Başka dünyalarda gelişmiş canlılar bir gün gezegenimizi ziyaret ederlerse, 'Batı' diye adlandırdığımız bölümünde Türklerle ilgili bilgileri gördüklerinde, akıllı ve mantıklı yaratıklar olarak soracakları ilk soruları tahmin etmek pek zor değil ;
1- Türklerin doğru yaptıkları bir iş ve haklı oldukları bir konu yok mudur ?
2- Bir milletin veya devletin her işi yanlış yapması ve her konuda her zaman haksız olması mümkün müdür ?
3- Böyle bir millet, devlet kurup yönetme işini, binlerce yıl nasıl sürdürebilir ?
Devletimizi yönetenlerin, yabancı devletler hesabına ihanet eden vatandaş gruplarının devlete ve millete zarar vermelerini önlemekten başka hiçbir hedefi olmayan uygulamalarını yorumlama ve eleştirme işini, Türk Milleti'nin karakterine yönelik suçlamalarla yapmayı seçenler, asıl amaçlarının "bağcıyı dövmek" olduğunu, hepimize istemeden itiraf ediyorlar.
Bölücü Kürtler bu tür suçlayıcı sözler yerine, 'kimlik, kültür' gibi, hak arama süsü verilmiş ifadeleri tercih ediyorlar çünkü, suçlamaya kalkarlarsa, kendilerine sorulacak sorularla yüzlerindeki maskelerin düşeceğinden korkuyorlar.
Buna karşılık, kendileri Kürt olmadıkları halde, Türkiye'de yabancı devletler hesabına Kürt ırkçılığı yapmakla görevlendirilmiş olan kişiler, Kürtlerin Türklere karşı kullanılmalarını engellemek için düşünülmüş tedbirlerle ilgili ırkçı suçlamaları ağızlarından hiç düşürmüyorlar.
Fazla zeki olmayan bu insanların, yabancı ülkelerde hazırlanıp ellerine tutuşturulan ilkokul fişi kılıklı slogan ve ezber kalıplarını papağan gibi tekrar etmenin dışında bir marifetleri yok. Ona rağmen, Türkiye'de görüntü, ses ve yazı çıkaran yerler yabancı devletlerin eline geçtiği için, sadece onların yarattıkları bilgi kirliliği ortalığı kaplıyor.
Bu kirlilik kapsamında "Kürt demek ve Kürtçe konuşmak yasaktı" diyerek tartışmada psikolojik üstünlük sağlamaya çalışanlara karşı, nedense "NİÇİN YASAKTI ?" sorusunu kimse sormuyor (Aynı, "Nedir bu Kürt sorunu ?" diye sorulmadığı gibi. Devlete karşı toplu halde isyan edip, 35000 kişiyi katletmeyi haklı gösterebilecek bir tanımı halâ yapılmamasına rağmen, ağızlarda sakız olmaya devam ediyor).
En başta ülkeyi yönetsinler diye kendilerine vekâlet verdiğimiz hizmetkârlar olan cumhurbaşkanı, başbakan, milletvekili gibi politikacıları ve bütün bürokratları havanda su dövmekten kurtaracak çok basit bir soru bu ; "KÜRT DEMEK ve KÜRTÇE KONUŞMAK NE ZAMAN, NİÇİN YASAKLANDI. DAHA ÖNCE, NİÇİN SERBESTTİ ?"
Serbest bırakanlar da, yasaklayanlar da (bu toprakları binlerce senedir yöneten) Türkler olduğuna göre, sorunun Türklerden kaynaklandığı söylenemez. Eğer ortada gerçekten de "sorun çözme" yakıştırması yapılabilecek bir niyet varsa, birbirine taban tabana zıt olan bu iki kararı verdiren sebeplere bakmak ve onlarda görülen yanlışları düzeltmek, en akıllı ve mantıklı çözüm olacaktır.
