YABANCIYA DEĞER, KORELİ AYLA, KULLANILMA

YABANCIYA DEĞER, KORELİ AYLA, KULLANILMA

İletigönderen Feza Tiryaki » Cum Kas 24, 2017 21:30

YABANCIYA DEĞER, KORELİ AYLA, KULLANILMA


Toplumumuzun bu özelliği üzerinde hiç düşündünüz mü?

“Yabancıya gerektiğinden çok değer vermek”, yabancıya kendini beğendirmeye çalışmak, yabancı hayranlığı...

Buradaki yabancı, doğduğu yerden ayrı bölgeye yerleşen, o yörenin yabancısı anlamında değil, bildiğimiz yabancı, Türk olmayan, bizden olmayan, eski adıyla “ecnebi.”

Yabancı dile bile, kendi dilimizden daha çok değer vermemiz bu nedenle olmasın? Yabancı dil konuşana ağzı açık bakarız, aman nasıl da konuşuyor, neler biliyor? Hele bir de bir şarkımızı kıra boza söylesinler, müziğimizi dinlesinler, öl dese ölürüz, azcık yüz verseler, gülücükler saçsalar, uçarız sevinçten... Oysa biz, bize ne dinletirlerse dinleriz, anlamadığımız anlamadığımız dilden okuyana, bayağı da güzel okuyor, maşallah der kafa sallarız. Yabancı müzikten başkasını dinlemeyen kuşaklar bile yetiştirdik. Çocuklarımız yabancı dilli yetişsin de, isterlerse romanları bile yabancı dilden okusunlar, Türk yazınını tanımasınlar, aldırmayız. Ziya Gökalp’ın dizeleriyle, Türkçemiz için, “Başka dil gece bize” diyor muyuz artık? Türk Dil Devrimi’ne gönül borcu duyanlardan kaç kişi kaldık, nerede eski öğretmenlerimiz?

Anaokulunda çocuklarımıza İngilizce öğretilmeye başlandı kaç yıldır, bu dile ihaneti tartışmadık bile, ne güzel yabancı dil öğrenecek benim çocuğum dedik, kabul ettik. Her yerin adını neden İngilizce katıyoruz, Türkçemizin bir kusurunu mu gördünüz, görünmeyen bir yasaklama mı geldi? Hele hele o seslerle, Türkçe Abece’de olmayan seslerle nasıl da hiç utanmadan adlar veriyoruz işyerimize, eğlence yerlerine, akla gelen her yere...

Şu günlerde, yine aynı yöntemle algımıza saldırılıyor. Bir “Ayla” tutturmuşlar gidiyorlar. Adla kandıracaklar. Bizi över gibi yapıp bir taşla kaç kuş vuracaklar! Bu adla birlikte koydukları resimde, çekik gözlü, geniş yuvarlak yüzlü, düz, yüzüne dökük kara saçlı bir Çinli- Japon görünümlü çocuk resmi. Koreli imiş çocuk. Olmadı, Güney Koreli. Koreliler, kendilerini Japon’a, Çinliye, Vietnamlı’ya benzetirsen pek kızarlar, buna kaç kez tanık oldum.

Aylardır; Koreli Süleyman, Ayla, 1950, NATO, Türkiye’nin “Oskar” adayı, ağlatan kavuşma... sözleri gazetelerde, bilgiağlarında. İstersen sırt çevir, ilgilenme. Bir habere bakmasan, öbürü diğer yanda sırıtıyor. Bir yazıyı okumasan, öteki aynı konuda yazmış. “Ayla”, ( Koreli kız) ömrünü manevi babası Süleyman Dilbirliği'ni özleyerek ... diye başlayıp gitmişler, olmayanı gerçekmiş gibi anlatarak...

Hay Allah, insan doğasına aykırı bu sözleri nereye koyacağız? Kız büyümüş, evlenmiş, torun torba sahibi olmuş, bir anaokulunda temizlikçiymiş, altmış yıl bu öykü aklına gelmemiş, ülkelerinin altmışıncı yıl kutlamalarında reklamcılar devreye girmişler, yedi yıl önceden, kendi halinde yaşayan bir kadına, sen buydun, bak fotoğraftaki sensin, demişler, sonrası, argo olacak belki ama, “Vur mehteri!”

