, Rusya, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan'ın 1996 yılında oluşturdukları ve “pakt” niteliği taşıyan toplantı kararı ile duyurdu. Bu zamana kadar Şanghay Beşlisi olarak anılan işbirliği örgütü, 2001'de Özbekistan'ın katılımıyla üye sayısını altıya çıkarttı.

.Mevcut yapısı ile ŞİÖ, Çin Halk Cumhuriyeti, Rusya Federasyonu, Kırgızistan, Tacikistan, Kazakistan, Özbekistan’dan oluşan kurucu üyelerden; Afganistan, Moğolistan, İran, Hindistan, Pakistan’ın yer aldığı gözlemci ülkelerden oluşmaktadır. “Dostluk ve İşbirliği” eksenli oluşturulan ŞİÖ, ileri bir askeri – siyasi nitelik taşısa da, tam olarak bir “PAKT” olmaktan henüz uzaktır.

Dış Politika Neye Göre Belirlenir ve Dış Politikada Milli Strateji Nedir?

ŞİÖ ya da NATO, bir ölçüde dış politika ve güvenlik tercihinin sonucu oluşturulmuş, bir dış politika seçeneğidir. Dış Politika veya dış politikanın belirleyenlerinden biri olan diploması, bir devletin rejimine, iç politikasına, ekonomik, askeri, siyasi ihtiyaçlarına göre belirlenir. Her ülke ve devlet, normal koşullarda, milli menfaatlerinin gereklerine göre bir ekonomik sistem ve buna bağlı bir siyasi yönetim şekline bağlı olarak da, kendi milli misakından başlamak suretiyle, sınır ülkeleri, bölge ülkeleri ve uzun vadede kıta ülkeleri ile ilişki geliştirir.
Resim


Yukarıdaki ilişkilerin bütünü, eğer milli eksende ( yani bir ülkenin milli ihtiyaçlarına ve çıkarlarına göre ) belirlenirse, o ülkenin bağımsızlık ve egemenlik hakkı korunur. Ancak bir devlet – ya da siyasi iktidar – yukarıdaki ekonomik, siyasi, askeri, diplomatik ilişkileri kendi milli ihtiyaç ve gereksinimlerine göre değil de, başka bir ülkenin bölgesel egemenlik ihtiyaçlarına göre şekillendiriyorsa, bağımsızlık ve egemenlik hakkını başka ülke ya da ülkelere devretmiş olur.

Jeopolitik Konum Ve Dış İlişkiler

Ekonomik – siyasi, askeri temeldeki ihtiyaç ve gereksinimler kadar, bir ülkenin jeopolitik konumu da dış ilişkilerde belirleyici rol oynar. Jeopolitik, bilindiği gibi bir ülkenin coğrafi konumu ve coğrafi özellikleriyle ekonomik- askeri, siyasi ilişkileri bütünleştiren bir kavramdır.

Yukarıdaki tanım ve karşılaştırmaları toparlayacak olursak:

Bir ülkenin ekonomik – siyasi birlik veya bunlara askeri birliği de dahil eden “PAKT” kavramını, o ülkenin jeopolitik konumu, ekonomik, siyasi, askeri ihtiyaç ve gereksinimleri, milli menfaatleri, egemenlik ve bağımsızlığını; kendi iç dinamiklerini göz önünde bulundurarak, diğer ülkelerle kurduğu ilişkiler bütünü olarak değerlendirebiliriz.
Bütün bu kavramlara bağlı olarak diyebiliriz ki: “PAKT” kurmak ya da paktlarda yer almak iç siyasetin bir uzantısı olan, diplomasinin doğal sonucu olarak kurulur. Diplomasi ise silahsız savaştır. Nasıl savaş, siyasetin başka araç ve yöntemlerle yürütüldüğü bir faaliyetse, diplomasi de savaşın başka araç ve yöntemlerle yürütüldüğü faaliyettir.
Bu tanımdan yola çıkarsak, diplomasi ve dış ilişkiler, iç siyasetin uzantısı olduğu kadar, milli güvenlik anlayışının da bir sonucu olarak şekillenir.

