Ülkemizde Yaşanan Sorunlar Ancak Tam Demokrasi İle Çözülür

Genel & Güncel Konular

Ülkemizde Yaşanan Sorunlar Ancak Tam Demokrasi İle Çözülür

İletigönderen Mustafa Recep » Cmt Eyl 05, 2009 17:36

İstanbul Barosu Başkanı Av. Muammer Aydın, yeni adli yılın başlaması dolayısıyla yaptığı basın toplantısında toplumsal barışın, ancak toplumcu bir bakış açısı ve toplumsal bir felsefe ile sağlanabileceğini söyledi.



Aydın, basın toplantısında mesleki sorunların yanı sıra, yargı ve hukuk sorunlarıyla ülke sorunları hakkındaki görüşlerini açıkladı.



İstanbul Barosu Başkanının basın toplantısında Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Dr. Av. Selçuk Demirbulak, Yönetim Kurulu Üyeleri Av. Handan Doğan ve Av. Turgay Demirci de hazır bulundu.



Başkan Av. Muammer Aydın’ın 4 Ağustos 2009 Cuma günü saat 11.00’da Orhan Apaydın Konferans Salonunda düzenlediği toplantıda yaptığı basın açıklaması şöyle:



“Bir yeni Adli Yıla daha girmekteyiz. Terör, Ekonomik Bunalım, İşsizlik, Hayat Pahalılığı, Eğitim ve Öğretimdeki sorunlar ve Fırsat Eşitsizliği; Çarpık Kentleşme, Sağlıksız Çevre, Sosyal Güvensizlik, v.b. sorunlar yumağı içinde olan ülkemizin en ciddi sorunlarından biri de Hukukun Üstünlüğü ve Yargı Bağımsızlığı İlkesinin yeterince kurulamamış, kurumsallaşamamış olmasıdır.



YENİ ADLİ YILA BİRÇOK SORUNLA GİRİYORUZ...



Yeni adli yıl başlarken mesleğimizin ve genelde hukukçuların temel sorunu ülkemizdeki hukuk eğitiminde yaşanan sıkıntılardır. Hukuk eğitimindeki plansızlık ve bu plansızlığın yol açtığı sorunlar her geçen gün alabildiğine büyümektedir. Bugün için Eğitim-Öğretim etkinliğini sürdüren 56 Hukuk Fakültesi ve 25.000 hukuk öğrencisi mevcut olup, bu fakültelere her yıl 6.000 yeni öğrenci alınmaktadır. Her yıl ortalama 5000 mezun ve lisans diploması verilmekte ve gençler hukuk dünyasında iş olanakları ararken “en kolay ulaştığı meslek olarak” da “stajı göstermelik, sınavı kalkmış” avukatlığı seçmektedirler. Dünyada avukatlık için salt hukuk fakültesi diplomasını yeterli bulan ender ülkelerden biriyiz. Sayısı her geçen gün artan ancak eğitimin nitelik ve niceliği değişmeyen hatta giderek gerileyen hukuk fakültelerinden, neredeyse her mezun olanın, avukat olduğu ülkemizde, “Avukatlar“ çoğaldıkça büyüyen ve kendi mesleki geleceğini sıkıntıya sokan bir yapıya doğru hızla ilerlemektedirler. Hukuk eğitimini fakülte açmak olarak algılayan anlayışa tepkilerimizi ve hukuk eğitimi kalitesine yönelik eleştiri ve önerilerimizi yıllardır bıkmadan dile getiriyor ve her fırsatta yineliyoruz. Bilinmelidir ki, köklü, kalıcı ve kapsamlı bir yargı reformu, öncelikle “hukuk eğitimi”nin nicel ve nitel değişiminden geçer.



Bugün Avukatlar, Avukatlık Mesleği ve Barolar büyük sorunlar yaşamaktadır. Daha staj aşamasında çalışma yasağı olan ve sosyal güvenceden yoksun üyelerimiz, mesleğe başladıklarında da ağır vergi yükleri ve masraflarla karşı karşıya kalmakta, geçim derdine düşmekte, kendi sosyal ve mesleki sorunları yanında yargının ağır ve giderilemeyen sorunları ile de boğuşmak zorunda bırakılmaktadır.



Aslında biliyoruz ki, mesleğin sorunlarından bir kısmı ülkemizdeki demokratik yapılanmanın bozuk olmasından, Adil Yargılanma Hakkı, Hukukun Üstünlüğü ve Yargı Bağımsızlığı ilkelerinin tam ve gereği gibi uygulanamamasından doğmaktadır.



