UZAĞI GÖRMEK
Eski öğrenci çalışma kâğıtlarında buldum bu açıklamayı. Bir hayvan öyküsünün arkasına yazılmış, öğrencilere öğüt niyetine:
“Uzağı görenler, korkulu sonu sezinlerler. Alâmetlerine (belirti), işaretlerine (bellilik) bakarlar, bilirler. Nice tehlikesiz gibi görünen şeyler vardır, tehlikenin kumkumasıdırlar (kaynağı).”
Uzak, bir kaç anlamlıdır. Bir anlamı, gelecek, öte, yakında olmayan, bizimle arası olan. Bir diğer anlamı da, başka, birbiriyle ilgisi olmayan. Hem, uzak – yakın, göreceli kavramlardır. Kişiye, duruma, zamana göre değişir uzak. Öyküdeki uzağı görmek ise, gelecekle ilgilidir. İşin sonunu görmek… İşin nereye varacağını, sonunda ne olacağını önceden görmek… Zamanı gelince yaşayan zaten görecektir o bilinmeyen sonu… Geleceği dürbünle, teleskopla, büyüteçle göremeyiz. Bunun için bir aygıt bulunmamış. Tek yol, düşünerek, öğrenerek, bilgileri değerlendirerek, akıl yürüterek bir sonuca varmaktır.
Öyküde, aslan yaşlanmış, kötülemiş. Av peşinde koşmak zorlaşmış onun için. Düşünmüş taşınmış, kendine şöyle bir yol bulmuş. Çevreye aslan hastalandı haberini yayacak, kim ziyaretine gelirse onu yakalayıp yutacak. Düşündüğü gibi olmuş. Aslanın hastalandığını duyan koşmuş gelmiş, duyan sıraya girmiş geçmiş olsuna. Yaltaklanmayan kalmamış. İnine her gireni aslan, yer yutarmış. Yalnızca tilki aslana kapıdan seslenmiş: “ Nasıl oldu hastalığın, geçmiş olsun!” “Öyle kapıdan geçmiş olsun olur mu? Gel buyur, durumumu bir de gözünle gör!” demiş aslan. “Çok isterdim bunu yüce Kralımız ama yapamam. Kapının önündeki bütün izler içeri doğru, dışarı giden tek bir ayak izi göremedim de, beni bağışla!” demiş, bizim akıllı tilki.
Bizim de ülkemizde bütün izler böyle içeri doğru gidiyor. İçerdeki tuzağa düşüp de dışarı çıkabilen yok. Amerika kurmuş tezgâhı. Sahneye koymuş oyuncularını. Geleni tutuyor, gireni yakalıyor, el vereni kapıyor, kolunu uzatanı yutuyor.
Gidiş tek yöne. Şimdilik dışarı çıkabilen yok. Ökseye tutulan yapışıyor. Dışardakiler de kendi aralarında ona ne oldu, buna ne oldu, kim gitti, kim gelmedi tartışıp duruyorlar. İçeri girmeyelim, giren yanıyor diye uyaranları da alaşağı ediyorlar. “Sen mi bizi yönetenlerden, partilerimizden, anlı şanlı gazetecilerimizden iyi bileceksin? Koskoca kral hastalanmış, git bir tas yemek de sen getir!” diyorlar… “Bağış yap, gönlünden ne koparsa ver, kulağını tıka, gözünü yum, ağzını kapa, onu dinle, emirlere uy, tıpış tıpış gir ine!” diyorlar. “Söylenenlere kulak asma, çoğunluğa uy! Seni hain seni, biz senin kime hizmet ettiğini biliyoruz!” diye de gözdağı veriyorlar, parmak sallıyorlar…
Ülkemiz, bu kadar bölünmenin kıyısına gelmemişti. Kafalar bu kadar karıştırılmamıştı, algılar tutsak alınmamıştı… Bölücülük kutsanır oldu. Toplum kanıksadı, alıştı, hiçbir duyduğuna tepki vermiyor. Yarın padişahlık ilan edilecek dense, dal oynamayacak. Türk harflerini kaldırdık deseler, çıt çıkmayacak, öyle görünüyor… Bölücü ırkçı, eli kanlı, devlete başkaldırmış, silah çekmiş, isyan etmiş terörün partisi, artık kimseye bu özellikleriyle gözükmüyor. Kanarya Sevenler Derneği’nden daha sevimli bir parti yaptılar gözlerde. Başkatilin aklaşan saçlarıyla resimlerini çekip, bir de sırıttırıp şöyle, her yerde yayınlıyorlar. Duvarlara asıyorlar. Bu acımasız, eli kanlı, can alan; Türk ulusundan, Türkleri arkadan vuran, bu nedenle devlet kararıyla göçe zorlanan, isyan eden tarihteki Ermenilerin öcünü