UYDURUKÇAYI DAYAT ANAM BABAM! DAYAT!

UYDURUKÇAYI DAYAT ANAM BABAM! DAYAT!

İletigönderen Feza Tiryaki » Pzt Mar 02, 2015 12:44

UYDURUKÇAYI DAYAT ANAM BABAM! DAYAT!


Bir uydurukçuluk salgını çıktı, başa bela. Başımızda onca tasa varken, bir de böyle bir tasa, ağrı, üzgü, acı… İşin içinden nasıl çıkılır, bu kadar kötücüllükle başa çıkılabilir mi, bilinmez. Ortalıkta kol geziyor:

Bir sürü uyduruk dil, uyduruk kimlik, uyduruk haber, uyduruk kahraman, yazar, çizer, yönetici, uydurukça söz…


Uydurukçuluk almış başını gidiyor. Gün, gerçeklerin değiştirildiği, toplumun algısıyla doludizgin oynandığı gün… Sanki kıyamet günü…

“O denilen şey; uyduruk, ona kanma! Dayattıkları öğreti uyduruk! Duyurulan doğru değil, yalan, uydurulmuş, aslı astarı yok denilenlerin; her duyduğuna kanma, aldırma, algını koru!” demekten, uydurukçularla uğraşmaktan canımız çıkıyor.

Kaç yıldır ortaya sürdükleri bir uyduruk durum var: Osmanlıcılık. Arkasından Osmanlıca uyduruk dili geliyor.

Çok bilmişler ahkâm kesmeden, Türkçesiyle dersek, bilir bilmez konuşmaya kalkışmadan Türkçenin kötülüğünü isteyen uydurukçular, bu "Osmanlıca" uydurmasını açıklama için, değerli bir yayına baş vuralım. İlk baskısı 1958 yılında yapılan, 1962 yılı basımı Muharrem Ergin’in İstanbul Üniversitesi yayınlarından çıkan, “Osmanlıca Dersleri” kitabında, Osmanlıcanın tanımını arayalım.

Büyük boy, sarı saman kâğıda baskılı bu çok kalın kitabın, sayfa sayısı belirsiz. Nedeni şu; arkası sağdan sola, kitabın başı soldan sağa dizilmiş. Kitap “Eski Yazı” başlığıyla başlıyor. Birinci bölüm “Eski Yazı” üzerine. “Harfler, işaretler” diye başlayıp, diğer bölümlere geçiliyor. “Arapça unsurlar”, “Farsça unsurlar”, “Yazı çeşitleri”, “Aruz” bölümüyle sürüyor, “Metinler”le son buluyor. Arkadan sağdan sola başlayan kısmında “Metinler ve Alıştırmalar” yazıyor. Ara ara üstleri Türkçe açıklamalı eski yazı örnekleri:

Yirminci asır Türkiye Türkçesi, On dokuzuncu asır Osmanlıca, on sekizinci asır Osmanlıca… Böyle böyle on ikinci asıra kadar geliyor. Her dönemin örnek yazıları başka, Arap harflerinin görünüşleri, değişik. Kimi çok eğri büğrü, kimi dikçe, kimi süslü, kimi yaygın, geriye yatık…

Kitabın hiçbir yerinde, başlıkları dışında “Osmanlıca” sözü yok. Bu sözü diyenler, “Eski yazı” demek istiyorlar.

Orada şöyle açıklanıyor bu tanım: “Türkiye Türkçesinin yeni yazısı bugünkü latin harfli yazı, eski yazısı da arap harfli yazıdır.” Sonra, Arap harflerinin Türkçeye neden uygun olmadığı açıklanıyor:

“Bu alfabede Türkçe için bir yandan lüzumundan (gereğinden) fazla bir konsonant (sessiz- ünsüz) kalabalığı, öte yandan birkaç konsonantı bir tek işaretle karşılamak gibi yetersizlikler vardı. Vokal işaretleri( sesli- ünlü) ise Türkçenin zengin vokal sistemini karşılamaktan çok uzaktı.”

