TUZ
Koca Musa, ufak boylu, nurlu yüzlü, bembeyaz saçlı- sakallı bir yaşlı kişi. Buranın yerlisi. Çocukları torun torbası burada yaşıyor. Karısıyla küçücük sandallarında ekmek peşindeler bütün gün. Gezgin gezdiren, yüzdüren köyün tur gemilerine koylarda yanaşıp sandaldan satış yapıyorlar. Kekik, nane, adaçayı satıyorlar, naylon torbalara bölünmüş. Olmadı yazma, işlemeli yemeni… Akşamüstleri aynı ufacık sandalla balıktalar. Hayvanlarına otu neyi de bu sandalla taşırlar adacıklardan, ötedeki kıyılardan…
Evden, Koca Musa’ya takılmışlar, elinde tuz torbası, giderken:
“O deniz tuzundan iki avuç bana da versene. Çocuklar burada, yemeklere katalım.”
“Hanıma sormadan veremem, öldürür beni. Bu tuzu o topluyor.”
Sonra geçen akşam bizim eve bir torba tuz getirmiş Koca Musa:
“Hanım başımın eti yedi, Hoca tuz istedi dediğimden beri. “Hoca’ya tuzunu getir de çocukları ağız tadıyla yesinler…” deyip durdu."
Pırıl pırıl, tertemiz bir torba iri tuz. Deniz tuzu. Beyazlığı göz kamaştırıyor. Işıkta güneşin ışınları kırılıyor içinde, öyle bir tuz.
Sabah denizde rastlıyoruz onlara. Koca Musa kendi boyunu geçmeyen küçücük beyaz sandalına uzanmış uyukluyor. Hanımı kıyıda, iskelede. Hanım, kraliyet ailesinden geldiğini söyleyen bir İngiliz’in sahiplendiği, yapılaşmanın yasak olduğu yarımadaya bu kişinin korkusuzca inşaat başlattığı, taşları kayaları dinamitlediği, dağın tepesini yıktırıp, parçalatıp düzlediği, ağaçlarını kestirdiği, doğayı perişan etmekten çekinmediği Türk denizinin, parayla satın alınılır sandığı bir kıyısına, diktirdiği yaftaya önce üste İngilizce, altına Türkçe, “girilemez” yazdırdığı iskelede oturmuş. Buralar gâvurun memleketi (!) ya, parayı basanın malı ya artık son on, on iki yıldır, kıyılar kamunundur, kapatılamaz yasasını da tanımamış eloğlu, durumu iyi bellemiş. Tutmuş kıyıya ayak basmayı yasaklamış, hem de kendi diliyle. Türk yurdunda borusunu öttürüyor. Kaçak yaptırılan bu iskeleye adım atmak yasakmış… Kurtuluş Savaşı yapılmamış sanki bu topraklar için, on binlerce şehit kanıyla sulanmamış her karış toprak sanki…
Koca Musa’nın karısı, güleç yüzlü, geleneksel Türk köylüsü giyimli, hoş sohbet bir hanım. Tuzu nasıl topladığını nerelerden topladığını soruyorum.
“Tuzu ben toplarım. Köyde, başka toplayan yoktur. Ta ötelere giderim, denizin öte yanına, açığa. Kayaların üstünden, yükseklerden toplarım avucumla. Tek elim sakat kaldı, tek elimle toplarım.
Artık eskisi gibi çok tuz yok. Zor bulunuyor. Tuzu Temmuz Ağustos’ta toplarız. Şimdi de vardır ama yağmurlar başlayınca olmaz.
Deniz, sularını yukarlara atar. Sular, taşların yalaklarına dolar. Dolan sular aşağılanır, aşağılanır, kurur. O zaman tuz ortaya çıkar.
Tuzu toplaması zordur. Taşların tepesine çıkacaksın. Ötelere gideceksin. Eskiden sabahtan giderdim açık denize. Akşama kadar bir çuval toplardım. Sırtıma yükler eve dönerdim… Şimdi yok. Tuz çok az…
İsteyene veririm. Bu tuzdan azıcık kendimize ayırdım. Size verdim. Bir de istemişti birine verdim…
Bu tuz şifalıdır. Yarayışlıdır…”
Biz konuşurken rahatı kaçan, uyuyamayan Koca Musa, önce ağzının içinden hanımı duymayacak şekilde bir küfür ediyor. “ Sus biraz be kadın. Çeneni… “ Kendi kendine homurdanıyor:
“Bu karı beni öldürecek.” Bu son sözü duyan hanımı yanıtını vermede gecikmiyor:
“Ya ben senden önce ölürsem?”
Bu sırada boş koya bir gezginci gemisi geliyor, köyden tanıdık. Hanım, ayağa fırlıyor: ”Biz nane, kekik, ne satacağız, hadi kalın sağlıcakla”, diyor.
Uyuklayan Koca Musa hanımının seslenmesiyle kalkıp doğruluyor, küreklere geçiyor. Hanım baş tarafa oturuyor, bağdaş kurmuş durumda. Hemen açılıyorlar. Yaşı olmayan, direnişin, çalışkanlığın, başkaldırışın simgesiymişçesine bu hanım, hiç kıpırdanmadan öyle oturuyor dalgalı denizde, sandalın başında. İki elini göğüs hizasında kaldırmış, yukarı doğru tutuyor, başı gökyüzüne dönük. Hayran hayran izliyorum bu Türk anasını, güçlü, eski kalıtlardaki gibi, oturan ana- tanrıça duruşunu. Yaş yaşamış bu Türk kadınının göz alıcı görkemi başımı döndürüyor. Kulağımıza uzaklardan sesi geliyor:
“Denizi çok seviyorum!” diyor, yüksek sesle. Kendi kendine konuşuyor. “Denizi çok seviyorum!” Yüzme bilmediği söylenen, buna karşı eski sandalıyla en fırtınalı havada bile açık denize çıkan anamıza sesleniyoruz:
“Denizden korkmaz mısın hiç? Biz korkuyoruz.”
“Denizden korkma! Denizden korkma! Denizden korkulmaz!” diyor, üç kez, Türkçeyi inanılmaz güzel konuşan, karşısında kim olursa olsun bir an bile susmayan, anlatmayı çok seven bu Türk anası.
Analarımız, Türkçemizin koruyucu kalkanları. Bu kadınların yetiştirdikleri çocukların, Türkçenin güzelliğinin tadına ermiş, kendi kendilerine yeni sözcükler türetebilen, hiç durmadan gün boyu susmadan konuşsalar Türkçeden bıkmayan bu kadınların dilini mi, o boğazdan hırıltıyla çıkan Arapçaya, ağızları yayan, kocaman yapan, yedi kat el dili İngilizceye çevirecekler bizdeki aymaz siyasetçiler?
Sonra onu, karşıda, gelen iki katlı gemiyi yandan elleriyle tutarken, içeriye bir şeyler satmaya çalışırken görüyoruz. Koca Musa kürekte. Anamız dimdik ayakta…
Feza Tiryaki, 8 Eylül 2014