alan değil, sanki kelebek kanadı incitmeyen derviş dedeymiş… Önceki yıllarda bunların her kurduğu ırkçı parti, anayasaya aykırı bulunarak kapatılırdı. AKP iktidarıyla artık böyle bir şey yok. Bölücülük serbest. Bölücü parti serbest. Bölücü cumhurbaşkanı adayı olmak, bölücülüğü yurdun her yerine yaymak, durduk yerde adamdan sayılmak ballı kadayıf oldu bölücülere. Her gün ekranlara çıkmak, bunun için bağış toplamak, il il gezmek, açıktan bölünmeyi seslendirmek, bölücülük yapmak, terörist başından emir almak, katilbaşının resmini asmak sağına soluna, haydi haydi serbest olmaz mı! Halkların Demokratik Partisi adıyla, HDP simgeli bu bölücü terörün partisini yakınlarda kurdular. Adına bile aldıran yok ki, bu adla devlette kayıtlı. Halkların partisi olur mu bir defa? Bir ülkede bir halk olur. O halkın bir adı olur. Bir dili olur. Tarih boyunca ayrı bir devleti, ayrı bir dili olmamış bir topluma halk denir mi hem? Ülkemizde halklar mı var? Nelermiş onlar? Dilleri neymiş, dilleri? Kürt, Türk, Laz, Gürcü diye sayar şimdi bölücüler, küflü beyinler…
Türk, Türk Ulusu’nun adı. Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran halkın adı. Neden köken gibi sayıyorsun ülkende? Alman böyle sayar mı kendisini? Fransız hiç saymış mı? Beğenmediğiniz, krizde diye küçümsediğiniz Yunan hiç yapmaz! Lazca diye bir dil mi var dünyada yaşayan? Bir ülke mi var, bu dille kurulmuş? Gürcü varsa, işte Gürcistan orada! Çerkezce diyen var ise Çerkezlerin ülkesi ne güne duruyor, meraklısı orada Çerkezce konuşup okur! Olmadı, kurs açar, öyle öğretir. Bu sıralama, bülbül gibi bu adları sayma zaten işin oyunu. Kafaları karıştırma, birliği bozma, devleti yıkma oyunu…
Kürtçe sözü, herkes biliyor, kandırmaca. Ağzın birine (Kurmanç) ayrı bir halk yaratmak için, zorlamayla bu ad verilmiş, bölücüleri kollayan işbirlikçi, yayılmacı ağabeyleri tarafından… Yakın yıllara kadar, çocuklarımız güzel Türkçe öğrensin derlerdi, Almanya’dan Türkçe dersi isterlerdi kendilerine Kürt dediğiniz vatandaşlarımız… Radyolarda “Yurttan Sesler” dinlerlerdi. Türk olmaktan, türkü dinlemekten onur duyarlardı. Varsa dertleri, başlarındaki ağalar, eğitimsizlik, bir de yoksulluktu…
Devletçiklerden oluşan, ayrı yapıların birleşmesiyle ortaya çıkan Amerika bile, tek dille birliğini koruyor. Yetmiş iki milletin tek adı var: Amerikan.
Elimde 2003 yılından kalma bir çağrı yazısı var. Kitapları düzeltirken, gereksiz kâğıtları atarken buldum. “Ortak Çağrı” adı yazının. İki Alman kadın bakan, bir de Türk başkonsolos, ortak çağrı yazısı yayınlamışlar Türk öğrenci velilerine: “Almanya’da yaşayan Türk kökenli velilere…” demişler.
Bildirinin şu ilk tümcesine bakınız:
“Her veli çocukları için okulda başarı ve iyi bir mesleki gelecek ister.”
Buna kim karşı çıkar? Hiç kimse. Eloğlu işini biliyor. Dayamış ikinci tümceyi bunun ardına:
“Siz ve çocuklarınız Almanya’da yaşıyorsunuz.” Böylece, kafaya bir vurmuşlar. Neredesin, bir anımsatmışlar. Biz neden söylemiyoruz böyle? “Türkiye’de yaşıyorsunuz!” demiyoruz. Şimdi sıra geliyor ağızdaki baklaya: Bu sözler neden dendi?
“Burada gelecekteki şansınız için bir husus son derece önemli bir rol oynar: Almanca diline hâkim olabilmek.”
Gördünüz mü neymiş? Gelecek nasıl kurulurmuş? Dille. Almanya’da Almanca ile. Almanca diline hâkim olunarak. Bize göre düşünürseniz:
"Türkiye’de, Türkçe ile kurulur gelecek. Önce herkes Türkçe öğrenecek! Türkçeye hâkim olacak!"
