
“Nedir en zor şey? Görmek gözünün önünde duranı!" demişti büyük ozan Goethe; Aziz Nesin gibi insanların %60’ın aptal saymadığından (bana sorarsanız, aslında, kendisinin dışında herkes aptaldı) şunu eklememiş: “gördüğünü doğru anlamak ve aynı doğrulukta anlatabilmek”.
Yılmaz Dikbaş’ın son kitabı “Atatürkçüler Yenildi” çıkalı beri tartışılıyor; haksız da değil bu tartışmalar, çünkü Yılmaz Dikbaş da onu tartışma yaratsın diye yazmış.
Tartışmaların bir bölümü yapıcı, yarınlarımız için ışık tutucu; bir bölümüyse boş: yalnız önyargılara, kendi kafamızdaki kalıplara dayanıyor.
Sevgili Yılmaz’ın yerinde olsam,kitabın adını “Atatürkçü Geçinenler Yenildi”koyar, bu boş tartışmaların büyük bölümünü başından önlerdim; çünkü kitapta anlatılanlar bu söylüyor zaten.
Gelin bunu açmak üzere başa dönelim: Büyük Mustafa Kemâl, daha 1920’lerde, Lenin’le yazışırken: “ Bizde toplumsal sınıflar yok, onun için devlet eliyle kurulup yaşatılacak toplumculuk istiyorum” demişti; demişti, ama Küba’ya çıktıklarında yanındaki 82 inançlı devrimcinin 70’in şehit verip topu topu 12 kişi kalan Fidel kadar talihli olamadığı için, Bağımsızlık Savaşı’mız anlatılırken yakın arkadaşı, ülküdaşı sayılanlar, Kâzım Karabekir’den İsmet Paşa’ya, Rauf Orbay’dan Ali Fuat Cebesoy’a dek hepsi tutucu, bir anlamda karşıdevrimciydi; 15 yıllık Savaş sonrası yaşamına ancak bu kadarını sığdırabildi.
Hele onun ölümünden sonra, daha 1939 Nisan’ında, Cumhuriyet’in 2. Adamı sayılan, üstelik Lozan Barış Görüşmeleri’nde yurdumuzu temsil etmiş olan; karşısındaki azılı, kurnaz sömürgecilerin bütün dediklerini dinlemiş İsmet İnönü, Büyük Önder’in ona ve Celâl Bayar’a, ölümüne yakın, sıkı sıkı: “aman Sovyetler ile dostluğu bozmayın, Batılı devletlerle ikili anlaşma yapmayın” demesine karşın, insanlık tarihinin en alçak, en acımasız sömürgecisi İngilizleri çağırıp ilk anlaşmaya imza atmıştır.
İngilizler eski güçlerini yitirdikleri için, Güneş Batmayan İmparatorluğun bekçiliğini ABD’ye devretmişti; az sonra onlar da boy gösterdi – ve onlar Lozan Anlaşması’nı imzalayamayan tek devletti -, onlara en çok kayırılacak ulus ayrıcalığı tanındı (alın size Muhteşem Süleyman’ın başta Fransızlar, Avrupalılara tanıdığı akıl almaz ayrıcalıkların çağdaşı).
O tarihten sonra, İngilizlerin akıl hocalığını yaptığı Amerikalılar, başta eğitim ve savunma, her şeyimize karışacak, dahası yaşamımızı artık onlar düzenleyecek ( ya da daha doğru deyişle, düzensizleştirecekti).
Böylece, Yılmaz Dikbaş’ın çok haklı olarak NATO Paşası dediği komutan türü doğacak; ABD bizim en büyük stratejik ortağımız, en sağlam yandaşımızdır (!?) masalı bütün beyinlere kazınacaktı.
ABD demokrasi’ye (?), insan haklarına, hukuka aykırı bir şey yapılmasına âsla izin vermez ninnisiyle Silivri’ye giden yolun taşları döşenecekti. Oraya kapatılan generallerin ve sivillerin yüzde kaçı, yattıkları yerde düşünürken, bütün bu saydıklarımı anımsıyor,Atatürk’ün temel ülküsüne, “devlet eliyle kurulup yürütülecek toplumcu düzene” akılları yatıyor acaba?
ABD’nin izni, onayı ve kışkırtmasıyla girişilen 12 Mart ve 12 Eylül darbelerini saymıyorum elbet, ama nasılsa onlara duyurmadan gerçekleştirilen 27 Mayıs eyleminde bile ABD türü özgür girişime inanan asker ve siviller çoğunlukta; dahası işin başına getirilenler arasında Masonlar bile var; oysa nedir Masonların ilkesi, amacı? Sözümona bütün insanlıktan dem vurarak, bir avuç seçilmiş, aralarına kabul edilmiş insanı her durum ve koşulda korumak, kollamak, kurtarmak!
Toplumsal sınıflar oluşalı beri, parayı ve karar verme yetkisini ellerinde tutanlar emekçilerin yeni, hakça, dayanışmaya dayalı bir düzen kurmalarına öldüresiye düşmandırlar; başka bir deyişle, karşıdevrim devrimle aralıksız savaşmaktadır.
Bu durumda, içte-dışta hepimizin gırtlağına sarılmış olan karşıdevrimle, onun söylemleriyle, onun koyduğu hukuka, çıkardığı yasalara koşulsuz uyarak, kimseyi ürkütmemeye çalışan sözlerle savaşabilir misiniz?
Yılmaz Dikbaş¸ kitabının her sayfasında, her satırında işte bu çelişkiyi gözler önüne seriyor, 12 Eylül darbecilerinden tutun da, Atatürkçüyüz diyen bütün sözde devrimcileri ( bir bakıma hepimizi) sarsmaya, sorumluluğumuzu anımsatmaya, yarınları kurtarmak istiyorsak özü-sözü bir olmaya çağırıyor, hem de acı çığlıklar atarak.
Bertan ONARAN, 24 Aralık 2012