Bu kadar çok yönlü ilişki biçimini içerisinde barındıran, uluslar arası ve bölgesel ilişkileri incelerken, iç güvenlik, dış güvenlik ( sınır güvenliği ), bunların toplamı olan Milli Güvenliği de, askeri ilişkiler temelinde incelemek, daha zor bir hal almaktadır. Ortadoğu – Kafkaslar ve Balkanlar arasında yer alan, Ortadoğu ve Avrasya’yı bağlayan bir Batı Asya ülkesi olan ülkemiz için, bu değerlendirme daha zor olmakta, daha doğrusu kimileri tarafından anlaşılmak istenmemektedir.

Türkiye’nin Batı’ya Tek Yanlı Bağlanma Süreci:Marshall, NATO ve AB
Resim


Türkiye 1952’de NATO’ya üye oldu. NATO’ya üye olmanın gerekçesi Sovyet tehdidi idi. AB’ye üyelik sürecimiz ise 1963 yılında Avrupa Ekonomik Topluluğu ( AET ) ile Ortaklık Anlaşması imzalamamız ile başlamış, 1987 yılında tam üyelik başvurusunda bulunmamız ile bu süreç hızlanmıştır. Cumhuriyet’in ilanından sonra Batı’ya tek yanlı bağlanma sürecimiz ise daha gerilere dayanmaktadır. Atatürk’ün ölümünden yalnızca altı ay sonra Türkiye; 12 Mayıs 1939’da İngiltere, 23 Haziran’da da Fransa ile iki ayrı bildiriye imza attı. Kimileri buna “Üçlü Bağlaşma” dedi.

1946 BM’ye üyelik sürecimiz ve hemen arkasından 1947 ‘de ABD’nin Marshall Yardım Planı ile Türkiye adım adım Batı’ya bağlandı. Sonrasında da yukarıda bahsettiğimiz 1952 NATO’ya üye oluşumuz, 1963 AET ile ortak anlaşma ve 1987 AB’ye tam üyelik başvurusu ile 1919 – 1938’de inşa edilen “Tam Bağımsızlık” bilinci tırpanlandı.

Türkiye 1923’ten sonra kendi kaynaklarını üreten, ağır sanayiye dayalı kamucu ekonomik modelle kalkınan, kendi barut fabrikaları, uçak ve kamyon fabrikaları olan, ulaşımda hem ucuz hem güvenli olan demiryolu ağını kullanan, milli eğitim ve milli savunma anlayışla kalkınma sürecine girmişti. Ancak Batı’ya bağlanma süreci ile birlikte MİLLİ EKONOMİ, MİLLİ SAVUNMA, MİLLİ EĞİTİM modeli yerine, ABD’ye ve Batı’ya bağımlı bir ekonomi, savunma ve eğitim yapısı Türkiye’ye yerleştirildi.

NATO ve AB Türkiye ‘ye Ne Kazandırdı Ne kaybettirdi?


Türkiye NATO'ya üye olabilmek için, Kore Savaşı'na dahil olduktan sonra, NATO bizi büyük bir iştahla kendi bünyesine aldı. Dönemin ABD Dış İşleri Bakanı Dulles, “Bir Türk askeri bize 23 sente mal oluyor” demişti. Türk Askerinin verdiği 767 şehit, 2111 gazi "müttefikimiz" olan ABD için 23 sentle ifade ediliyordu. 4.500 Türk askerinin maliyeti ‘1.035’ dolar ediyordu. Bu NATO’ya girebilmemizin bedeliydi.

Bütün bunların dışında NATO, Sovyet tehdidine karşı Türkiye’nin, ABD’nin Güney’de bir kanat ülkesi olmaktan başka bir misyon yüklemiyordu bize. “Siz uçak üretmeyin, biz size daha ucuz maliyetle uçak satarız” diyerek işe başlayan Batı, aslına milli savunma sanayimizi bitiren ilk adımı da atmıştı.

NATO Bizi Ne Kadar Korudu?

NATO, Türkiye’nin ulusal güvenliğini sağlamak için dahil olduğumuz bir askeri örgüttü ama, üye olduğumuz dönemden bugüne kadar, olaylar bu gerekçenin tam aksini ortaya koymaktadır.

- 1962’de ABD ve Sovyet Rusya’nın yaşadığı “Küba Krizi”nden sonra, Rusya’yla anlaşan ABD, hava savunma sistemimizi sağlayan Jüpiter Füzeleri Türkiye’nin fikrini dahi alınmadan söktü. Bu olay, NATO’nun “Sovyet tehdidinden korunmak için” değil, ABD’nin bölgesel çıkarları için kurulan bir pakt olduğuna dair yeterli bir veriydi aslında.