Arkasından-alıntıları kitaptaki yazımıyla değiştirmeden aldım- şunlar deniyor:

“Şekil bakımından da arap harfleri iyi bir yazı vasıtası olmaktan çok uzaktır. Harflerin başta, ortada ve sonda ayrı ayrı şekillere girmeleri yüzünden büyük bir işaret kalabalığı ile karşılaşılır.”

Bu bölümde, eski yazı için denilen, iyice şaşırtıcıdır, ürkütücüdür:

“Büyük harf, küçük harf gibi harf şekilleri, dolayısıyla belirtici unsurları da yoktur. Bütün bunlar bir alfabe için kusur sayılırlar.”

Bu söze ne diyeceksiniz:

“Eski yazının imlâ (yazım) an’anesi ( kurallar) de Türkçeye hiçbir zaman uygun olmamıştır.” Sonra durum özetleniyor:

“Gerek bu kusurlu, sistemsiz ve gelişi güzel imlâ, gerek arap harflerinin uygunsuzluğu ve yetersizliği Türkçeyi asırlarca yarısı yazılıp yarısı yazılmayan, yazılan kısımları da tam sarih(açık) olmayan bir dil halinde tutmuştur.”

Eğer durum böyleyse, bu “Osmanlıca” dedikleri ne? Hani memurlara, öğretmenlere, bu yıl, ikinci dönemde, kursları açılan, katılımı kamu çalışanlarına zorunlu olan, gelecek eğitim öğretim yılında da liselere zorunlu ders olarak konulacak ders, “Osmanlıca” neyin adıdır?

Ele geçirdikleri, değiştirdikleri Atatürk kurumunun (TDK) sözlüğünde yazılı:

Osmanlıca: “Osmanlı Türkçesi”.

Daha açıklamalısı şöyle: “Anadolu’da ve Osmanlı devletinin yayıldığı bütün ülkelerde kullanılmış olan, Arapça ve Farsçanın etkisinde kalan Türk dili.”

İş gene değişti. Şimdi ne bu Osmanlıca? Yazı dili mi? Arap harfli yazının adı mı? Osmanlıca demek,“Eski Yazı” demek mi? Yoksa, Osmanlıca Türk Dil Kurumu sözlüğünde yazıldığı gibi, “Arapça Farsça etkisindeki Türk dili” mi?

Okullarda hangisini öğretecekler? Arapça Farsça etkisindeki dili diyorlarsa, bunun adı Osmanlıcaysa, neden öğretilecek bu gazeller, kasideler, şarkılar? Memurlar bunu neden kurs görerek öğrenecekler? Neden öğretilecek bunlar en küçük kamu görevlisinden en yükseğine kadar tüm çalışanlara? Genellikle nazım(şiir) tarzı yazılan, konuşma değil, yazın (edebiyat) dili olan bu dille ne öğretebilirler? Aşk – şarap şiirlerini neden öğretecekler? Ne işe yarayacak?

Yok, eski yazıyı öğreteceklerse, neden adını koymuyorlar yapacakları işin?

Sonra eski yazıyı neden öğretecekler? Gerekçesi ne? Öğrenen, bu öğrendiğini, o da öğrenebilirse eğer, ne yapacak? Nerede kullanacak? Ne işine yarayacak?

Saklamayın:

“Eski yazı, kamuda zorunlu dildir,” deyin. “Bundan böyle, eski yazıyla yazışılacaktır!” deyin. “Okullarda okuma yazma, eski dile dönecek!” deyin! “Devletin yazı dili, değişti!” deyin. “Arap harflerine geçildi!” deyin. “Türk yazı dilini kaldırdık, rafa koyduk!” deyin!

Neden, uyduruk nedenler sıralıyorsunuz? “Eski yazıyı öğrenirsek mezar taşı okuyacağız, mezar taşı okutacağız, bir sabah kalktık baktık ki, mezar taşları okunamıyor, dilimiz yok, seksen altı yıldır mezar taşları okuyamıyoruz!” diye mezar taşı ağıtları yakıyorsunuz?

Denilenler aslında şu: “Şöyle de şöyle, böyle de böyle. Dediğimiz dedik, çaldığımız düdük! Yandaşlar, karındaşlar, havuzumuzdan doyan tıkınan havuzdaşlar; bir süre daha aptal rolü oynamayı sürdürün! Soru moru sormayın!