Kurgu hazır, “askerle kızı” kavuşturma “Kore”de (2010), Kore devletince özel yapım “belgesel”, sonra Türkiye’de (2012), çifte çifte tasarım, düzenleme, çekim, yutturmaca; onu araca bindiriyorlar, canlı canlı çekim, diğeri yolda, ona da canlı çekim, kavuşma, içler dayanmaz, ağlama... 2014 yılında konu yeniden canlandırılıyor. Koreli kadın bir anda ünlü, yol paraları devletten, şirketten, ABD’li büyük bir film şirketi devrede: Warner Bros.

Unutmayınız, aynı yıllarda televizyonlarımızda bir Kore dizileri furyası vardı. Yatıp kalkıp Kore dizileri izliyorduk, kendimizle onları içselleştiriyorduk. Korelilere rahat vermeyen düşmanları Çinlilere acayip kızıyorduk. Bu dizilerde Türklerin adı geçmiyormuş, geçse de o bölgede yaşayan Türk’e haydut deniyormuş, aldırmıyorduk.

Bizdeki yapımcı, dediğine inanırsanız bu tantanayı üç yıl önce bilgiağından duymuş, olaya, ”Süleyman Amca”nın öyküsü, diyor. Asker, yaşlı ya, hemen küçümseniyor, amca oluveriyor. Yapımcı, bu konu nasıl filme çekilmemiş bunca yıldır diye de şaşırmışmış. “Süleyman Amca”yla buluşmuşlar, filmin yolu açılmış. Sonrası, gelsin film, gelsin çekimler, gelsin Koreli kadın çekimler yapılırken bir kez daha ülkemize, bir kez mektuplaşılsın, bir yıl ses yok, tam film bitsin, galada görünsün, yine yer yerinden oynatılsın, Koreli kadın gelmiş de, galayı izlemiş de, ardından hastanede kendini bilmez durumdaki, komada yatan “manevi babası”na ziyarete gitmiş de, ellerini tutmuş da, Süleyman Bey tepki vermiş de... Kızının geldiğini anlamışmış. Olamazmış, ne hazinmiş, ne duygulu anlarmış... Duyan duymayan, bizleri hiç acı yaşamamış sanacak... Bu anlarda bazı üst düzey kamu görevlileri, hastane üst yönetimi, herkes orada, resimler, tanıtımlar... Her yanı aygıtlarla çevrili, hortumlar, borucuklar arasında, bilinçsiz, ağzı açık yatan doksan dört yaşındaki emekli askerimiz. Bakalım aklı başında olsaydı bunlara izin verir miydi? Bu çekim insan haklarına aykırı değil mi? Amerika 11 Eylül’de bile, tek bir ölüyü, yaralıyı, hastanede yatanı resimletti mi, gösterdi mi dünyaya? Yoğun bakımlar, yol geçen hanı olabilir mi Batı’da? Bunu yapanı, yaptıranı o an işten atarlar.

Bu yaş yaşamış emekli askeri, onun bu akıl dışı “Ayla” hasretini, acıklı macıklı kavuşmaları seyredince çocuksuz sanacaksınız eminim, bak bak yalnız adam, çocuk sevgisini ilk gençliğinde yaban elde gördüğü bir çocuğa vermiş... zavallıcık, dersiniz. Böylesi bir özleme (!) şapka çıkarırsınız! Yalan, adamcağızın kızı var, “Sebahat”, hem de Koreli kadının yaşında, belki biraz daha küçük. Bu kadar da değil, bir de oğlu var. Kızı bazı çirkin söylemlerle ortalıkta ama oğlu gizlenmiş, kendini kullandırmamış.

Kızının dediklerine göre, üç yıl önce filmciler devreye girince, yaşı dolayısıyla kafası karışık babayı kızıyla görüştürmemişler, yapımcılar, şirket, neyse kimse bu işleri yürütenler; babayı, evden çıkamayan “alzhaymer” anneyi kendi kontrollerine almışlar. Bakımlarını şirket yaparmış, Üsküdar’daki evini bile satmışlar beşinci kata çıkması zor diye Süleyman Bey’in, parasını faize yatırmışlar, ailenin o parayla bakımı yapılırmış, çocuklarına da pay gönderilirmiş... Ayrıca tabii emekliliği de varmış. Şu söze ne diyorsunuz, yapımcı Mustafa Uslu’dan:

“Üç yıldır biz bakıyoruz kendisine.”