ADALETE ERİŞİM ve CMK ÖDEMELERİ



Bilindiği gibi ‘Adalete Erişim’in kolay ve ucuz olması hatta ücretsiz olması “Adli Yardım”ın etkinleştirilmesi çağdaş ve gelişmiş ülkeler demokrasisinin, temel ilkeleri arasındadır. Bizde de CMUK ile başlayan ve CMK ile gelişen bir Adalete Erişim uygulaması başlangıçta çağdaş ülkeler standardındaydı. Ancak Siyasi İktidar bunu da halkımıza çok görerek sürekli yasa değişiklikleri yaparak, kaşıkla verdiği hakları kepçe ile geri aldı. Sonunda hem sistemi kuşa çevirdi ve hem de burada görev yapan avukatları mağdur ederek zorunlu müdafiliği angaryaya dönüştürdü. Bugün CMK’da görev alan meslektaşlarımız zaten çok düşük olan ücretleri almak için 6 – 8 ay ve 1 yıl sürelerle Cumhuriyet Savcılarının imzalarını bekler oldular. Bir anlamda Cumhuriyet savcıları CMK da görev yapan meslektaşlarımızın ita amiri konumuna getirildi. Bu durum artık kabul edilemez sonuçlar doğurmaya başladı. Bu nedenle 4.000 meslektaşımız emeğinin karşılığını ve yaptığı masrafları alamadığı gibi bir de İstanbul gibi bir metropolde “mutad vasıta” denilen günlük vasıtalarla göreve gitmeye zorlanmışlardır. Ayrıca aldıkları masraflar nedeniyle geriye yönelik haksız ve mesnetsiz vergi yükü ( STOPAJ ve KDV ) ile karşı karşıya bırakıldılar. Şu anda yaşanılanlar nedeniyle, İstanbul genelinde hiçbir avukat haklı gerekçelerle görev kabul etmezken ve yargının iş yükü daha da artarken, bu işin asıl mağduru vatandaş olurken, Sayın Adalet Bakanı ve Maliye Bakanlığı Müsteşarı ile yapılan görüşmelere karşın, bilinen bu duruma ve sorunlara hala çözüm üretilmemiştir. Aradan geçen bunca zamana karşın sorunların henüz çözümlenememiş olması ve bu sorunlarla yeni adli yıla başlamış olmak Hukuk Tarihimiz için bir utanç sayfası olacaktır.



SAĞLANAMAYAN YARGI BAĞIMSIZLIĞI ve HSYK



Ne yazık ki ülkemizde bugüne değin ‘Yargı Bağımsızlığı’ tam olarak sağlanamamış ve çeşitli hukuk kurumlarının eleştirileri ile sürekli karşılaşmıştır. Bugün geldiğimiz noktada Yargı Bağımsızlığı kavramı her günkünden daha da geriye gitmiş ve siyasi iktidarın ‘el atması’ noktasına gelmiştir. Hâkim ve Savcıların yasal ve demokratik sesi ve örgütlenmesi YARSAV’ı kapatmak için uğraş veren anlayış, YARSAV Başkanı hakkında da mesnetsiz türlü iddialarla soruşturmalar açarken, hakkında yüzlerce yakınma olan savcı ve hâkimler için hiçbir işlem yapmamaktadır. Siyasi İktidarın yargıya el atması, HSYK’daki 7 üyeden ikisinin Adalet Bakanı ve onun Müsteşarı olmasından ve bu kurumun kararlarını nitelikli çoğunlukla yani 5 üye ile almak zorunda bulunmasından kaynaklanmaktadır.



Adalet Bakanlığı’nca hazırlanan ve içeriği tam olarak bilinmemekle birlikte Basına yansıyan Yargı Reformu Taslağında yer alan; Anayasa Mahkemesi üyeleri ile HSYK üyelerinin Meclis tarafından seçilmesini öngören düzenlemeler, Yargı Bağımsızlığını zedeleyici niteliktedir. Meclisin çıkardığı Yasa ve Kararları denetleyen bir yüksek mahkeme üyelerinin, Meclis tarafından seçilecek olması, bu mahkemenin bağımsızlığını ortadan kaldıracaktır. HSYK üyelerinin Meclis tarafından seçilmesi de Yargıyı Yasamaya bağımlı kılacağından, kabul edilemez. Kuvvetler ayrılığı ilkesi gereğince Yasama, Yürütme ve Yargı’nın birbirlerinin alanlarına müdahalede bulunması düşünülemez. Taslakta öngörülen düzenlemeler, bu anlamda demokrasinin olmazsa olmaz koşulu, “Erkler Ayrılığı” ilkesine ters düşecektir. HSYK Yargıç ve Savcıların özlük işlerini, atama ve yükselmelerini yürütmekle yetkilendirilmiş bir kurul olup bu kurulun özerk bütçesi, özerk yönetimi ve kendine bağlı müfettişleri ile sekretaryasının, siyasi baskılardan ve etkilerden uzak olması yargı bağımsızlığının temel öğesidir.



Son günlerde gündemimizi işgal eden HSYK ve kararları hakkında bir kısım basında yer alan karalama ve iftiralarla bu kurum tamamen baskı altına alınmak istenmiş, birkaç Savcı ve Yargıcın yerlerinin değişmemesi için siyasi iktidar HSYK’yı kilitlemeyi göze almıştır. Siyasi iktidar önümüzdeki dönemde de “Yargı Reformu” adı altında HSYK ve Anayasa Mahkemesi, Danıştay ve Yargıtay’ın yapısını da değiştirerek kendi anlayışına uygun, dilediği kişileri yerleştirmek isteyecektir. Bağımsız yargı ve tarafsız adalet ilkelerine ve objektif ölçütlere aykırı bu durum kabul edilemez ve bunların gerçekleştirilmesi halinde nesnel bir yargı reformundan söz edilemeyeceği gibi, bu sisteme de hukukun üstünlüğüne dayalı bir DEMOKRASİ denilemez.



Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun; 20.11.2007 günlü kararında Hâkim ve Savcılara verilen görev ve tanınan yetkiler kullanılırken, ulusal hukuk normları ile birlikte evrensel hukuk normlarına da bağlı olduklarına kuşku bulunmadığı belirtilmekte ve Bangalor Yargı Etiği İlkeleri ve Savcılar İçin Etik ve Davranış Biçimlerine İlişkin Avrupa Esasları ‘Budapeşte İlkeleri’ne tabi olarak görevlerini yerine getirmeleri gerektiğine dikkat çekilmektedir. Bu kapsamda HSYK’nın bu denli karar alamaz duruma getirilmesi ve Adalet Bakanı ile Adalet Bakanlığı Müsteşarının HSYK toplantısının karar sayısına etki eden üyeleri olmaları nedeniyle hem Anayasa’nın Yargı Bağımsızlığını düzenleyen 138, 139 ve 140. maddelerine, hem Anayasanın ruhuna ve hem de Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6. Maddesine açıkça aykırılık oluşturmaktadır.



