Yıldız Batarken

Yıldız Batarken

İletigönderen Feza Tiryaki » Pzt May 07, 2012 23:17

Yıldız Batarken

Bize dışardan düşman gerekmiyor. İçimizde bir dolu.

Adama bakıyorsun, karnını milletimiz doyurmuş, ünse ünlü etmiş. Kadına bakıyorsun, bir özelliği yok. Ne Tanrı vergisi güzellik, ne bir az bulunur özellik. Cebine haketmediği parayı milletimiz doldurmuş. Yürü ya kulum denmiş ki bunlara, paraya, şana şöhrete bulanmışlar.

Buna karşılık ne vermişler içinden çıktıkları bu ülkeye. Ne vermesi, ellerine geçen her fırsatta ülkelerine vuruyorlar …

Bir ülkenin bu kadar mı iç düşmanı olur. Kötüsü olur. Kesesini düşüneni olur… Ülkesine kötülük eden sanatçısı, yazarı, çizeri, aydını olur…

Üçü beşi dışında, hepsi olana bitene kayıtsız. Hepsi sanatçı, aydın olmanın verdiği sorumluluğu unutmuş yalakalıkta sınır tanımıyorlar. Keyifleri gıcır…

Halkımız ne durumda derseniz, yarısı uykuda diyorlar. Uyanık olan da üç maymunu oynuyor. Çoğunun kulakları kapalı, gözleri bağlı, dilleri kopmuş, pepe olmuşlar…

Sanki toplu cinnet geçiriyoruz. Kendi ipini çeker mi bir toplum? Bu kadar kayıtsız kalınır mı küresel sarılmaya, işgal edilmeye, köleleştirilmeye, yok edilişe…

Evlâdımız, yavrumuz , gözbebeğimiz, eşsiz vatanımız gözümüzün önünde lime lime ediliyor, sağlam tek yeri bırakılmıyor, yağmalanıyor… Hepimiz seyirciyiz…

Yine bayramlardan söz etmek istiyorum. Bayramlarımızla geleceğimizi gösterdiler bize. Bayramlar işaret… Bayramlar ne olacağımızın belgesi…

23 Nisan’da yapılanlar. 1 Mayıs’taki durum. 19 Mayıs’ta olacaklar… Daha geriye bakarsak, geçen 29 Ekim’de, Cumhuriyet’i elimizden almalarına razı oluşumuz, bahanelerine karşı sessiz kalışımız…

23 Nisan’da, Konya’da sahneye çıkarılan bir şarkıcının bayraksız, marşsız bayram kutlanmasını kabul edişini anımsayınız. Bu kişinin ihtiyacı mı vardı paraya, üne… Böyle her verilen rolü neden oynarlar ki?.. Bir kocakafalı uyduruk bebeğe 23 Nisan şiiri okutmaktan utanmamak… Aşk şarkılarını çocuklarla birlikte söylemek… Bir Onuncu Yıl Marşı okusa kim engellerdi onu acaba? Atatürk Marşı okusa işinden mi edilirdi? Eşi hanımefendi kapısı önüne mi konurdu TRT’nin?

Çocuklarımızı, ruhları çalınmış, kimliklerini yitirmiş, bayraklarımızı direklerden, göklerimizden inmiş göreceğiz yakında… Çok çok yakında… Hele bir yeni anayasa yapıp, bir eyalet sistemine, başkanlığa geçseler, ulus adı yazılı olmayan bir topluluğa döndürüverseler halkı…

23 Nisan’ı, devletin, yani Türkiye’nin Radyo ve Televizyonu Konya’da günlerce kutladı. Uluslararası şenlik adı altında. Türkiye’de orasını seçmişler kutlamalar için, canlı yayınları için, getirttikleri yabancı çocukları ağırlamak için…

23 Nisan günü de konser verdiriyorlar seçtikleri bir şarkıcıya meydanlarında.

Burası, Türkiye’nin en büyük ve tarihî kentlerinden biri. Bayrağını kapan meydana gelememiş… Ulusal bir günün kutlamasında,” Ben seni seviyorum,sen beni seviyorsun, yok sevmiyorsun… “ şarkılarıyla çocuklara seslenmeyi kendilerine yakıştırabilmişler… Öğretmenler meydanlara inememiş… Okumuşlar kayıp…

Bir hafta gecikmeyle yapılan bir gurbetteki kutlamaya gidiyorum daha sonra.

Resim

29 Nisan Pazar. Bayramın bu yıldönümü iş gününe denk geldiği için, el memleketinde bir hafta gecikmeyle kutlanacak.

Her iki kenti karşılaştırıyorum. Biri sıla. Biri gurbet.