Anlayın artık: Biz Türk yazı dilini geriye döndüreceğiz. Türkçenin egemenliği buraya kadar! Yapacağımız dönüşüme, çözüm sürecine Türkçe uymuyor, açılıma yakışmıyor, bu nedenle ilk önce, ivedilikle, Türkçe yazı dilinin yürürlükten kaldırılması gerekiyor. Türkçeye uymayan o garip imleri, örümcekli yazıları pek yakında yeniden size dayatacağız!”

Bu noktada belleğimiz duruyor. Akıl fikir bizi bırakıp gidiyor. Uydurukçuların elinde sirk palyaçosundan beter duruma düşüyoruz…

Dediklerini yapıyorlar da. Hiç şakaları yok…

Radyo dinleyenlerin bilecekleri bir örnek vereceğim. Bu anlayış, elindeki her olanaktan sonuna kadar yararlanıyor. Bu, radyo oluyor, televizyon oluyor, kitaplar oluyor, gazete yazıları oluyor… Açılışlardaki sözlü, görüntülü gösteriler oluyor. Vali, süt dağıtılan ilkokul sınıfına girmiş. Elinde tebeşir, sınıfın kara tahtasına, eski yazıyla “Süt için” yazıyor. Kameralar çekimde. Resim gazetelerde, haberlerde, tüm yurtta. Yaptıracakları defileler bile bu konuda kullanılıyor. Nisan ayında Anadolu Selçuklu Giysileri adlı defileleri var. Uluslararası bir defile olacakmış, Konya’da. Baş mankeni de bir ünlü çıplak.

Radyo dinlerken, anlatacağım bu duruma tanık oldum.

TRT Nağme, -bu iktidarın açtığı bir müzik kanalı-akşamları dinlenemiyor. Akşam oldu mu, burada kafa tütsüleme başlıyor. Devletin, tek Türk müziği dinlenebilen yayını, bu yayınla, TRT 4 ortak radyo yayını. Bir de TRT Türkü var. TRT radyoları, gündüzleri yandaş haberleriyle iç bayıltıyor, geceleri de, Türk Sanat Müziği yayınlarında, sinsice “Osmanlıca” dayatmalarıyla, eski dile övgüleriyle deyim yerindeyse karın ağrıtıyorlar…

Bir akşam, yine radyoyu açtım, duyurdular: “ Türk Müziği İstekleri.” O yavaş yavaş genizden konuşan, dedem sesli kişi başladı açıklamaya. Oysa yaşı ellilerde imiş. Yayını hemen kapatacaktım, sinirlerim iyiydi anlaşılan, dur biraz dayanayım, dedim. Araştırdım. Bu yayını, hep bu kişi sunarmış. Ne kadar sıklıkla diye sorarsanız, sanırım bu tür yayınlar her akşam. Birbirine benzeyen bu tür yayınlara, gece, belli bir zaman diliminden sonra mutlaka rastlıyorsunuz. Bir bakıyorsunuz, yayının adı, “ Can veren pervaneler”, bir başka gece adı, “Musikiye dair” oluyor. Pazartesileri, “Klasik Türk Müziği dinleyici istekleri!” Yayının adı, algı karıştırıyor. Dinleyici istiyormuş. İstekmiş bu çalıp söyledikleri meğer. Bu tür müziği, dinleyici istiyor da ondan bu kadar yer veriyorlar, sizi bu yüzden yüzlerce yıl geride, saraylarda, sultanlarla, sarayın hafızlarıyla, bilmem ne efendilerinin, şeyhlerinin eserlerinde gezindiriyorlar sanıyorsunuz. Bazıları canlı yayınmış gibi alkış eklentili. Alkışları duyunca, anlamadıkları eski dille müzik dinlemenin meraklısı ne de çokmuş, ne kültürlüymüş millet, bir bizim haberimiz olmamış, bir biz cahil kalmışız, diyorsunuz…

Tek bir sözü anlaşılmayan şarkı sözlerini şiir gibi önce baştan sona okuyorlar. Bir de çevirmezler mi? Çoğu saçma sapan, aşk, şarap, kaş göz, saç baş övme sözlerini, sözleri yazana hayranlıktan taparcasına, su içer gibi yudum yudum, çok değerliymişçesine söylemeleri yok mu? Dinlerken içiniz bayıyor…