Durun daha bitmedi. Bu iki Alman bakan, yanlarına Türk konsolos bayanı da alarak nasıl bir Almanca öğrenilecek, dile hâkim olma ne demek, ayrıntılı yazmışlar:
“Sözlü ve yazılı olarak Almanca dilinde kendini ifade edebilmekle birlikte, yazıları okuyabilmek, anlamak ve güncel hayatta uygulamaya koyabilme yeteneğine sahip olmak da bunun içerisinde yer alır. Sadece Almanca diline hâkim olan çocuklar ve gençler, okulda, meslekte ve toplum hayatında başarılı olabilirler.”
Neymiş: “Sözlü, yazılı kendini bu dille ifade edebilmek, okumak, okuduğunu anlamak, günlük hayatta bu dili uygulamak.”
Eloğlu, yabancı işçi çocuklarının anne babasına diyor bunları. Gelecek Almancayla kurulur diyor. Başarının gizi bundadır diyor. Hem öyle böyle bir Almanca ile değil, kendini sözlü yazılı ifade edeceksin, okuyacaksın, yazacaksın, okuduğunu anlayacaksın, bu dili günlük yaşamının her anına uygulayacaksın.”
Bizde ise, tam tersini uyguluyorlar. “Önce İngilizce”deniyor. İlkokulda, ikide İngilizce başlatmışlar bu yıl. Kendi dilini bilmeyene, İngilizce öğretmeye kalkışacaklar. Dördüncü sınıfta, Türk harfleri düşmanlığından, eski yazıya özlemden bu iktidar, muhalefet partilerinin de desteğiyle Türk çocuklarını Arapçaya başlatıyor, kaç yıldır böyle. Çocuklar başlıyor tersten okumaya, yazmaya. “Elif ba”ya. Yanında hemen İngilizce, daha anaokulundan başlatılarak geliyor. İlkokul ikide de, İngilizce, sınıf geçme dersi. İngilizce olmazsa nasıl böleceksin ülkeyi yoksa? Eğitimi İngilizceye çevirerek olacak bu iş. Yerel ağızlar bu arada parlatılıyor. Bahane bulmaları gerek. Bir halk yaratmadan, o halkın da bir dili olmadan bu işi kıvıramazlar. Olmayan bir dil yaratılıyor, Kürtçe diye, zorsuna zorsuna, bir sürü yerel ağzı tekmiş gibi sayarak, ortada bir kültür dili varmış gibi, seçmeli ders altında bu ağızları dil adı altında okullara ders diye dayatarak… İşin tuhafı, bölücüleri ne yapsalar ne etseler memnun edemiyorlar. Gözleri başka yerde çünkü onların. Bunların hepsi bahane! Bu arada, 2009 yılından beri süre gelen, devlet eliyle yapılan başka dilden televizyon yayınlarını, Kanal 6 adlı, bir dil yaratmaya çalışılan, çeşitli ağızları tek bir ağızda birleştirmeyi amaçlayan, ülke bölünmesinin değirmenine su taşıyan yayınları da unutmayalım.
Şimdi, ülkemizi onlarca yıldır kana bulayan, cinayetlerine günümüzde de devam eden, daha geçen gün Batman’da mera basan, kadın çocuk demeden onları silahla tarayan, sınırda, geçen ay üç askerimizi şehit eden örgüte, terör örgütü demeyen, demek bir yana bu örgütün hapisteki başıyla görüşen, onun emirlerini duyuran, katil eli sıkan, katil çetesiyle resim çektiren, ülkemiz üzerinde, bu baş katilin amacıyla amacı bir olan bir kişi, bu seçimde aday: Demirtaş, diyorlar adına. Allanıp pullanıp ortada gezdiriliyor. Devletin televizyonlarına çıkarılıyor. Karşısına geçip bölücü söylemleri ulusa dinlettiriliyor.
Bu kişiyi sevimliden de sevimli göstermek için her yolu denemişler. Boynuna hayali bir resimde poşu sarmış, eline bağlama vermişler. On binlerce ölü, dokuz bini aşan şehit hangi örgütün kurbanıydı peki?
Uzağı görmeye gerek yok! Uzak yakınımıza geldi, önümüze dayandı, durdu.