Emekli askerine devletimiz bakamıyor mu? Bu nedir bu? Kişinin, mesleğin saygınlığı nerede? Hem Süleyman Bey’in kafasında hiç çıkmayan bir şapka var, her resmi, görüntüsü o şapkayla. Üstünde “NAVY” yazıyor, sordum, Amerikan Deniz Kuvvetleri demekmiş. Bu şapka kimden armağansa iyi buluş doğrusu. Türk askerini niye böyle tanıtıyorsunuz?

İki hafta önce muştuladılar: “ 27 Ekim’de gösterime giren Ayla filminin izlenme sayısı 2 milyonu geçti.”

“Türkiye'nin Oscar adayı olan ve Kore Savaşı'nda yer alan Astsubay Süleyman Dilbirliği'nin başından geçen gerçek hikayeden esinlenilerek...”

Uydur uydur yaz, “Biri bizi gözetliyor” tarzı,”TV’lerdeki evlilik izlenceleri benzeri yerli yabancı çekimleri sür dur ortaya... Hem de böyle, bunun benzeri kaç Koreli çocuk öyküsü daha piyasaya sürülerek...

Kızı istediği kadar, “Babamın bize anlattıkları böyle değildi. Kızı bulduklarında babam yalnız değilmiş, Türk birliği çekilirken oradan, yardım isteyen bir yaşlı adam ve yanında iki çocuk, biri kız, biri erkek, görmüşler, Koreli adam çocukları vermiş, alın götürün demiş. Askerler böyle buldukları savaş kurbanlarını karargahta bu iş için kurdukları özel barınağa getirir, yerleştirirlermiş.” desin dursun...

Filmin dağıtımcısı da esas oğlan olunca, “Warner Bros”, karşıdan ancak bakarsın bu akıl tutulmasına, Türk askeri kullanılarak yapılan bu Amerikan övgüsüne, Korede Amerikan’ın ne işi vardı, Amerikan askerinin yanında Türk askerinin ne işi vardı bile dedirtmezler insana, verirler eline mendili sulu sulu ağlarsın... “Dünya Türk askerinin büyüklüğünü görsün, vicdanını görsün!” dersin, oyuna kanar arkalarından gidersin...

Senin büyüklüğün, gerçek öykülerle, gerçek kahramanlıklarla anlatılsa kim dönüp bakar değil mi? Senin ordunun övgüsü olsaydı amaç, o biçim darbeleri (!), sonrasında yaşadıklarımızı yaşar mıydık? Sınırlarımızdaki terör örgütleri neden Amerika tarafından desteklenir, onlara silah yardımları yapılır? Askerimizin başına geçirilen çuval olayı bir uydurma mıdır?

Bir öykü anlatacaklarsa, ben taktım oldu, kızın adı Ayla’ydı gülünçlüğüyle yabancı hayranlığını (burada Güney Koreli), dolaylı Amerikan hayranlığını, doruğa çıkarmazlardı, her toplumun iyisi de kötüsü de vardır, bir Koreli diyelim ki vefalı çıktı, hepsi de öyledir anlamına mı gelir bu? Kuzey Koreli bizim düşmanımız mı, neden yeriyoruz? Her iki devlet de Koreli’nin devleti. Hem bu durum, askerimizin siyasi nedenlerle, ülkemizin NATO’ya girebilmesi için, bizi ilgilendirmeyen bir savaşa gönderilmesini onaylatır mı?

Eğer amaç bu filmde, Türk ordusu övgüsüyse – böyle diyenler var- bizden bir çocuk öyküsü, Pkk terör örgütünün kıyımlarından birini, kanlı eylemlerinde anasız babasız kalan bizim çocuğumuzun, vatandaşımızın yetiminin, öksüzünün, korucuların, askerlerin, polislerin yetim kalan çocuklarının, şehit çocuklarının başından geçenlerden öykü derlerlerdi, Türk askerinin terörle mücadeledeki yüce gönlünü anlatırlardı, böyle bir kurgu öykü yerine. Yoksa işin içine yabancı unsuru girmezse film halkımızın ilgisini çekmez miydi? Amerika işin içinde olmasa zaten dünyanın ilgisini çekmesi olanaksız, biliyoruz.