Sıla bizim. Yurdun sahibi biziz. Atalarımızın kanlarıyla alınmış, korunmuş vatan toprakları bizim.

Bu topraklarda, Türklüğün sesini kısmışlar. Toplumu robotlaştırmışlar. Yüreklerindeki rengi, ateşi almışlar…

Gurbet bizim değil. Eğreti duruyoruz orada ama rengimiz yitmemiş. El memleketinde el ele vermişiz. Çocuğunu kapan, kucaklayan atlamış gelmiş bir kapalı toplantı alanına. İç balkonlu, sahneli, yüksek tavanlı, kocaman bir toplantı salonu. İçerde duvarlar, balkon çıkıntıları büyüklü küçüklü onlarca bayrakla donanmış. Atatürk’ün resmi asılmış en üste başa. Duvarlara bayrağımızın renginin simgesi kırmızı beyaz balonlar asılmış. Her çocuğun eline içeri girişte bir küçük bayrak veriyorlar, elinde tutsun, yukarı kaldırsın, sallasın diye. Bir ara Onuncu Yıl Marşı’nı çalıyorlar. Kırmızı gömlek, beyaz pantolon giyinmiş çocuklar sahnede marş temposunda yürüyorlar, sevinçle zıplıyorlar… Başları yukarda, gözleri ileri bakıyor çocuklarımızın, hepsi kimlikleriyle onur duyuyor…

Resim

Yurdumuzda, dünya çocuk şenliğine dönüştürülen, içi boşaltılan, Türk milletinden alınan bu günü, gurbetteki Türkler, tastamam, ulusal bir bayram gibi, bu günün ulusa ait bayram olduğunun bilinciyle kutluyorlar.

Sıla bizim. Gurbet elin. Sılayı ne zaman bizden aldılar? Ne zaman biz sılada el olduk? Neden bunun bilincinde değiliz? Bize biçilen bu renksiz elbiseyi neden giydik?

23 Nisan’da, bayramı görmeyenler, günü sulandıranlar, gazetelerinin üst köşesine, “Bugün bayram, kutlu olsun!” bile yazamayanlar, 1 Mayıs’ta bir kıpırdadılar, bir kendilerine görevler biçtiler, anlayana aşk olsun!

23 Nisan’ı görmeyen, yok sayan gazeteler atağa kalktılar. Hele Hürriyet hele Hürriyet, dört koldan sarıldı işe. Muhabirleri, başyazarları, köşe yazarları… Tam kadro 1 Mayısçı kesildiler. Sanırsınız, emeğin emekçinin bayramı değil de, bir ulusun çözülmesinin kutlanma bayramı. Etnik ayrımcılık bayramı. Nerde saklı gizli duran, nerde yedi uyur gibi uyayan varsa düzüldüler yola. Hürriyet’in ünlü yazarı (Ahmet Hakan) sıralamış köşe yazısında, geçit töreninde gibi sıra sıra, birbiri ardınca dizilenleri, ellerinde bölücü söylemler yazan levhalarla yürüyenleri:

“…
- Önce Lazlar geçiyor önümden... Lazca sloganlar atarak...
- İşte şimdi de Çerkesler... En önde “Çerkes Halkları İnisiyatifi” pankartı...
- Ve sıra geliyor Pomaklara... Onların da önünde Pomak vurgulu pankartlar.
- Sonra dev bir “Kızılbaşlar” pankartı...
- Bütün bu grupların ardından da en anlamlı pankart: “Anadolu daha kaç dile mezar olacak”.

Yazar bu geçenlerden hoşnut. “Ne çok renk var bu topraklarda” demiş bu geçenleri sıralarken. Sonra öbür geçenleri sayarak, devam etmiş:

- BDP dışında örgütlenen Kürt Partisi HAK-PAR, geleneksel Kürt türküleri söyleyerek yürüyorlar.
- “Arap Alevi üniversiteli gençler” pankartı dikkatimi çekiyor bir ara...
- Bin çeşit sol fraksiyon, grup, akım... Hepsi bayrakları, sloganlarıyla yürüyüş alanındalar.
- Solcu grupların taşıdıkları pankartlarda Arapça yazılmış sloganlar da var.
- 70’lerin sonuna bir gönderme yapar gibi geçiyor önümden Marx ve Lenin fotoğrafları...
- Sıra sendikacılarda... Onlar geçiyor... Kortejin sonu gelmiyor bir türlü...”