- Kıbrıs’ta Türk soydaşlarımıza karşı uygulanan Yunan ve Rum zulmüne karşı bir NATO ülkesi olarak 1964’te harekete geçmek istediğimizde, aynı NATO merkezi bu süreçte “Benim sağladığım imkanlarla, benim bölgesel dengelerimi bozacak bir askeri harekat yapamazsın. Bu askeri harekatınız karşısında, size yönelik bir saldırıda, NATO Türkiye’yi savunmak konusuna ‘isteksiz’ davranacaktır.” Şeklinde bir mektupla, anlayışını ortaya koydu. ( 5 Haziran 1964, Johnson Mektubu )

- 1974’te her şeye rağmen gerçekleştirdiğimiz askeri harekat sonrasında ise Türkiye, askeri ambargo ve misilleme olarak ASALA terör örgütünün desteklenmesi ile karşılık buldu. Türkiye’nin tam olarak denetim altına alınabilmesi için ise 1974 – 1980 arası özellikle gençlik arasında bir kutuplaşma ve çatışma yaratmak, bunu gerekçe göstererek 12 Eylül askeri darbesinin koşullarını olgunlaştırmak “icap etti. “

- 1991’den sonra ise dünya yeni bir güç dengesi ile karşı karşıya kaldı. Sovyetler, kapitalizme iltihak etmiş ( geçiş yapmış ) Sovyetler bağlı olan ülkeler kendi adları ve kendi devletleri ile mevcut yapıdan ayrılmıştı. Bu ayrılmaya dünya “Sovyetlerin dağılması” dedi.

Sovyetlerin dağılmasından sonra ABD ve Batı, Ortadoğu, Kafkaslar ve Asya ülkelerinde gözünü dikti. Sovyetler dağılmış ama “Sovyet tehdidine karşı” oluşturulan NATO, varlığını hala koruyordu.
Çünkü ABD’nin ve Batı’nın Ortadoğu üzerinden Asya’ya egemen olmak ve Asya’yı denetlemek gibi bir amacı ve hevesi var. Bu yüzden yeni düşmanlar, yeni müttefikler, yeni koalisyon güçleri belirlemek ABD ve NATO için acil olarak belirlenmesi gereken konulardı.

ABD’nin ve NATO’nun bu konuda yeni düşmanı: “Radikal İslamcılar”, “diktatörler”, ABD ve “küresel dünya” için tehdit oluşturan akım ve güçlerdi. Ancak ABD’nin tehdit algılaması kapsamında hedef gösterdiği bu ülkelere baktığımızda, bu ülkelerin ABD’nin ve Batı’nın egemenlik ve yayılma planlarına karşı olan, kendi kaynaklarını denetleyen, genelde Batı’ya bağımlı olmayan, yer altı ve yer üstü kaynakları zengin, Ortadoğu ve Asya’da jeopolitik önemi olan ülkeler olduğunu gördük / görüyoruz. Aslında ABD için yeni tehdit, ULUS DEVLETLER olarak tanımlanıyordu.

ABD ve NATO’nun yeni müttefikleri ise ULUS DEVLETLERİ ortadan kaldırmaya dönük örgütlenen ayrılıkçı ve bölücü örgütler, yine ileri – bağımsız devletlere düşman olan gerici yapılar olmaktadır. Türkiye’de bölücü terör örgütü PKK, Irak’ta Barzani, İran’da PKK’nın bir kolu olan PJAK, Suriye’de PYD/YPG… Bu güçler, bir bütünün parçaları ya da birbirine bağlı bileşenlerden oluşan bir aygıt ve aynı zamanda ABD’nin ve Batı’nın “temel aktörleri” olarak Ortadoğu ve Türkiye’deki yerlerini aldılar.
Resim


1991’den bu yana Irak’a ilk saldırıyı düzenleyen ABD, İncirlik üzerinden Irak’ın kuzeyinde konuşlanan PKK’ya açıktan destek vermeye başlamıştır. NATO Ortak Tatbikatı’nda 1 Ekim 1992’de ABD “yanlışlıkla” Muavenet adlı askeri gemimizi vuruyor, 1993’te Jandarma Genel Komutanımız olan Org. Eşref Bitlis’i şehit ediyor ve TSK’nın bu saldırılara mukavemet göstermesine karşılık, TSK ve Türkiye’ye karşı açık – örtülü onlarca operasyon gerçekleştiriyordu. Ki günümüzde Suriye’de, Irak’ta, Türkiye’de faaliyet gösteren bölücü terör örgütü, ABD için açıktan “Koalisyon Gücü” olarak nitelendirilmektedir.

