Yine Biri Kuyuya Taş Attı
Şurada, bir elin parmaklarını geçmeyen sayıda ulusal çıkarlarımıza aykırı yazı yazmayan gazetecimiz var, ulusal çıkarlarımızı gözeten sunucumuz var, yazarımız var, ünlü kişimiz var, ağzı doğru laf yapan siyasetçimiz var…
Hepsi de neredeyse eksiksiz, bu kara lastik konusuna balıklama atladılar. Şehitleri görmeyen gazete bile bu delikli lastik ayakkabıyı gördü. Sosyal paylaşım ağlarında bu resim, ölen madencinin babasının resmi olarak değil, kara lastikli ayağının resmi olarak yayınlandı. Bütün resmi bilekten kestiler, yenisi eskisi diye kara lastikli ayakları yayınladılar. Belde imamı aracılığıyla babaya yeni ayakkabı niyetine yeni lastik gönderen valiye ne küfürler edildi. Sözcü gazetesi ana başlığında devlete yuh çekti bu vali yüzünden. Bu konuyu sayfasına, yazısına almayanın hatırı kaldı. Bu arada böyle durumlarda her zaman duyduğumuz yurdun her yanından yardım yağıyor sözleri baba Gökçe için de ortalığa yayıldı. Maskara edilince insan onuru, yardım akıllara geldi. Bu haberle birlikte de herkes birbirini kaymakamlık kanalıyla yardım etmeyin diye uyardı, yardım nereye gider belli olmaz o zaman dendi. Parti devletinin soygunları anımsatıldı. Bireysel yardımlar önce çıkarıldı, devleti yönetenler bu işten de sıyrıldı… Nasılsa kendilerine hesap sorabilecek bir güç kalmadı ülkemizde. Kaba bir deyişle, ağzı olan konuştu. Baba, “medya maymununa” döndürüldü.
Biliyorsunuz, bu iktidara kadar devletin olan büyük ekonomik güçler, zenginlikler, özelleştirmelerle, kayırmalı ihalelerle, son on, on iki yıl içerisinde sistemli bir şekilde iktidar yandaşlarına devredildiler. Özal’la şaha kalkan bu zenginleri sevme, paraya, güce tapma anlayışı, insanlıktan kopuş, malın paran kadar adamdan sayılma, yoksulları, güçsüzleri sömürme, bu son bölücü - dinci iktidar döneminde topluma tam anlamıyla yerleşti, arsızlar iyice azıttılar… AKP iktidarı, parayı, paralıyı, yabancıyı sevmede ve gereksiz lüks tüketimde, gösterişte, israfta en üst noktaya çıktı. Dünyaya bile parmak ısırttı…
Varsıl – yoksul ayrımı arttı. Yönetenler paraya boğuldukça, yandaşları kolay yoldan para kazandıkça, insan emeği sömürüldükçe, yönetilenler iyice yoksulluğa düştüler…
Halkımız Atatürk döneminden sonra halkçılık görmedi ki yoksulluğu yensin, Batılı gibi yaşasın… Türk halkı son yıllarda iyice sadakaya bağlandı, dilenciliğe alıştırıldı, köylünün elindeki toprağı, hayvanı, geçim kaynakları değişik yollarla elinden alındı, gençler işsiz güçsüz bırakıldı, yoksullar onursuz yaşamaya zorlandı… İş kazaları aldı başını gitti. İşçiler üst üste, koyun taşınırcasına kamyon kasalarında, balık istifi gibi yığılmış minibüslerde işe taşındı da bir kaza olana kadar aldırılmadı, bu durum görmezden gelindi. Her kazanın sonunda bir iki gün bu durum konuşuldu, ardından unutuldu gitti…
İktidarın yandaşının bir maden ocağı. Çalışma koşulları çağdışı, insanlık dışı bir maden. İşçinin can güvenliği sağlanmamış. Denetim, ocakta bilimsel inceleme, yeterli güvenlik donanımı yapılmamış. İşveren şirket, çalışana öğlen yemeği vermemekle kalmıyor, işçisine yanında getirdiği yiyeceği yer üstünde yemeyi bile yasaklıyor. Daha çok çalışılsın, işveren daha çok kazansın diye.