Süleyman Astsubay’ın bu dediklerini nereye koymalı. Kore’yi nasıl övüyor, ellili yılların Türk ordusunu nasıl aşağılıyor:

“Sabah kalkarım, madalyalarımın olduğu ceketimi giyerim. Gelmiş geçmiş hükümetlerin hiçbirisi ne Kıbrıs ne de Kore gazilerine madalya veremedi. İnsafsızlık. Ama Koreliler bizi çok düşünür. Benim madalyalarım var, onlar verdi. Kore’de bize çok iyi baktılar. Hem yumurta verirlerdi, hem de yumurta tozu. Hindi de yedik. Ama bizim ordumuz öyle fakirdi ki, bir asker iki buçuk sene askerlik yapardı, ayakkabısını yamar yamar giyerdi.”

Savaşta ailesini yitiren, Türk askerlerinin korumasındaki barınağa yerleştirilen kızla, askerimize düzülen bu acıklı (?) öyküden bir başlık:

“Türkiye’ye döndükten sonra uzun süre gözyaşı döktü, Ayla’yı rüyalarında gördü.”

Can Dündar olsaydı da, bu konuyu o buğulu sesiyle anlatıverseydi, Atatürk konulu, çevirdiği, adı “Mustafa” olan o ihanet filminde nasıl konuşuyordu, çaktırmadan algımızı nasıl tutsak ediyordu, bilirsiniz...

Yine Süleyman Bey’den, Koreli kız için avcılara taş çıkaracak bir atma:

“Kızım için, ben bugün olsa, yine gider savaşırım.”

“Ömrümü onu özleyerek geçirdim.”


Askerin gerçek kızı Sebahat Hanım ise, babasının evini sattıklarını, annesini babasını önce huzurevine yatırmak, sonra Bostancı’ya taşımak istediklerini, kendisiyle görüştürmediklerini söyleyerek filmcilere feryat ediyor:

“Doksanını geçmiş babama bunları yaşattılar. O, artık on yaşında çocuk gibi. Babamı notere götürüp vekalet almışlar..."

Bu suçlamaya yapımcıdan (Mustafa Uslu) yanıt:

“Kendisiyle buluştuk. "Hayatınızı filme çekelim. İster size toplu para verelim, isterseniz size ömür boyu bakalım" dedim. O da, "Benim paraya ihtiyacım yok oğlum. Yaşım 94. Ben bu filmin yapılmasını istiyorum" dedi. O günden beri ona babam gibi bakıyorum. Medikal bir şirketten aldığımız tıbbi personelle, temizlik işlerini yapan bir yardımcısı var.”

Astsubayın evinin satılmasıyla ilgili: “Evi, Süleyman Bey'in kendisi, 30 yıllık dostu olan bir albaya sattı. Belgesi burada!” diye açıklama yapıyor yapımcı. Meselenin para olduğunu ima ediyor: “Film Oscar’a aday adayı olunca, Süleyman Amca’ya piyango çıktı sanan kızı benden 5 milyon lira istedi.”

Yapımcının, “Aileye kendinizi Cumhurbaşkanı basın danışmanı olarak tanıttığınız iddia ediliyor,” sorusuna yanıtı:

“Ben Cumhurbaşkanlığı'nın tüm filmlerini yapan, Cumhurbaşkanlığı ile çalışan biriyim" dedim. Bayrak, Fors, Çanakkale, 15 Temmuz, Nevruz filmlerini ben çektim. "Cumhurbaşkanı'nın danışmanıyım" demedim, "Cumhurbaşkanlığı ile çalışıyorum" dedim.”

Bir de bu arada “Ayla”yı konuşturmuşlar. Siz dört beş yaşlarınızı anımsar mısınız bilmeyiz ama Koreli Hanım, öyküyü, pek akıllıca, yuvarlak sözlerle anlatıyor:

“Hepsini olmasa da hatırlıyorum. Çok küçüktüm, hava soğuktu. İlk gördüğümde benim için bir yabancıydı. Asker olduğu için biraz korkmuştum. Türk askerleri bana Ayla ismini koydu ve birlikte zaman geçirmeye başladık. Eğlenceli bir yerdi, benimle oyunlar oynarlardı. Benim için yaptıkları yatakta uyurdum. O Türkleri unutamıyorum.”

Tüm dedikleri senaryoya uygun, dersine çalıştırmışlar...