YARGILAMADAN KAYNAKLANAN YANLIŞ UYGULAMALAR SAVUNMA HAKKINI ZEDELEMEKTEDİR…



2005 Yılında yürürlüğe giren TCK ve CMK henüz arkalarında yeteri kadar Yargı Kararları desteğini bulamamıştır. Bu nedenle kimi uygulamalar, Yargıtay denetiminden geçmemiş olmasına karşın tüm ülkede ve neredeyse tüm davalarda genel uygulama haline gelmiştir. Birçok savcı ve yargıç da kendine özgü usuller, yöntemler oluşturarak, soruşturma ve kovuşturmalarda bu tür uygulamaları sürdürmektedirler.



CMK aslında suçluların hukuku değildir. Anayasa ve temel ceza hukuku ilkesi olan “suçsuzluk karinesi” gereğince, suçu kanıtlanana kadar kişi suçsuzdur. Bu nedenle iddia ile başlayan yargılamada CMK’da yer alan haklar ile savunma, iddiaya yanıt vermektedir. Ancak savunmanın başladığı yerde müdafilerin, sesinin kesilmek istenmesi; ne kadar demokrasi ve ne kadar hukukun üstünlüğü ilkesine sahip çıkıldığının ve savunmaya ne kadar saygı duyulduğunun göstergesidir!



Gerçekten CMK’nın 149. Maddesi soruşturma evresinde suçlanan kişiyi savunmak üzere en çok üç avukatın hazır bulunabileceğini belirtmekte ve kovuşturma evresi için de bir sınır getirmemektedir. Bu konu Yasa Koyucunun tercihidir. Buna karşın görülmekte olan birçok davada, Mahkemelerce bu yasa hükmüne açıkça aykırı biçimde kabulü olanaksız ara kararları alınmış ve DURUŞMALARDA DA üç avukattan başka avukatın görev ve söz alamayacağı genel uygulama haline getirilmiştir. Bu durum savunma hakkının kısıtlanmasıdır; Adil Yargılanma Hakkı ile bağdaşamaz.



Ayrıca 149. Maddenin 3. Fıkrası soruşturma ve kovuşturma evrelerinin her aşamasında avukatın ifade alma ve sorgu sürecinde şüpheli ya da sanığın yanında olma ve hukuki yardımda bulunma hakkı engellenemez demektedir. Bu hüküm, maddenin gerekçesinde biraz daha açılarak izah edilmesine karşın, ne mahkemelerin fiziki yapısı ne de yargılama makamlarının anlayışları buna uygun değildir. Nitekim ülkemizde mahkemelerde yasal bir engel olmamasına rağmen meslektaşlarımızın savunma ve ifade alma sırasında müvekkilleri ile yan yana oturma konusundaki talepleri reddedilmektedir. Oysa “savunma”, insanlar için vazgeçilmez kutsal bir haktır. Savunmasız yargılama olmaz ve savunmayı dışladığınız zaman geriye salt yargısız infaz kalır. Bu nedenle savunmanın tam ve eksiksiz yapılması ve sanığın savunma hakkından yararlanabilmesi için her aşamada Avukat ile şüpheli/sanığın dokunma mesafesi içinde bulunması ve yan yana olması Adil Yargılanma Hakkının gereğidir. Bunu yasaklayan bir yasa ve CMK hükmü de yoktur. Aslında istenen mağdura ve katılana tanınan haklardan fazlası da değildir. Bu nedenle mahkemelerin yasal düzenlemelerin mevcudiyetine karşın kendiliğinden usul ve yöntem geliştirmesi, ben yaptım oldu anlayışından öteye gidemez ve bu hukuka uygun olmayan durumun, savunma alanı içine el atması hoş görülemez ve içe sindirilemez.



Yine CMK’nın 183. Maddesi; “180 inci Maddenin beşinci fıkrası ile 196ıncı Maddenin dördüncü fıkrası hükmü saklı kalmak üzere, adliye binası içerisinde ve duruşma başladıktan sonra duruşma salonunda her türlü sesli veya görüntülü kayıt veya nakil olanağı sağlayan aletler kullanılamaz. Bu hüküm, adliye binası içerisinde ve dışındaki diğer adlî işlemlerin icrasında da uygulanır.” demektedir. Bu hüküm mahkemenin de ses ve görüntü kaydı ve tespiti yapamayacağını göstermektedir. Çünkü madde metninde mahkemenin ayrık tutulmadığı açıkça görülmektedir. Örneğin; Silivri Davalarının görüldüğü duruşma salonunda, yasanın bu açık hükmüne karşın 360 derece dönebilen ve her şeyi kaydeden bir sistemle görüntü kaydı yapılmakta; Hâkimler, Savcılar ve Avukatların önlerindeki her türlü evrak net olarak görülebilmektedir. UYAP (Ulusal Yargı Ağı Projesi) sisteminde olduğu gibi bu yolla da Yargının gözetlenmesini kabul etme olanağı bulunmamaktadır.