Basit bir bilimsel araştırmayla ortaya çıkacak su baskını tehlikesi, dedikleri doğruysa, üç kuruş fazla kazanç için bile bile işçileri madene gömmedilerse, kazaya kadar bilinmiyor. On sekiz işçi bir gün, bir anda yerin yüzlerce metre altında suyun altında kalıyor. Aradan bir aya yakın süre geçiyor. Su baskınına uğrayan, kendilerine nedense bir türlü ulaşılamayan işçilere tam yirmi iki gün sonra ulaşılıyor. Çamurun içinde, kapkara kömüre dönmüş, birbirlerine sarılmış çaresiz genç erkek cesetleri tanınmaz durumda bulunuyor. Ancak hücre testleriyle ayırt edilip kimlikleri belirleniyor ölenlerin ve ailelerine teslim ediliyorlar. Mayıs ayında Soma’da resmi sayıları üç yüz bir, iddialara göre bunun iki katı sayıda madenci, bir patlamayla çıkan yangında hep birlikte öldü ülkemizde. Bir anda, aynı yerde üç yüzü aşkın madenci öldü, üç yüzü aşkın ölü beden toprağın altından tek tek dışarı çıkarıldı. O zaman yer yerinden oynamadı, iktidarın bir çivisi bile yerinden kımıldatılmadı… Maden sahibi ceza almadı, tam tersine ödüllendirildi, korundu, sorumlular hapse düşmedi, kimseye bunun hesabı sorulmadı da bu on sekiz kişinin mi hesabı sorulacak? Analar babalar, kendileri ersiz, çocukları babasız kalıveren eşler bunu bilmezler mi?
Cenazede baba Recep Gökçe yüreğinin bütün kırıklığına, bastırmaya çalıştığı isyanına, kendisine günlerce yaşatılan büyük acısına karşı dimdik ayakta duruyordu. Alışılmış köylü giyimimizi giymiş, içte desenli gömlek, el örgüsü yelek, üstüne ceket, altta paçası bol pantolon, başta kasket, ayakta kara lastik.
Ne kılığından, ne yoksulluğundan bir çekinmesi vardı. Neden çekinecekti ki? Neyse, kimse orada öyleydi.
Evladını, 39 yaşındaki dağ gibi güçlü erkeği, Tezcan’ı, evinin direğini üç kuruş yüzünden yitirmiş, kara toprağa vermiş. Kim bilir günlerdir ne kadar kendi kendine hesaplaştı. Kendini suçladı. Kaderine kızdı. İçi yandı, kavruldu…
Sonra da, - Tanrı kimsenin başına vermesin, bir ananın babanın başına gelebilecek en büyük felaket deniyor evladını toprağa vermek, evladın ölümünü görmek – tıpkı şehit babaları gibi acısını içine gömüp, isyanını, kızgınlığını dillendirmeyip, kimseleri suçlamayıp, devletine güvenip, öyle ayakta, kolları yanda, hazırolda selam duruyor sonsuzluğa göçen oğlunun tabutu karşısında. Oğluyla böyle vedalaşıyor. Kimsenin ne düşüneceği, ne diyeceği umurunda değil. Bahri Üzer’in(42) annesi Emine Üzer oğlunun tabutu başında yere çömelmiş dua ediyor cenaze namazı kılınırken. Onun da böyle resmini çekmişler. Kimseleri görmüyor, kimseyle konuşmuyor… Derdi ona yetiyor…
Buradaki Türk köylüsünün onurlu duruşu, kendine güveni, devletine bağlılığı, adaleti devletinden beklemesi, acısını içine gömmesi, kimselere belli etmemesi insanı derinden yaralamalıydı. Babanın gözlerinde ve duruşundaydı acısı, öfkesi… Çakmak çakmaktı bakışları. Omuzları dikti.