1991’den itibaren Ortadoğu ve Türkiye üzerindeki planlarını adım adım ortaya koyan ABD ve ABD merkezli NATO, günümüzde “22 ülkenin coğrafi sınırlarını değiştirecek” olan Büyük Ortadoğu Projesi’ni açık – kapalı bütün konuşmalarında ve yazılı metinlerinde ortaya koymaktadır. Özelikle 2003’ten sonra Irak’ın kuzeyinde Barzaniye; Suriye’nin kuzeyinde PYD/YPG’ye destek vererek askeri temelde de BOP’u tatbik ettiğini tartışmaya yer bırakmayacak şekilde göstermektedir ABD.

ABD merkezli Batı, 1947’den itibaren, Türk topraklarını adeta müstemleke ( sömürge ) olarak kullanırken, AB ise Türkiye’nin müstemleke olarak kalmasını sağlamak amacıyla, daha uygun koşullar yaratmaya yönelik, Türkiye’ye ve Türk ulusuna dayatmalarda bulunmaktadır. ABD ve AB adeta tarihsel anlamda öfkelerin kusarcasına sözde Ermeni Soykırımını kabul etmemizi, Kıbrıs’tan silahlı mukavemet gücümüzü çekmemizi, Ege’de Yunanistan’a alan açmamızı istemektedirler. Bununla beraber, Türkiye’nin 1984’ten bu yana toprak bütünlüğüne kast eden bölücü terör örgütü, ABD ve AB tarafından, Ortadoğu ve Türkiye’de “Özgürlük savaşçıları” olarak değerlendirilmektedir. Özellikle 2003’ten bu yana ABD’nin “koalisyon gücü” olarak gördüğü bölücü terör örgütü, NATO ülkelerinin geneli tarafından askeri, lojistik ve siyasi temellerde besleniyor.

Bütün bu dayatmalar Ulus Devlet yapısını siyasal anlamda ortadan kaldırmak amacıyla öne sürülen dayatmalar olurken, GB ( Gümrük Birliği ) Anlaşması ile yerli sanayi ve yerli ürünlerimiz değersizleştirilmiş, yabancı ürünlere yönelik daha cazip koşullar yaratılmıştır. Türkiye’nin dışarıdan ekonomik kuşatılmasına olanak tanıyan GB, uygulanan özelleştirme politikasıyla milli kaynaklarımızın ( TEKEL, PETKİM, TÜPRAŞ… ) yağmalanmasına neden olmuştur. Böylece siyasal anlamda milli dinamiklerimiz ortadan kaldırılırken, ekonomik olarak da Türkiye’nin milli kaynakları yabancı devletler tarafından denetlenen bir konuma sürüklenmiştir.

Burada Batı emperyalizminin Türkiye’deki denetimi ve operasyonlarını anlatacak olsak, buna zamanımız da bu sayfalar da yetmeyecektir. Anlattıklarımız sadece, Batı’nın ( NATO ve AB’nin ) Türkiye’nin milli ekonomi, milli savunma ve milli eğitimine karşı yürüttüğü tasfiye planının ana hatlarını oluşturan örneklerin bir kısmını oluşturuyor. Yani ABD ve AB’nin ve bağlı pakt, anlaşma, kurumların bizi getirdiği yer, bununla beraber bu ülkelerin müttefik değil, tarihsel ve güncel olarak düşmanınız olduğunu daha net ortaya koymaya çalışmak.

Avrasya Eksenli Dış Politika ve Bağımsız Milli Strateji

Türkiye’nin nasıl bir dış politika izlemesi gerektiğine dair soruyu yanıtlamadan önce, Avrasya seçeneğinin ilk kez ne zaman gündeme geldiğini ve ŞİÖ’nün bizim için bir alternatif olup olmadığını incelemekte fayda var.