Ayda yılda bu tür müzik yayını yapsalar anlarsınız. Burası devletin yayını, para kazanma, reklam alma sorunu olmayan, vergilerle ayakta duran bir yayın. Arada, önemli günlerde ağır mı ağır “Kültür yayını” yapıyorlar demek, yapsınlar, karışmayın anam babam, bir bildikleri vardır elbet, der, geçeriz. Öyle değil, bunlar radyoyu da kuşatmışlar. Yıkıcı mı, gülünç mü, yoksa acınacak durum mu desek, o Osmanlı sevdasını başlattıklarından beri, yer gök Osmanlı. Sorulmaz mı? “Ne bu, her akşam temcit pilavı gibi?”

Dinletide, sunucu, söyleyici, dinletiyi yönetici, yapımcı olan kişi, yayına önce padişah eserlerinden girer, ağalardan, sadrazamlardan, bilmem ne efendilerden çıkar… Yüzlerce yıl öncenin müziği. Bayram değil seyran değil, her gece bu, ne alaka? Yüzyıl mı değiştirdik? Dilimiz mi değişti? Osmanlı mı olduk; nasıl olunuyorsa?

Sözleri değiştirilmeden, tek sözcüğüne ilişilmeden, küf kokan, anlaşılmayan sözlerle, eski zamanın tınısıyla izinsiz dalıyorlar evimize… En nihayet radyoda yayın yapıyorsunuz, dergâhta, tekkede, özel bir mecliste, özel mektepte medresede… değilsiniz. Ulusal bir yayın bu, radyoda müzik yayını. Adınız : Türk Müziği yayını. Hani nerede Türk’ün Türkçesi? Bu tür müziği sevenler zaten bir avuç kişi. Gençlerimizi yıllar önce, popla, arabeskle, Türkçe sözlü- sözsüz hafif batı müziğiyle zaten kopardılar müziğimizden… Türk Müziği’nin geride kalan sevenlerine ilişmeyin bari. Her akşam ne istiyorsunuz bu milletten? Burası kafa yıkama yeri değil… İş yaparken, bir şeyle uğraşırken, yolda giderken, yolcuyken, oyalanma, eğlenme, güzel zaman geçirme için o radyoyu açıyorsun… Karşına birden bu tür yayın çıkıyor. Sunucu o ağır tumturaklı, ermiş sesiyle her okunan parçanın önce bir güzel Osmanlıcasını( Arapça –Farsça – az birazcık da Türkçe karışık) okur, tek sözcüğünü anlamadığın ölü dili dinletir de dinletirler… Ben de bunun yayınına en fazla on dakika dayanırım. Bir baş ağrısı, mide bulantısıyla da çat diye kapatırım…

Ülkenin başına çöreklenen anlayışın sevdiği müzik türü bu, size söz düşmez, deyin, anlayalım. Dediğiniz gibi olsaydı, kaç- ak Saray’da sanatçı diye ağırlananların başında, gazinolar kraliçesi namıyla tanınan, alaylı(okullu değil) bir şarkıcı kadın gelmezdi. Pop müzikle söylerken oynayan, dans kralı sanlı bir adam, uyduruk sözlü şarkılar okuyan, modası geçmiş bir pop müzikçi eskisi, magazin basınının dilinden düşmeyen bir kadın pop müzikçi, kısaca böyle bir yığın arabeskçi, sanatçı sanıyla çağrılmazlardı oraya, huzura... Gerçek böyleyken, beğeniler bu çerçevede iken, radyoların bu durumu, eski sanat, eski müzik diye diye kendilerini paralamaları niye?

Tanıtımlarını bile başka bir dille yapıyorlar. Osmanlı saray diliyle, bugünün görevleri açıklanıyor:

Bu yayını sunan, istek (!) şarkıları okuyan kişi: Türk Mûsıkîsi Vakfı Mütevellî Hey‛eti Üyesi, İTÜ(İstanbul Teknik Üniversitesi) Türk Mûsıkîsi Devlet Konservatuvarı’nda Türk Müziği solfej-nazariyâtı ve repertuar-üslûp dersleri öğretim görevlisi.