Filmin bütçesi, destekçileri de şöyle: Bütçesi 17 Milyon. Filmin görüntü yönetmeni: Jean Paul Seresin. “Maymunlar Cehennemi” gibi pek çok ünlü filmin görüntü yönetmenliğini üstlenmiş bir isim imiş. Efektleri, “Er Ryan’ı Kurtarmak” ve “Pearl Harbor”a da imza atan Amerikalı ekip hazırlamış. Dağıtıcı firma da Amerikan devi: “Warner Bros”.

Yapımcı ne diyor? “Hiçbir yerden yardım almadım. Film kendi kendine büyüdü.”

Şimdi akla takılanlar:

Babası ölünce yerine geçen Kuzey Kore Başkanı pek acar çıktı, babayı da geçti, nükleer denemeler, Amerika’ya sözde kafa tutmalar. Karşılıklı atışmalar. Bu, Trump’a, yaşlı, deli “, öteki buna, “şişko, bücür!” dedi daha geçenlerde. Seviye böyle.

Bu filmle, bunca yıl sonra amaçlanan ne? Kavgada taraf mı olunacak yeniden? Güney Kore, Azerbaycan’dan sonra ikinci dost ülke diye yazıldı bir gazetede. Yalnızca akıl tutulması mı bu denilenler?

Norveç’te sanal NATO tatbikatlarında, sanal bir kriz yaratıldı geçenlerde. NATO’dan çıkalım tamtamları çalınırken, aynı zaman diliminde böyle bir film ortaya çıkıyor, Kültür Bakanlığı, Natocu bu filmi, ülkemizin “Oscar aday adayı” seçiyor.

Durun, çelişkiler bunlarla da sınırlı değil. Filmin yapımcısı kaç yıl önce “Oscar” alacağının rüyasını görüyor:

“Rüyamda bana bir Amerikalı; “Sen elindeki filmle Oscar’ı alacaksın. Senin bir kulis faaliyetin, lobin yok ama öyle güçlü bir hikayen var ki, Oscar’ı kaldıracaksın. Yaşayan kahramanlarınla birlikte Amerika’da hangi kanalın kapısını çalsan ana habere çıkarsın. Sen Oscar’ı alacaksın’ dedi.” Sonra anlattıkları da tam gerçek dışı:

“Saat 10.30’da bilgisayarımı açtım, mail’lere bakıyorum, o rüyamda gördüğüm her şeyi kelimesi kelimesine Amerika’dan Eric Roberts yazmış bana. Julia Roberts’ın abisi. Filmimizde Amerikalı generali oynuyor.” Sonra ekliyor: “Aynı dönem 4-5 film senaryosu gelmiş Eric Roberts’a. “Ben bu hikayeye âşık oldum, oynamam lazım” diyerek buraya geldi.”

Yapımcının bir de falcı atmasyonu var, rüyası yetmemiş, e-postasıyla geldi diye anlattıkları yetmemiş, falcıyı ekliyor buna. Kamu dairelerinde bile memurlar fala baktırmaya falcı çağırıyorlarmış, en son Adana’da Milli Eğitim Müdürlüğündeki olay gazetelere geçmişti. Bu da öyle:

“2014 yılında da, Sinem (eşi) bir astroloğa gidiyor, adamın ses kaydı var elimizde. Daha tanışmıyoruz bile Sinem’le. Diyor ki “Sana bir film teklifi gelecek. İçinde bir asker ve bir çocuk olan bir film bu. Küçük bir rol ama mutlaka kabul et. Çünkü o filmde oynayanların hepsi hayal bile edemeyecekleri yere gelecek. Kırmızı halıda olacaklar. Sen de o grubun içinde ol.” Bunun ses kaydı var elimizde.”

Sertap Erener, İngilizce şarkısı, dansçılarıyla, dansçılarına sahnede uçuşan ak bezlerle özel bir simge çizdirerek bir Avrupa şarkı yarışması kazanmıştı ya, bu film de, Amerika’nın eliyle, gücüyle, desteğiyle Türk askerinin adı kullanılarak böyle bir ödül alacak, anlaşılıyor.

İyi seyirler.

Feza Tiryaki, 24 Kasım 2017
Kullanıcı küçük betizi
Feza Tiryaki
GM Yazarları
GM Yazarları
 
İletiler: 1012
Kayıt: Sal Kas 09, 2010 14:12

Şu dizine dön: Feza TİRYAKİ

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 0 konuk

x