Bu anlatılanlardan, o günkü haberlerden öğrendiğimize göre, 1 Mayıs’ta herkes geçmiş, herkes elindeki simgesini sallamış, herkes içinin kurdunu dışa vurmuş, rengini belli etmiş…

Bir tek, Atatürk ve Türk bayrağı girememiş oralara… Bir tek Türkiye Cumhuriyeti’nin simgeleri temsil edilmemiş. Ne kadar bölücü, yıkıcı, parçalayıcı ses varsa ortaya çıkmış… Geçen yıl, şımaran bölücü, Taksim anıtına tırmanmış, Atatürk büstüne çıkmış, pis çullarını büstün üstüne sarmaya bile cesaret etmişti. Bütün millet ses çıkarmadan içi yanarak izlemişti bu cüreti, bu çirkinliği… Tüm perdeler yırtılınca da artık, Taksim yasağı kalktı. Deliğinden, gizlendiği ininden çıkan çıkana… Meydan boş… Gün uğursuzun…

Şimdi dosdoğru yanıt veriniz: Siz hiç Ben Laz’ım, Ben Çerkez’im, Ben Arap’ım… diye ortaya fırlayanı gördünüz müydü önceki yıllarda… Böyle bölünme, böyle rezillik var mıydı hiç? 1 Mayıs olmuş sayelerinde bölücülük bayramı. Ulusunu yitirme bayramı… Kimliksizleşme bayramı… Sürüleşme bayramı…

Ülkenin ulusal bayramlarının kaldırıldığı, ulusallığın yasaklandığı, vatan topraklarının karşılıksız olarak yabancıya satışının önünün açıldığı, devleti kuran ordunun, bayram törenlerinden bile uzaklaştırıldığı, subaylarının bahanelerle tutuklanarak hapishanelerde esir alındığı, taşeron işçiliğinin alıp başını gittiği, okulların düzeninin ters yüz edilerek toplumu şeriat düzenine geçirecek adımların atıldığı , gençliğin Amerikanlaştırıldığı, Türk dilinin, Türkçemizin deyim yerindeyse milletimizn elinden alındığı, yozlaştırıldığı, Atatürk’ün seslendiği gibi milletimize, “Türk Milleti” diye seslenilmediği, PKK terörüne her gün şehitler verildiği, işsizliğin toplumun her kesimini sardığı, iş kazalarının arttığı, adaletin olmadığı, doktorların hedef alındığı, şiddet terörüne uğradığı, yargının siyasallaştığı, Suriye ile savaşın eşiğine gelindiği, iktidarın savaş çığlıkları attığı, sömürgecilerin gözlerini topraklarımıza diktiği, komutası dışarda olan radarlarını yerleştirdikleri, Hes’lerle sularımıza el koydukları, tarımımızı İsrail tohumuna esir ettikleri… tüm Cumhuriyet kurumlarının tepe taklak edildiği günümüzde, ülkemizde, 1 Mayıs işçinin, emekçinin bayramı böyle mi kutlanmalıydı?

İşin en beter yanı da, köşeleri tutmuş yazar çizerlerin, bu durumdan hoşnut oluşları… Topluma karşı görevlerini unutmaları…

Sanatçı geçinenlerin, Ay’da yaşar gibi toplumun durumundan uzak oluşları…

Kadına, yabancı bir dile öykünerek diva adını takmışlar, pop müzikte bir taneymiş. Muhteşem Süleyman’ın bilmem ne beyinin, dizi filmdeki sanal ölümüyle ilgileniyor. Genç oğlana telefon etmişmiş de sormuşmuş, ölüyor musun dizide diye. Çok üzülmüşmüş buna çünkü. Ülke nerede? Bunların aklı gönlü nerede? Bunlara, parayı ünü verenler, başlarına taç yapanlar nerede? Bunlar gibi bir sürü sanatçı geçinen, vur patlasın, çal oynasın eğleniyor, gününü gün ediyor…

Cepleri paralı bir kesim de öyle… Tuzları kuru… Onlara dokunmayan yılan bin yaşasın… Bayramlardan, seyranlardan bunlara ne?

*

Günlerden bir gün, pat diye bir karar çıktı. Padişah fermanı gibi.

19 Mayıs kutlamaları yasaklandı. Ardından muhalefetin başvurusuyla Danıştay yasağı kaldırdı. Bundan sonra iki gün içinde, haydi bir anda yeni bir yönetmelik çıkarıldı. Statlardan ulusal bayramlar kaldırılıverdi.

19 Mayıs’ta, Atatürk Anıtına bile kimin çelenk koyacağını yönetmeliğe bağlamışlar. Anıta, Gençlik Hizmetleri ve Spor Müdürlüğü çelenk koyacakmış. Baştan iş savılır gibi. Şimdilik idare ediverelim anlamında.