Türkiye’nin “Batı’ya mecbur ve mahkum” olmadığını, “Batı’yı da göz ardı etmeden İran ve Rusya ekseninde Avrasya’ya yönelmemiz gerektiğini” resmi olarak, üst düzeyden ilk kez ifade eden kişi MGK eski Genel Sekreteri Org. Tuncer Kılıç’tır. ("Türkiye'nin Etrafında Barış Kuşağı Nasıl Oluşturulur?" Harp Akademileri Komutanlığı – 8 Mart 2002 )

Resim

Aynı konu, kurduğu asker ilişkiler ve ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik adımlarının Türkiye’nin milli güvenliğini tehdit eden bir risk içerdiğin dile getiren, Genelkurmay Eski Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu tarafından da ifade edilmiştir.

Son dönemde ise özellikle 15 Temmuz iç savaş ve darbe girişiminin ardından, Cumhurbaşkanı tarafından aynı konu yüksek sesle ifade edilmeye başlandı.
Peki, Türkiye Avrasya ekseninde yer alabilir mi? Ya da Erdoğan’ın Batı’ya karşı ŞİÖ’yü alternatif göstermesi, samimi bir yaklaşım mı?

En başta ifade etmemiz gerekir ki, 64 yıllık bir NATO ülkesinin, somut adımlar atmadan, gerekli askeri – siyasi düzenlemeleri yapmadan, başka ülkelerle bir askeri – siyasi işbirliği içerisine girmesi, mümkün değildir. Bu koşul öncelikle kaydedilmesi gereken bir gerçektir.

Diğer bir neden, Türkiye’deki siyasi seçkinlerin ve yürütme gücünün, ŞİÖ’yü bir şantaj ya da Batı’ya karşı koz olarak, söylem düzeyinde kullanması. İktidar odağı, bağımsız bir dış politika seçeneği olarak değil, AB ve ABD’ye duyduğu tepkisel bir yaklaşımdan ötürü, Avrasya’yı adeta “yedekte tuttuğu” bir ittifak potansiyeli olarak görmektedir.

Bu durum, “ittifak potansiyeli” olarak görülen ŞİÖ ülkelerince de, şu anda dahil olduğumuz NATO tarafından da samimi olmayan bir çıkış olarak yorumlanacaktır.

Kime Müttefik Denir ve Kimlerle Müttefik Olunur?

Peki, bu durumda, Türkiye dış politikada nasıl bir yol izlemeli?
Müttefik olmak, tek yanlı bağımlı olmak değil, karşılıklı bağlılık esasına dayanan bir ilişki biçimidir. Bu noktada Türkiye’nin ittifak kuracağı ülke ya da ülkeler, tek yanlı bağımlı olacağı, uğruna kendi milli menfaatlerini feda edeceği ülkeler olmaktan ziyade, milli egemenlik, toprak bütünlüğü, bağımsızlık esaslarına karşılıklı saygı duyulan, dahası bu esasları karşılıklı sağlayan ülkeler olmalı. Bu yönüyle, Türkiye’nin doğru temellerde ittifak kuracağı ülkeler, ilk elden sınır komşusu olan ülkeler olmalı. Çünkü, bir ülkeyi etkileyen ilk dış faktör, sınırının hemen yanındaki diğer ülke ya da ülkelerdir. Tabi ki bu ülkeler, İran, Suriye ve Irak olmalı ( ydı ). Ancak Türkiye’deki iktidar bir iç siyaset yönelimi olarak belirlediği, Suriye Devletine yönelik düşmanlığından ötürü, ittifak kuracağı ilk ülkeyi karşısına almış durumdadır. 2011’den bu yana Türkiye’de terörün güçlenerek devam etmesindeki en büyük etmen, Türkiye’den Suriye’ye ihraç edilen terör ve Suriye’deki istikrarsızlığın bir şekilde beslenmesidir. Dolayısıyla, 911 Km.lik sınırımızın olduğu Suriye’deki istikrarsızlık ve iç savaş, dalgalar halinde yeniden Türkiye’yi vurmaktadır. Mevcut haliyle, hem Suriye’deki rejimi devirmeye dönük saplantılı iç politika ve bunun dış politikaya yansıyan şeklini sürdürmek, hem de Avrasya ekseninde yer alacağımız yönündeki beyanlar kendi içinde çelişki yumağı oluşturmaktadır. Bunun tersi yönünde, Suriye’nin ve Türkiye’nin toprak bütünlüğünü tehdit eden PKK/PYD/YPG’yi “Kara Gücü” olarak gören ABD’yi hala müttefik olarak addetmek ise bu çelişki yumağını daha da çözülemez hale getirmektedir.