Diğer yandan CMK’nın 219. Maddesi ise, duruşma için tutanak tutulacağını ve bu tutanağın mahkeme başkanı veya hâkim ile zabıt kâtibi tarafından imzalanacağını, duruşmada yapılan işlemlerin teknik araçlarla kayda alınması halinde, bu kayıtların vakit geçirilmeksizin yazılı tutanağa dönüştürülerek mahkeme başkanı veya hâkim ile zabıt kâtibi tarafından imzalanacağını düzenlemektedir. Teknik kayıt ile amaçlananın görüntülü ve sesli kayıt olmadığı açıktır. Teknik kaydın anlamı steno, sesi yazıya çeviren sistem gibi anında tutanağa dönüştürülebilen bir yöntemdir. Ancak birçok ağır ceza mahkemesinde bu sistem kurulmuştur ve yine, sesli ve görüntülü bu kayıtlarla tespit edilenler ancak üç hafta sonra tutanağa dönüştürülebilmektedir. Oysa madde düzenlemesinde “bu kayıtlar vakit geçirilmeksizin mahkeme başkanı veya hâkim ile zabıt kâtibi tarafından yazılı tutanağa” dönüştürülür, denmektedir. “Vakit geçirilmeden” kavramının karşılığının ise bir gün sonra ya da üç hafta sonra olarak algılanamayacağı da açıktır. Bu yasal gerek de ne yazık ki yerine getirilmemekte şüpheli ve sanıkların savunma hakları kısıtlanmaktadır.



Bu arada Silivri Davaları bilindiği gibi önce Silivri Cezaevi Kampusu içinde yapılmakta iken daha sonra spor salonu duruşma salonuna dönüştürülmüş ve böylece cezaevi yerleşkesi ile ilişkisinin kesildiği ifade edilmiştir. Oysa gerçek durum böyle değildir ve duruşma günlerinde oradaki Meslektaşlarımızın üzerlerindeki cep telefonları girişte alınmakta ve tam bir günü bulan duruşma sırasında meslektaşlarımızın dışarı ile diğer müvekkilleri ile büroları ile iletişimleri kesilmektedir. Beşiktaş’taki özel yetkili Ağır Ceza Mahkemelerinden birisi olan bu mahkemeye de diğer mahkemelerde olduğu gibi telefonla girebilmek mümkün olmalıdır. Yasakçı bu zihniyeti ve olanları kabul edebilmek mümkün değildir. Bu konu avukatlık mesleğine bakış ve avukatın bağımsızlığına saldırı niteliğinde olup “ Savunma Hakkı ve Adil Yargılanma Hakkı “ ile de bağdaşmamaktadır.



AVUKATIN DURUŞMALARDA AYAĞA KALKMAMASI…



Ayrıca yargılama esnasında tüm davalarda her söz alışta yerli yersiz Avukatların ayağa kalkması istenmekte, ayağa kalkmadan konuşan meslektaşlarımızın bu davranışı sanki mahkemeye hakaretmiş gibi algılanmaktadır. Oysa yargılamanın üçayağını oluşturan iddia, hüküm ve savunmanın birbirlerine bir üstünlükleri yoktur. Bu üçlünün birbirine karşı saygıda kusur etmesi için bir neden de yoktur. Avukatlar birlikte görev yaptıkları hâkim ve savcılara karşı insani ve görevden doğan, makama ilişkin nezaketi göstermektedirler; ancak aynı nezaketi asgari seviyede dahi olsa görememektedirler. Unutulmamalıdır ki, yargılamanın bu üç unsuru, vatandaşa karşı olduğu gibi birbirlerine karşı da asgari nezaketi göstermek zorundadırlar. Nitekim yasada salt “hüküm fıkrası okunurken” ve “yemin” esnasında herkesin ayağa kalkacağı düzenlenmiştir. Bunun dışında avukatın ayağa kalkmasını düzenleyen bir norm ve düzenleme yasalarda yoktur. Bugüne kadar oluşan teamül nedeniyle ayağa kalkan Avukatlar bundan böyle yasada belirtilen haller dışında, nerede oturup nerede ayağa kalkacaklarına kendileri karar vereceklerdir. Bunun savunma üzerinde bir baskı unsuru olarak sürdürülmesi, sırf oturduğu yerden konuştu diye avukatların haklarında Bakanlığa ve Baroya şikayette bulunulması ve duruşmalardan çıkartılmaları kabul edilemez. İstanbul Barosu olarak hukuka aykırı bu uygulamaların takipçisi olacağımız bilinmelidir.



SAVUNMA HAKKININ ÖZÜNE DOKUNULAMAZ



CMK 135. Madde İletişimin tespiti, dinlenmesi ve kayda alınmasını düzenlemektedir. Bu maddeye( 135/2 ) göre şüpheli ya da sanığın tanıklık yapmaktan çekinebilecek kişilerle yaptığı konuşmalar kayda alınamaz. Yani CMK 45. Maddeye göre şüpheli ve sanığın nişanlısı, evlilik bağı kalmasa bile şüpheli ve sanığın eşi, kan hısımlığından ya da kayın hısımlığından alt ve üst soyu ve şüpheli ve sanığın 3. Derece dâhil kan veya ikinci derece dâhil kayın hısımları ve sanık veya şüpheli ile evlatlık bağı bulunanlara ilişkin dinleme yapılamaz ve kayıt altına alınamaz. Kayda alma gerçekleşmişse alınan kayıtlar derhal yok edilir. Bu hükme karşın bu doğrultuda alınan ifadeler iddianamelerde yer almakta ve bile bile suç işlenmektedir. Ayrıca CMK 136. Maddeye göre şüpheli ve sanığa yüklenen suç dolayısı ile avukatının bürosu, konutu ve yerleşim yerindeki telekomünikasyon araçları hakkında 135. Madde hükmünün uygulanamayacağı düzenlenmiştir. Yine birçok meslektaşımızın müvekkili ile ilgili olarak yaptıkları savunma hazırlıkları ve kanıt toplama faaliyeti sırasında yaptıkları konuşmaları dinlenmiş ve bunlar da iddianamelerde yer almıştır. Bu durum başta Anayasa ve AİHS olmak üzere hem kutsal hak ve özgürlüklerden sayılan Savunma Hakkının özüne dokunmakta ve hem de CMK’nın 46 ve 136. Maddelerine açıkça aykırılık oluşturmaktadır.