Sebepsiz sonuç olmaz. Farklı bir sonuca ulaşmak için, sebepte değişiklik yapmanız lazım. Sebebi değiştirmeden sonucu değiştirmeye çalışmanın adı birçok şey olabilir belki de, "ÇÖZÜM" asla.
Geçmişte, kendini azınlık olarak niteleyen kişi ve gruplardan çok sayıda ihanet görmemize ve katliamlara, soykırımlara uğramış olmamıza rağmen, onlara karşı Batılılarda görülen türde bir alerji duymuyoruz. Bu özelliğimiz, sosyal konularda işleri çok kolaylaştırıyor ama, azınlıkları kullanan niyet kötü olduğu için, siyasi alanda zorluklar yaşamaktan kurtulamıyoruz.
Çatışmamaya karar verdiğimizden bu yana bugünkü amaçları sansürlenen veya çarpıtılan Batı'nın, geçmişte bize yaptıkları kötülükleri ve haksızlıkları, yaşattıkları acıları konuşmanın da bir tabu haline getirilmiş olmasının arkasına saklanarak, Batı'da bugün benimsendikleri iddia edilen değerlerin oluşma sürecini hiç hesaba katmadan, geçmişe dair herşeyin bugünkü anlayışla ve sahtekârca yorumlanması çok yanlış.
Fazla ve haksız bir şekilde eleştirilen ve karakterimizden kaynaklanan birer insanlık kusuru, hatta suçu olarak gösterilmek istenen doğru veya yanlış her düşüncenin, davranışın, tedbirin, kuralın, yasanın geçmişe dayalı çok haklı nedenleri olduğu hiç göz ardı edilmemeli.
Sanki dillendirilen bütün sorunlar bizden kaynaklanıyormuş veya asıl kaynak olan "Batı Cephesi"nde herhangi bir düzelme varmış gibi, "Şu kadar senedir çözemedik", "Ne beceriksiziz... İnatçıyız... Statükocuyuz... Çözümsüzlükçüyüz... Kötüyüz, vs." diyerek, bütün tartışma konularında daima geri adım atması gereken ve tavizler vermek zorunda olan sadece bizmişiz gibi bir hava yaratılıyor.
Kendimizi ve haklarımızı savunmaktan niçin vaz geçelim ? Saldırganlar öyle istiyor diye mi ? Biz enayi miyiz ?
Bugün ABD, İngiltere, Fransa, Almanya ve İsrail'den oluşan saldırgan cephede ve onların kullandıkları Rum, Yunanlı, Ermeni ve Kürt denilen maşalarda, düne göre (İsrail'in kurulması hariç) hiçbir değişiklik yok. Bize karşı 1800'de nerede, nasıl duruyorlarsa, bugün de aynı yerde, aynı şekildeler (Sadece, 'sözde müttefik' kadrosunda Almanya'nın yerini, ABD aldı).
Değişim tek taraflı olmaz. Olursa bunun adı 'değişim, gelişim, barış, çözüm vs'. değil, 'YENİLGİ' olur. Bütün o düşünce, davranış, tedbir, kural ve yasanın çıkmasına sebep olan olayların arkasındaki planlar, düşünce ve davranış kalıpları da aynı paralellikte değişmedikçe, değişimi ilerlemeye çevirmenin imkânı yok. Müzikli, sandalye kapmaca oyunu oynamaktan öteye geçemeyiz.
Her yerde gözümüze sokarcasına coğrafi bölünme haritaları dolaştırmaları yüzünden, bütün dikkatimizi coğrafi bölünmeye verip sadece ona karşı mücadele ederken, açılım-saçılım işleriyle farkında olmadan kimlik bölünmesine hizmet etmemeliyiz çünkü, her iki bölünme de sonuçta aynı yapıyı ortaya çıkarıyor ; Kendine özgü bir hedefi ve buna ulaşmak için eylem planı olmayan, etkisi az, ikinci sınıf taşeron bir ülke.
Selçuk Tınaz