Müttefik kavramını yukarıda açıklarken, “karşılıklı fayda” ve “egemenlik – bağımsızlık – toprak bütünlüğü” ilkelerinin karşılıklı korunmasından bahsetmiştik. Ancak yukarıdaki durumda, Türkiye’nin toprak bütünlüğüne kast eden bir ülke “müttefik”, ittifak kurmamız gereken bir ülkenin meşru devlet başkanı ise “düşman” ilan edilmektedir. Halbuki olması gereken tam tersidir. Yani toprak bütünlüğü ve istikrarı korunduğu sürece Türkiye’ye fayda sağlayacak bir ülkenin ( Suriye, İran ) bu konudaki hassasiyetine, kendi milli menfaatlerimizden ötürü destek vermemiz gerekirken, Türkiye’deki iktidar odağı, kendi istikrarımızı bozacak adımlar atmakta ısrarcı olmaktadır. Artık kesin olan bir gerçek var ki, Suriye ve diğer sınır ülkelerindeki istikrar ya da istikrarsızlık, Türkiye’yi doğrudan etkileyen sonuçlar doğurmaktadır. Suriye’de, Irak’ta, İran’da istikrar; Türkiye’de de istikrar demektir. Bu ülkelerdeki istikrarsızlık, Türkiye’de de kaos anlamına gelir.

Acaba Erdoğan, Avrasya’nın bileşenlerinden Rusya’nın doğrudan destek verdiği bir ülke rejimini, Suriye’deki devlet yönetimini, hasım ilan ederek, ŞİÖ’yü, AB’ye karşı nasıl seçenek olarak düşünmektedir?

Toparlayacak olursak… Bir NATO ülkesi olan ve AB’ye girmeyi adeta resmi bir politika haline getiren Türkiye’deki iktidar odağının, NATO’nun tamamen dışında yer alan ve AB’den büyük ölçüde bağımsız politika belirleyen Asya ülkeleri ile hali hazırda bir ittifak kurması, şu an itibariyle mümkün değildir.

Şimdi bana haklı olarak “Yahu hem NATO’dan çıkalım diyorsun, hem de ŞİÖ bizi almaz diyorsun. O zaman ne yapalım?” diye soracaksınız. Cevap vereyim. Atatürk gibi düşünerek bir dış politika seçeneği oluşturarak bir dış politika belirlemeliyiz.

Somut örneklerle durumu açıklayalım.

Yukarıdaki sözleri yinelemek pahasına, yazalım:

Eğer bir ülkenin milli menfaatine olan durum, karşısındaki ülkeye de aynı ya da yakın ölçüde milli menfaat sağlıyorsa; bu ülkelerin devlet veya devletlerinin müttefik olmaması için bir neden yoktur.

Ancak bir ülkenin menfaatine olan durum, başka bir ülkenin milli egemenlik, milli güvenlik, milli bağımsızlık gibi temel var oluş nedenlerine zarar veriyorsa; bu ülkelerin devlet ya da devletlerinin müttefik olması beklenemez.

Ulusal Kurtuluş Savaşı döneminde ve sonrasında ilan edilen Cumhuriyet döneminde Atatürk tam da bu mantıkla hareket etmişti. Bu yüzden yaşadığı dönem boyunca hiçbir Batılı devletle ittifak kurmadı.

Resim

Ancak aynı Atatürk Türkiye, Yugoslavya, Yunanistan ve Romanya arasında devam eden görüşmeler sonucunda Balkan Antantı Anlaşmasının imzalanmasını sağladı (9 Şubat 1934).

Bununla da kalınmadı. 8 Temmuz 1937’de İran, Irak ve Afganistan’la Sadabat Paktı imzalandı.

Sovyetlerle 1920’de başlayan ilişkilerimiz ise 1920’den itibaren Dostluk ve İşbirliği Anlaşması merkezinde gelişme gösteriyordu. İngiltere’ye yaklaştığımız 1939’a kadar da aynı içerikte devam etti.