SAVUNMA OLMADAN DEMOKRASİ VE ADALET SAĞLANAMAZ…



Ayrıca CMK’nın 134, 135 ve 140. Maddesinde yer alan hükmün de yasaya aykırı uygulandığını önemle belirtmek gerekir. Yasaya göre Bilgisayarlarda, Bilgisayar programlarında ve kütüklerinde arama, kopyalama ve el koyma ile Telekomünikasyon yoluyla yapılan İletişimin Denetlenmesi ve de Teknik Araçlarla İzleme ancak başka suretle kanıt elde etme olanağı bulunmaması durumunda başvurulacak bir yöntem olarak düzenlenmiş iken bu maddeler hiçe sayılarak suç teşkil eden uygulamalar yapılmıştır. Bu maddelerin gerekçelerinde uygulamanın “Ultima Ratio” yani “son çare” olarak yapılacağı belirtilmişken, 6 Bin sayfaya ulaşan kamuoyunca bilinen davada üç iddianamede de nerede ise bu yöntemlerle elde edilmiş “kanıtlar” mevcuttur. Yani “Ultima Ratio” olarak uygulanacak bir madde ben yaptım oldu mantığıyla “Prima Ratio” yani “ilk çare” olarak uygulanmıştır. Diğer yandan bu yolla toplumda tüm vatandaşlar üstünde korku ve sindirme politikaları uygulanmış, Hâkim ve savcılarımızın da her fırsatta suç şüphesi olmaksızın dinlendikleri ve korku, baskı, sindirme ve yıldırmaya maruz bırakıldıkları bilinmektedir.



Kesin olarak bilinmelidir ki meslektaşlarımız mesleklerini ifa etmekte ve görevlerinin gereği hak ve hukukun korunması adına savunma yapmaktadırlar. Unutulmamalıdır ki her mesleğin altındaki unsur insandır ve bir mahkemeyi mahkeme yapan ve adaletin gerçekleşmesini sağlayan da savunmanın varlığıdır. Savunma olmadan demokrasi ve adil yargılama olmaz, adalet sağlanamaz.



MAKUL SÜRENİN AŞILMASI- PEŞİN CEZA



Geçmişte olduğu gibi bugün de yargının büyük sıkıntılar içinde bulunduğunu biliyor ve bir kez daha ifade ediyoruz. İcra daireleri mevcut adliyelerin bodrum katlarında olup iş yükleri altından kalkılamayacak boyutlardadır. Buralar girilemez, görev yapılamaz durumdadır. Personel, yer ve araç yokluğu nedeniyle icra dairelerinde işler durma noktasına gelmiştir. Adliyeler de yer yokluğu sebebiyle gereksinim duyulan mahkemeler kurulamamakta, çok uzun duruşma günleri verilmekte, takviye personel gönderilememekte, savcı ve hâkimler için oda bulunamamakta, aynı odada birden çok savcı ve hâkimin oturması zorunlu hale gelmektedir. İş çokluğu ve personel yokluğu nedeniyle işlemler zamanında yapılamamakta, kararlar süresinde yazılamamakta, sorumlu olarak da savcı ve hâkimler görülerek haklarında soruşturmalar açılmaktadır. Ceza ve Tevkif Evlerinde uygulama yanlışlıkları, yargılamanın makul sürelerde bitirilememesi ve tutuklamalarda makul sürenin aşılması, tutuklamanın tedbir yerine, peşin cezaya, infaza dönüştürülmesi nedeniyle kapasite üstünde tutuklu ve hükümlü bulunduğundan insan haklarına ve yasal düzenlemelere aykırı olarak insanlara eza ve cefa yapılmakta ve adeta bir suça ikincil cezalar çektirilmektedir. Personel ve araç yokluğu sebebiyle tutuklular mahkemelere zamanında getirilemediğinden, yasal hakları kısıtlanmakta ve uzun süre tutuklu kalmalarına neden olunmaktadır. UYAP (Ulusal Yargı Ağı Projesi) sistemi, yapılan iyileştirmelere karşın hala sorunlu ve yakınmalara neden olmaktadır. UYAP konusundaki yakınmaların bir an önce giderilmesi gerekmektedir. Keza sistemin Adalet Bakanlığı denetiminde olması nedeniyle yargının gözetlenmesinden dolayı yargı bağımsızlığı da tehdit altındadır. UYAP sisteminin Adalet Bakanlığı’ndan alınarak HSYK kontrolüne verilmesi, yargı bağımsızlığının olmazsa olmaz koşuludur.



TOPLUMSAL BARIŞ...