Bütün bunlar, ne tartışıldı, ne topluma soruldu, ne bunun neler götüreceği, topluma nasıl etki edeceği incelendi… Çünkü iki günde değişiveriyor neredeyse bir asırlık gelenekler, yasalar, törenler…

23 Nisan kutlamaları, bundan böyle iki ayrı programla yapılacakmış. Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı diye ikiye ayrılacak, ayrı ayrı kutlanacakmış.

Bunun ne demek olduğunu düşünen herkes anlar. Yeter ki düşünme yetisini yitirmesin…

Ulusal yapımızın bölünmek istendiğini, parçalanmak istendiğini, ulusal bilincimizin toptan yitirtilmeye çalışıldığını, ulussuz bir kuru kalabalık durumuna düşürülmek istendiğimizi anlamak için âlim olmaya gerek var mı?

Çocuklarımız yabancılarla ulusal bayram kutlayacaklar. Daha doğrusu ulusallığı içinden çıkarılmış çocuk bayramı kutlayacaklar artık. Kurtuluş savaşımız, düşmanlar, saldırganlar, şehitlerimiz, gazilerimiz onlara anlatılmayacak… Bir çalı dibinde yetişen ot gibi, ruhsuz, köksüz yetişecekler… Ulusal günlerin, uluslararası duruma getirilmişini görecek vatan evlâtları hep bundan böyle…

Tıpkı bazı gençlerimizin - sözde kendi kendilerine karar vererek- 19 Mayıs’ı ulusal günleri gibi değil de, uluslararası bir günmüş gibi kutlamaya kalkışmaları gibi, her ulusal günümüz yozlaşacak…

Denizaşırı uzak ülkelerin diliyle seslenecekler, en büyük günlerine gençler. Başka dilin sözleriyle, başka dilde yaşasın diyerek, bunu içlerine sindirerek, Atatürk’ün doğduğu, bir ulusun doğduğu, bir ulus devletin doğduğu güne seslenecekler. Bilmem nece, 19 Mayıs, diyecekler… Başka ulusların dilleriyle şarkı dinleyecek, eğlenecek, biletli gösterilerle sözde ulusal bayram kutlamaları dönemini başlatacaklar…

Mahalli bayramlarımız bile geçit törensiz, tebrik törenleri yapılmadan olacakmış artık. Saldırgan ülke çocukları, tarihlerini bilerek, hem de tarihten, yani Türklerden bir gün öc alma duygularıyla yetiştirilecek,bizim çocuklarımız ise, bize kim ne yapmış, ne olmuş, ne bitmiş tarihte bilmeyecek… Mahalli kurtuluş günlerinde düşman güçlerini temsil etmek de yasaklanmış.

Ulusumuz yok sayılıyor bizim. Adsız, ulussuz, dilsiz bir toplum. Topraklarına yabancıların yerleşmesi serbest! Toprakları satılık! Karşılıklılık ilkesi olmadan satılık! Yabancı, “Sahip” olacak vatandan aldığı yerlerde, “Bey” olacak toprağımızda bize. Köylümüz , “marabalığa aday” bir toplum artık… Çocukları İngilizce’nin esiri edilmiş… Arapça öğrenmeye bir şekilde mecbur bırakılmış… Yabancı dillere göre hazırlanmış bilgisayar harf dizimiyle (Q(kû) klavye ile) dillerini yazmaya çalışacaklar. Türkçeye has harfleri kullanamayan çocuklar, bu harflere ihanet eden çocuklar, yetişkinler… Din kuralları okullarına sokulmuş, okullarda abdest tartışmaları başlatılmış, imamlar öğretmenleri olmuş çocuklar...

Eğitimi, sömürge eğitimi yapılmak istenen çocuklarımız, gençlerimiz… Geleceğimiz…

*

İnsan ölümünü seyreder mi?

Yıldız batıyor…

Ayrışmanın değil, birlik olmanın zamanı diye bas bas bağırıyor yurtseverler!

Uyandırma görevi hepimizin…

Göz görüyor, kulak duyuyor, diller söylüyor. Özdemir Asaf’ın şu sözleri yalan mı?


“Bir insan, treni kaçırırsa başka bir tren gelir onu alır.

Bir ulus, treni kaçırırsa başka bir ulus gelir onu alır.”


Tren kaçıyor. Başka uluslar geliyor, bizi alacaklar… Bakın yıldız kayıyor.


Feza TİRYAKİ, 7 Mayıs 2012
Kullanıcı küçük betizi
Feza Tiryaki
GM Yazarları
GM Yazarları
 
İletiler: 1012
Kayıt: Sal Kas 09, 2010 14:12

Şu dizine dön: Feza TİRYAKİ

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 0 konuk

x