Bu kadar eski dilden sonra birden Türkçeye geçilmiş: “Öğretim görevlisi.” Bu tıpkı, Osmanlıcıların, Cumhuriyetle sorunu olanların, ülkeyi bölme çalışmalarına, eski dilden ad verme yerine, “açılım, süreç” gibi öz Türkçe sözler kullanmaları gibi bir şey. Oldu olacak, öğretim görevlisi sözünü de ağdalı dille yazsana! Görev adları, eski dildeki Arapça- Farsça yazım kurallarıyla yazılmış, Türk dil devrimiyle Türkçede Türkçe kuralların uygulandığı, ad tamlamalarının Türkçe kurala göre yazıldığı unutulmuş. Bu da bir görev adı: “Akis Ensemble” genel sanat yönetmeni.

Yanlış anlaşılmasın, bu kişiler pek değerli sanat adamları, kadınları olabilirler. Yayınlarını sırf sanat adına yapıyor olabilirler. Birilerinin eli altında kullanılmaları, amacı belli kafa tütsülemeye severek hizmet edilmesi, burada acı olan şey…

Alın size bir kaside, 17’nci yüzyıldan. Sözlerini anlamıyorsunuz, anlasanız bile bu sözler size ne verecek? Bu tür yazının(edebiyat) konusu genellikle aşk ve şaraptır.

“Gamzen ne dem ki tîğ çeküp hûn-feşân olur / Uşşâk-ı dil-figâra ecel mihribân olur.”

Türkçeye (Abdülkadir Karahan)çevirmişler, çevirilerinin Türkçesi de bize yabancı, sözler anlamsız geliyor…

Yan bakışın, ne zaman ki, kılıç çekip kan dökmeye başlar; yüreği yaralı âşıklara ecel acır, şefkatli bir dost olur.

Bu lise 2’den alıntı, Lale Devri’nden, Nedim’den, adı Şarkı:

“Yine oldum esirî âh bir şîh-ı sitem-kârın / Ki dilber sevmemiş bilmez belâsın âşık-ı zârın / Ne kâfirliklerin gördüm ben ol zülf-i siyeh-kârın/ O ebrûnun o zâlim gamzenin ol çeşm-i mekkârın”

Türkçesi, Türkçeleştirilebildiği kadarıyla şöyle:

"Ah yine tutsağı oldum zulmeden bir şuhun(serbest, oynak kadın) / Ki dilber sevmeyen bilmez acısını inleyen âşıkın / Ne kâfirliklerini (acımasız) gördüm ben o günah işleyen siyah saçın/ O kaşın o zalim gamzenin o hileci gözün”

Bu da Osmanlıcayla, yani Arapça –Farsça karışımıyla Türk’ü kötüleme imiş. Ben söyleyenlerin yalancısıyım. Benim zamanım değerli. Zamanımı böyle uyduruk dilin uydurukça sözleriyle geçiremem:

“Bir edeplik etse bir şahsı bed / Ta’nedip derler ki ana Türkim-i küned”

Kötü bir davranışa, “Türklük etme!” denirmiş, eskiden, bu sözlere göre. Alın bir aşağılanma daha…

Unutmayın tek kaç-ak Saray’da yapılmıyor Osmanlı gösterileri, eski asker giyimlilerin silahlarıyla merdivene, yol boyuna dizilmeleri; her alana sızılmış…

Yukardaki parçalar okul kitaplarından. Şu an zaten okutuluyor bunlar derslerde edebiyat dersi diye.

Şimdi bir bilene sormalı, “Osmanlıca Osmanlıca” derken ne diyorlar? Bir söyleyin!

Aşk –şarap nağmeleri düzdürmeyi mi?

Ulusu eski yazıya döndürmeyi mi?


Bir söyleyin anam babam, bir söyleyiverin de bilelim, hangisini?

Feza Tiryaki, 1 Mart 2015
Kullanıcı küçük betizi
Feza Tiryaki
GM Yazarları
GM Yazarları
 
İletiler: 1012
Kayıt: Sal Kas 09, 2010 14:12

Şu dizine dön: Feza TİRYAKİ

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 1 konuk

x