Bugün ülkemizde özlenen ve beklenen mezhepler, dinler, ırklar arası barış mıdır yoksa ‘Toplumsal Barış’ mıdır? Yakın tarihimizde ve bugün bu topraklarda dinler, mezhepler ve ırklar arasında bir gerilim, bir savaş yoktur. Ülkemizin gereksinimi toplumsal barıştır. Toplumsal Barışın temelini ise o ülkedeki sosyal sınıflar arasındaki farklılıkların, sosyal dengesizliklerin giderilmesi ve aradaki uçurumun azaltılması ve de her alanda fırsat eşitliğinin sağlanması oluşturur. Saptamalarımıza göre bugün yüzeysel, dış destekli ve dayatmacı bir barış süreci yaşanmak, yaşatılmak isteniyor. Oysa toplumsal barış ancak toplumcu bir bakış açısı ve toplumcu bir felsefe ile çözülür.



Dünyada bütün savaşların, kavgaların temelinde paylaşım bozukluğu ve ekonomik çıkar çatışmaları vardır. Barışın sağlanması için de tüm paylaşım bozukluklarının düzeltilmesi, ekonomik çıkar çatışmalarının törpülenmesi, yok edilmesi, eşit ve çağdaş bir düzen kurulması, Toplumsal Barış için yeterli olacaktır.



TAM BAĞIMSIZLIK...



Biliyoruz ve istiyoruz ki, hangi ad altında olursa olsun, bu ülkede huzur ve barış mutlaka ama mutlaka sağlanmalıdır. Ve bunu hep birlikte başarmalıyız. Bunun için atılacak adımlar, ülkemizde yaşayan tüm yurttaşları kapsayıcı, kollayıcı ve birleştirici olmalı, ancak ayrıştırıcı ve bölücü etnisite tanımlarından kaçınmalı, Türk Ulusu ve Türk Milleti olarak herkes ve her kurum kendine düşen GÖREVİ yapmalıdır. Ancak bunlar yapılırken ülkemizin ULUSAL değerlerinden vazgeçilmemesi gerektiği de UNUTULMAMALIDIR. Bu nedenle de barışın yanında olurken, ülkemizi Mustafa Kemal’in İşaret ettiği “TAM BAĞIMSIZLIK” ilkesinden Ulus devlet, Laik ve Üniter yapımızdan geri götürecek eylem ve işlemlerin karşısında olmayı da sürdürmeliyiz.



ULUS BİLİNCİ KORUNMALIDIR...



Ülke olarak önemli, tehlikeli ve dayatılmış projelerle karşı karşıyayız. Bir yandan Laiklik ve Çağdaşlık karşıtı öte yandan etnik bölme ve parçalamayı hedefleyen güçler, iç ve dış işbirlikçileri ile hedefe hızla yaklaşmaktadır. Öyle ki Cumhuriyetimiz her yönüyle ileriye dönük, temelinde ulusal egemenlik, demokrasi ve tam bağımsızlık harçları ile donatılmış, büyük bir toplumsal değişim, dönüşüm ve gelişimi sürdürmeyi hedeflemekte iken birileri bizlere durağan, zaman zaman geriye dönen, çağdaş ve uygar dünyanın değerlerinden ayrılmış ve en kötüsü bağımsızlığını yitirmiş, karanlık bir dünya içinde sorunlar yumağı ile boğuşan bir ülke olmamızı layık görmektedir. Ne yazık ki Siyasi İktidar da bu gerçekleri görmekten hayli uzak bir politika sergilemektedir.



Türkiye Cumhuriyeti’ni oluşturan en önemli ilke ‘Ulus Bilinci’nin yaygınlaşmış olmasıdır. Yine Atatürk’ün altını çizdiği ve Anayasamızda da karşılığını bulan Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye Halkına Türk Milleti denir sözü, her etnisiteden yurttaşın yıllarca bir arada barış içinde yaşama isteğinin temel kaynağını oluşturmaktadır. Farklı etnik kökenlerden gelenlerin kendi kültür ve dillerini yaşamalarında bir sorun yoktur ve de olmamalıdır. Ancak bu etnik ve kültürel farklılıkların dışarıda hazırlanan plan ve projelerle desteklenmesi ve azınlık hakları gibi gösterilmeye çalışılması en başta ülkemizin kuruluş antlaşması olan Lozan’a ters düşmektedir. Diğer yandan bugün için tutuklu şüpheli ve sanıkların savunma hakkı ve adil yargılanma hakkı kapsamında müdafileri ile görüşmeleri ve savunma hazırlamaları bile sorun oluşturmakta iken bölücülükten hükümlü olan bir kişinin birilerince muhatap gösterilerek “Kürt Açılımı” için yol haritası hazırlaması ve bunu rahatça sergilemesi demokrasi ve düşünce özgürlüğü ile açıklanamaz. Kaldı ki, önceden ne olduğu belli olmayan şimdi de içinin boş olduğu anlaşılan açılımı fırsat bilen birileri, terör örgütü ve başını taraf olarak göstermektedir ki, bunun kabul edilebilir yanı yoktur.



CUMHURİYET’İN DEĞERLERİNİ SAVUNANLAR CESUR OLMALIDIRLAR.



Yukarıdaki açıklamaların bir bölümünde kanıtlardan söz ettik. Hukuka aykırı bir biçimde toplanan kanıtlar “sözde kanıt”tır. Yasaya, usule, yönetmelik ve yöntemlere aykırı olarak toplanmış kanıtlar başka türlü nitelendirilemez. Bugün kavram kargaşası yaşanan bir davanın iddianamelerinde milyonların katıldığı yasal “Cumhuriyet Mitingleri”, sözde toplumsal refleks olarak nitelendirilmektedir. Bu niteleme hukuki ve hukuka uygun değildir. Cumhuriyet’e ve değerlerine inanan herkes, Atatürk İlke ve Devrimlerine, laikliğe sahip davranış biçimleri göstermeli ve yargı mensupları da bu değerleri cesaretle savunmalı ve korumalıdır.