O dönem düşman Batı’ydı ve Batı’nın hedef aldığı ülkelerle Ankara merkezli anlaşmalar imzalandı. Bu anlaşmalardan Sadabat Paktı’nın maddelerine kısaca göz atalım.

Kürt İsyanlarına Karşı Ortak Tavır: Pakta üye devletlerin tümünün İran'la sınır sorunu bulunmaktaydı. Ayrıca bu sınır sorunları nedeniyle özellikle Türkiye-Irak-İran üçgeninde Kürt aşiretleri sınır tanımayan isyanlar yapmaktaydı. Bu durum, paktın imzalanmasının en önemli nedenidir. Nasıl, bu sorun bir yerlerden tanıdık geliyor mu?

Milli Bağımsızlığa Saygı: Taraflar; antlaşmada genel olarak birbirlerinin iç işlerine karışmayacaklarını, ortak çıkarlarını ilgilendiren hususlarda birbirlerine danışacaklarını, birbirlerine karşı saldırıda bulunmayacaklarını ve sınırlarının korunmasına saygı göstereceklerini taahhüt etmişlerdir. Ancak paktın temel nedeni olan Kürt aşiretleri sorunu, 7. maddenin şu ifadelerinde saklıdır: Bağıtlı taraflardan her biri, kendi sınırları içinde diğer bağıtlı tarafların kurumlarını yıkmak, düzen ve güvenliğini sarsmak veya politik rejimini bozmak amacıyla silahlı çeteler, birlikler veya örgütlerin kurulmasını ve eyleme geçmelerini engellemeyi yükümlenir.

Resim

Yani, günümüz açısından ifade edecek olursak “İyi terörist- kötü terörist” yoktur. Ayrıca “Senin teröristin ‘iyi”, benim teröristim ‘kötü’ “ anlayışı kesinlikle reddedilmiştir.

Toprak bütünlüğünü ve egemenliği tehdit eden ortak düşman karşı, Pakt’a bağlı ülkeler, birbirlerine destek olacaklardır.

Çözüm Yerine

Türkiye, elbette ki Türk ulusunu esarete mahkum eden, kaynaklarını yağmalayan, askeri, ekonomik, siyasi anlamda kendisini müstemleke olarak gören Batı emperyalizmine tek yanlı bağımlılığa son vermelidir. Bunu, Batı’ya karşı bir koz ya da şantaj olarak da değil, bir milli dış politika gereği gerçekleştirmelidir. Ancak, iç politika ile dış politika ( diplomasi ) arasında diyalektik bir bağ bulunmaktadır. Ulus Devletin kurumlarını, anayasanın temel belirleyenlerini, Cumhuriyet’in kurucu ilkelerini ortadan kaldırmaya çalışarak, bağımsız bir dış politika seçeneği oluşturulamaz. Bağımsız bir milli dış politika seçeneği olarak, sınır ülkelerle ( İran ve Suriye ) ve tek millet olduğumuz Azerbaycan ve diğer Orta Asya Türk Devletleriyle, Musul ve Kerkük, Batı Trakya Türkleri ile ittifak kurmalı; eşit koşullarda Rusya gibi ülkelerle de karşılıklı bir askeri- ekonomik işbirliğine gitmeliyiz.

Bütün bunların gerçekleşmesi için Vaşington yerine Moskova’ya ya da başka bir ülkeye bağlanmak, seçenek olarak sunulamaz. ABD merkezli dış politika yerine, Ankara merkezli bir milli dış ve iç politika ortaya koyularak; başta bölge ülkeleri ve Azerbaycan ile sonra da diğer Avrasya ülkeleri ile karşılıklı çıkar esasına dayalı bir seçenek, Türkiye’nin önündeki tek çıkış yoludur.

Atatürk gibi düşünür ve tarihten ders çıkarırsak, sonuçlarıyla ile yüce Türk ulusu tarihi yeniden yazacaktır.

Mithat Akar / Gaziantep

https://www.facebook.com/profile.php?id=100006232153226


Yararlanılan Kaynaklar
TC Dış İşleri Bakanlığı http://www.mfa.gov.tr.
Oltadaki Balık Türkiye – Emin Değer
Kullanıcı küçük betizi
mithat akar 1923
Üye
Üye
 
İletiler: 298
Kayıt: Çrş Ağu 28, 2013 16:18

Şu dizine dön: Gençlik Diyor ki

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 0 konuk

x