Sevr’in yıldönümüne denk düşürülen, 10 Ağustos günü özellikle seçilen, bu uyduruk seçim oyunu, sözüm ona cumhurbaşkanı seçimi, amacına çoktan ulaştı:
Ulusal güçler birbirine düşürüldü, ikiye bölündü, algıları karıştırıldı…
Ilımlı İslam, kurtarıcımız, örneğimiz bizim artık; din kurallarıysa devletin her kurumunda geçerli bundan böyle… Okullar, imam okulu, hem de Bilal Oğlan’a sorarsanız hepsi İngilizce eğitimli (Anadolu İmam Hatip Okulu) olacak. Düz lise yok, kızlar erkekler ayrı okullarda okuyacak. En son çıkan kasette duymadınız mı?
Ne o, hâlâ bazı okullarda Türkçenin hâkimiyeti? İngilizce varken, sömürgecinin sömürge dili varken, olur mu ama…
Dini kullanmak ise siyasette çoktan serbest. Açılışlar besmeleyle, ardından Fatiha ile… İster beğenin, ister beğenmeyin. Dualı, tesbihli reklamları isteyen istediği kadar yasaklasın. Din siyasette kullanılamaz desin. Kim uyar? Yasalara uymama hakkı var güçlünün. Sinmeyeni sindirirler, güç, güçlünündür, orman yasası geçerli, yargı kararları hükümsüz... Hakmış, hukukmuş, boş verin… İnşallah, maşallah en çok kullandığımız söz. Başkanlık da yönetim biçimimiz olacak, bu gün yarın… Bölünmek için ilk şart ulus devlet olmamak. Başkanlıkla, bölgesel yönetimlerle, parça parça yönetilmek. Bu işin sarayını boşuna mı hazırladılar? İşte Ankara’da Atatürk Orman Çiftliği’ni yağmalayarak, yıkarak, bozarak bin odalı sarayı yaptırdılar. “Başbakanlık Sarayı” imiş, adını sorarsanız. Düğün salonu bile var başkanlık sarayımızın. Orada gelin olunacak.
Ilımlı İslam’a sarılmak normal karşılanıyor, kimse çağdaşlık, hukuk, Atatürk ilkeleri demiyor, herkes birbiriyle yarışıyor din bilgisini, Arapçasının üstünlüğünü göstermek için… Eski yazıya öykünmeler yavaştan yavaştan başlamıştı, şimdi hızlandırıldı. Gidiş, Türkçeyi bozmaya, dil birliğini, dilimizin güzelliğini ortadan kaldırmaya… Bundan güzel bir seçim sonucu olabilir mi?
En önemlisi, bölücü çete öyle bir aklandı ki, ak paklıktan göz kamaştırıyor. Bundan sonrası çocuk oyuncağı. Yabancı güçler arkalarında. Solcu geçinen vatansız hainler, sanatçı bozuntuları yanlarında. Korkutulanlar, ötelerinde… Vatansız- milletsiz aslını inkâr eden kansızlar koyunlarında…
Bölücüleri destekleme, modanın da modası şu günlerde. Adı unutulmuş, kırmadığı ceviz kalmamış dünün manken kızları, manken oğlanları, ahı gitmiş, vahı kalmış sinema artistleri, şarkıcıymış gibi böğürenler, kusmuklu besteciler, entel dantel takılanlar, ucuz kahramanlığa soyunanlar, hepsi bölücülerden yana…
Bundan böyle, aslanın inine girseniz ne çıkar, girmeseniz ne çıkar. Aslan yiyeceğini yedi. Parçalayacağını parçaladı. Ulusa bunu onaylatmak kaldı geriye.
Eloğluna, anaları, ataları kin gütmeyi öğretmiş. Su uyumuş, düşman uyumamış…
Sevr’in yıldönümünü, torunların torunları bunca yıl sonra canlandırmayı görev biliyorlar.
Biz şu sözleri bir kez anımsasak, bu seçimdeki tehlikeyi görsek, bu seçimle başardıkları şeyleri bilsek, kurtuluş umudumuz canlanacak. Yüce Atatürk şöyle demedi mi?
“Bu memleket tarihte Türk’tü, halde Türk’tür ve ebediyen Türk olarak yaşayacaktır.”(1923)
“Türk! Öğün, çalış, güven! “ “Bir Türk dünyaya bedeldir! ”(1925)
“Cumhuriyet; fikren, ilmen, fennen, bedenen kuvvetli ve yüksek seciyeli muhafızlar ister.”(1924)
“Başarılarda gururu yenmek, felâketlerde ümitsizliğe karşı gelmek lazımdır.”(1930)
“Millî varlığımıza düşman olanlarla dost olmayalım. Böylelerine karşı, bir Türk şairin dediği gibi:
“Türk’üm ve düşmanım sana, kalsam da bir kişi.” diyelim.(1923)
Feza Tiryaki, 8 Ağustos 2014