Bu arada görevlerini yapan Erzincan Başsavcısı, Sincan Ağır Ceza Hâkimi, Kartal Sulh Hukuk Hâkimi vb gibi haksız ve mesnetsiz soruşturmalara uğrayan; yasalara aykırı davrananlar hakkında işlem yaptıkları için siyasi baskı ve sindirmeye maruz kalan yargı mensuplarımızın içine düşürüldükleri durumu kabul edebilmemiz de mümkün değildir.



Daha dün, Anayasanın 3. Maddesinin değiştirilemeyeceği kuralının kaldırılmasını dile getirmeye cesaret edemeyenler, bugün bir cesaret örneği daha göstererek Anayasanın 3. Maddesi kalkmadıkça yani “Türkiye Cumhuriyeti Devletinin ülkesi ve milleti ile bölünmez bir bütündür” hükmü değişmedikçe demokrasinin kurulamayacağını ileri sürmektedirler. Böylece hem ABD’nin ve hem de AB’nin ülkemizi Demokratikleştirmek için uğraştıklarını, bir kısım halkın ayrılma, bölünme ve bağımsız ayrı bir devlet kurma hakkı tanınmadıkça, demokratikleşemeyeceğimizi ileri sürerek yaptıklarından aldıkları güçle yüksek sesle haykırmaktadırlar.



ÇAĞDAŞLIKTAN GERİYE DÖNÜŞ...



Genelde ülkemizin, yargının ve özelde de Avukatlık Mesleğinin bazı sorunlarından söz ettik. Aslında bu sorunların tümünü sıralamak sayfalara sığmayacaktır. Ancak bu sorunları temelde demokrasi sorunundan ayırma olanağı da bulunmamaktadır. Bütün sorunların anası demokrasi eksikliği sorunudur. Siyasi iktidarlar demokrasiyi salt kendi iktidarlarının sonsuzluğu olarak görmektedirler. Bunun sonucu olarak da yurttaş hakları, toplumsal haklar, temel hak ve özgürlükler bir bir yok edilmektedir. Bugün ülkemizde temel bir demokrasi sorunu vardır. Sosyal ve Laik Hukuk Devleti yerine basit çizgileriyle bir Polis Devleti inşa edilmiştir. Ülkemizde TRT ve RTÜK diye özerk olması gereken kurumlar kalmamış, bilim yuvası olması gereken Üniversiteler cemaatler ve yandaşları ile doldurulmuş ve yönetimlere bu kişilerin gelmesi sağlanmış/sağlanmaktadır. YÖK deyim yerinde ise YOK olmuş, akıl ve bilimin değil siyasi iktidarın ve cemaatlerin bir organı gibi çalışmaya başlamıştır. YÖK bilim kaygısı ile değil siyasi iktidara yaranma kaygısı ile görev yapmaktadır. Eğitim sistemimiz ‘ÖĞRETİMİN TEKLİĞİ’ ilkesinden ve yasasından uzaklaştırılmış, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin burs verdiği 15.000 öğrenci hakkında inceleme başlatılmış, Sendikalarımız ve Demokratik kitle örgütlerimiz sindirilmiştir. Yasal haklarını kullanarak gösteri yapmak isteyen demokratik kitle örgütlerine ise gözdağı verilmekte, Cumhuriyet Mitinglerini tertip edenler ve katılanlar suçlu sayılmaktadır. Kısaca tüm değerler ters yüz olmuş, kişiler, kurum ve kuruluşlar üzerinde baskı ve sindirme politikaları uygulanmış ve taraflı kişiler, kurumlar yaratılmış; bir kısım basın yalan, iftira ve karalama kampanyaları ile toplumu bölmek için var gücüyle çalışmakta ve bunlara direnen kişiler ve kurumlar nerede ise kalmamıştır.



Ülkede demokrasi, hak ve temel özgürlükler salt birey bazında ele alınmakta o da göstermelik olarak yapılmaktadır. Toplumsal özgürlüklerin tümü; başta grev ve toplu sözleşme hakkı olmak üzere yok edilmiştir.



TAM BAĞIMSIZ TÜRKİYE TARAFSIZ YARGI...



Bu sorunlu ve acı tablo ile bir adli yılın daha başındayız. İstanbul Barosu olarak tarihsel geçmişten ve Yasamızdan aldığımız güçle DEMOKRATİK, SOSYAL ve LAİK HUKUK DEVLETİNİN tesis edilmesi için tüm sorumluluklarımızın bilincinde olarak ulusumuzu, aydınlarımızı ve Cumhuriyetin tüm kurum ve kuruluşlarını, ÇAĞDAŞ UYGARLIĞA, TAM BAĞIMSIZ TÜRKİYE’YE, BAĞIMSIZ YARGI VE TARAFSIZ ADALETİ gerçekleştirmeye ve bunun için CUMHURİYET DEĞERLERİYLE, ATATÜRK İLKE VE DEVRİMLERİ doğrultusunda çalışarak güçlü bir demokrasinin yerleşmesi adına HUKUKUN ÜSTÜNLÜĞÜNE DAYALI ve GERÇEK ANLAMDA YARGI REFORMUNUN SAĞLANMASI çalışmasına davet ediyor ve bu uğurda yılmadan özenle demokratik kurallara uygun davranarak hukuksal mücadeleyi sürdüreceğimizi kamuoyuyla paylaşıyoruz...



Saygılarımızla...”



İSTANBUL BAROSU BAŞKANLIĞI

http://www.istanbulbarosu.org.tr/Detail ... =1&ID=4404
AMERİKANCI GENERALLER DEĞİL KEMALİST PAŞALAR İSTİYORUZ!
Kullanıcı küçük betizi
Mustafa Recep
Üye
Üye
 
İletiler: 417
Kayıt: Çrş Tem 09, 2008 13:11
Konum: sakarya

Re: ÜLKEMİZDE YAŞANAN SORUNLAR ANCAK TAM DEMOKRASİ İLE ÇÖZÜLÜR

İletigönderen alamancı » Cmt Eyl 05, 2009 17:53

tam demokrasi hepimizin istegi. ancak demokrasiyi hedefe ulasmak için sadece bir araç olarak gören virüs benzeri kadrolasmaci dinci fasist çetelerle demokratik yöntemlerle mücadele edilebilirmi büyük bir soru isareti. zaten poliste kadrolastilar polisi askeri dengelenyen bir güç olarak görüyorlar. hukuktada kadrolasmayi bitirdikleri zaman ki su siralar ugraslari budur demokrasiyi mumla ara ki bulasin. bu ülkenin aydin insanlarinin eli kolu demokrasinin prensipleriyle evrensel degerleriyle bagli ama dincilerin degil. bunuda ayni din gibi sonuna kadar sömürüyorlar. böyle giderse eninde sonunda asker duruma el koymaya mecbur kalabilir. elin almani bile uyandi. ne demisti eski Almanya içisleri bakani islamcilar için: demokrasinin bütün imkanlarini demokrasiye karsi kullaniyorlar.
Kullanıcı küçük betizi
alamancı
Üye
Üye
 
İletiler: 241
Kayıt: Pzt Mar 02, 2009 13:45

Re: ÜLKEMİZDE YAŞANAN SORUNLAR ANCAK TAM DEMOKRASİ İLE ÇÖZÜLÜR

İletigönderen bezgin » Cmt Eyl 05, 2009 18:41

Elin Almani uyandi da sanki kendileri desteklemedi gericileri. 11 Eylül'ün Arap ajanlarindan tut da, Hilafetcilere ve Fetoculara kadar her türlü zararli örgütü beslemdiler mi?

Tam demokrasi tam bir yalandir. Hem de kendi kendimizi inandirdigimiz bir yalan. Tam demokratik bir devletin kosulu tam bagimsiz, kendi adina karar verebilen bireylerden olusmasidir. Ne Avrupa'da ne de dünyanin baska bir yerinde böyle bir demokrasi göremiyorum.
İşgâlciler ölmeli! :turkiye:

"Bir ülkenin nüfusunun yarıya yakın bölümünün bir bölgede, dörtte birinin bir şehirde yaşaması, başlı başına tezgahtır."
Kullanıcı küçük betizi
bezgin
Genel Yetkili
Genel Yetkili
 
İletiler: 1394
Kayıt: Prş Eki 30, 2008 1:35

Re: Ülkemizde Yaşanan Sorunlar Ancak Tam Demokrasi İle Çözülür

İletigönderen Mustafa Recep » Pzr Eyl 06, 2009 18:22

İstanbul Brosu işte bu tam demokrasinin sağlanması için üzerine düşen vazifeyi hakkıyla yapmaktadır ben sizlerden baroya destek ve teşekkürler mailleri atmanızı rica ediyorum.

Bugün ülkemizde hukuk mücadelesi veren eşsiz bir kurumdur istanbul barosu ve değerli üyeleri. Muammer Aydın çok cesur çıkışlar yapmaktadır, bence biz sade vatandaşlarda destek olmalıyız.
AMERİKANCI GENERALLER DEĞİL KEMALİST PAŞALAR İSTİYORUZ!
Kullanıcı küçük betizi
Mustafa Recep
Üye
Üye
 
İletiler: 417
Kayıt: Çrş Tem 09, 2008 13:11
Konum: sakarya

Re: ÜLKEMİZDE YAŞANAN SORUNLAR ANCAK TAM DEMOKRASİ İLE ÇÖZÜLÜR

İletigönderen alamancı » Pzr Eyl 06, 2009 19:28

bezgin yazdı:Elin Almani uyandi da sanki kendileri desteklemedi gericileri. 11 Eylül'ün Arap ajanlarindan tut da, Hilafetcilere ve Fetoculara kadar her türlü zararli örgütü beslemdiler mi?

Tam demokrasi tam bir yalandir. Hem de kendi kendimizi inandirdigimiz bir yalan. Tam demokratik bir devletin kosulu tam bagimsiz, kendi adina karar verebilen bireylerden olusmasidir. Ne Avrupa'da ne de dünyanin baska bir yerinde böyle bir demokrasi göremiyorum.


dogrudur Almanya basta bunlari Türkiyeye karsi siyasi bir koz ve santaj niyetine besledi ama o zamanlar siyasi islamcilarin dönüp dolasip kendi demokrasileri için bir tehlike olabilecegini düsünmemislerdi. sonra uyandilar ve önlem almaya basladilar. dincilerin genç nesillerin beyinlerini yikayaraktan hizli dogurup virüs gibi çogalma potansiyelini küçümsemislerdi.
Kullanıcı küçük betizi
alamancı
Üye
Üye
 
İletiler: 241
Kayıt: Pzt Mar 02, 2009 13:45


Şu dizine dön: Genel - Güncel Konular

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 0 konuk

x