Bu duruşun, bu onurun kimse ayırdına varmadı. Vardırılmadı. Bu maden cinayetini yaşatanlar dile dolanmadı. İktidarın suçu ört bas edildi, böyle günlerce konuşulmadı. Bu madencilerin neden yoksulluk çektikleri, yörenin dertleri yerine çaresiz babanın ayağındaki yırtık kara lastik gazetecilerin diline dolandı. Öyle böyle değil, sırf bunu konu ettiler o günden bu güne… Hemen resimde ayağının çevresine kırmızı çemberler çizdiler. Ayağının kara lastikli durumunu büyüttüler, tam sayfa gazetelerine koydular. Ertesi günü olan oldu. Evlat acısıyla yanan baba bir de onur acısı çekti. Yoksulluğu, yırtık ayakkabısı gündemin baş haberiydi. Buna, valinin kaymakama, kaymakamın da muhtarlığa emir vererek, yeni bir ayakkabı alın, hemen verin giysin, emri tuz biber ekti. Belde imamı yedi buçuk liraya bir yeni kara lastik almış, babaya vermiş aynı gün. Gazeteciler av peşinde köpek gibiler. Gündemi dolduracak, yapılan ihanetleri gözden kaçırtacak, ülkemizin içine düşürüldüğü kirli uçurumu, bölücüleri, dincileri hepsini hepsini birkaç gün unutturacak bir konu bulmanın sevinci içerisindeler… Bu on sekiz genç madencinin nasıl öldüğü, nerede öldüğü, kimin suçuyla öldüğü konu değil artık.
Yaşar Okuyan bile dün Halk TV’de (Halk Te ve) Cuma akşamı çıkacağı izlenceyi duyururken: “Yarın gece Halk TV’(Te ve) de bu ayakkabıları birilerine yedireceğim. Vali… Vali… Yarın gece Halk TV’yi aç, izle. Seni bir öpeceğim ki… Feleğin şaşacak… Unutma Cuma gecesi saat 21’de öpüleceksin… “ diyordu.
Şimdi burada durup düşünelim. Kendinizi o babanın yerine koyun. Yetmiş beş yaşınıza gelmişsiniz. Kimseye muhtaç olmadan, el avuç açmadan, emeğinizle, alın terinizle yaşayıp gitmişsiniz. Ne diyordu baba yeni kara lastiği al giy diye verdiklerinde: “ Şimdi giymem desem olmaz, almam desem olmaz. Vermişler.” Arsız gazeteci avını yakalamış ya, hemen aynı giyimle yeni lastikle babanın ayağını çekiyor. Baba üzülür mü, bu rezilliğe dayanır mı, bir insanın onuruyla bu derece oynanır mı onun derdi değil. AKP’nin valisinin hiç değil. Birilerine sadaka dağıtmak onların çoktan beri işi sayılıyor. Yasal yollardan maaş bağlamak, yasal yollardan devlet yardımı vermek gibi değil bunların yaptıkları. “Bir emir, bir anda iş bitir.” Çadır devleti yönetir gibiler… Masa başında şipşak uygulamalar olmasa, aynı gün bir emirle birine nasıl yeni ayakkabı gönderip giydirebilirsin? Devlet yardımının yolu böyle midir? Sadaka dağıtır gibi eskimiş pabucu yenileyip eline vermek midir? Yasayla yardım bağlarsın. Hem de bunu felaket yaşandıktan sonra değil, önceden. Göze sokarak değil, sıradan bir uygulamaymış gibi yaparsın… Tüm yurttaşlarına aynı eşitlikte, aynı yasalarla, aynı zamanda yardım edersin…Yardımı alan neyi eksikse onu kendi gidip alır. Bir yetişkine ayakkabı alınıp al seninki yırtılmış, ayıp oluyor ele güne karşı, bunu giy der misin? Valilik bu mudur? Anımsayın, seçim öncesi her dönemde az mı kömür dağıttırdılar onlara. Devletin kömürünü, devlet parasıyla yandaştan alınan kömürü, iktidarın kömürü diye dağıttılar üstelik. Eskinin vali kavramı ile günümüzün vali kavramı bambaşka. Valiler, devletin valisinden partinin valisine dönüştürüldüler…
Yine konu kaydı, uzadı. Şunu soracaktım: Size aynı şeyin yapılmasını ister miydiniz?
Diyelim ki ayakkabınız eski, paltonuz yıpranmış, ne bileyim kılığınız kıyafetiniz eski püskü, üstünüz başınız bakımsız olsun. Ama onurunuz var, gururunuz var, kendinizi ne ezik, ne eksik olarak duyumsuyorsunuz. Şerefli bir vatandaşsınız. Ne hırlısınız, ne hırsızsınız… Bir toplantıya katıldınız. Orada öne çıktınız. Resminizi çektiler. Sizi gören, durumunuzu diline dolayan, yoksul görünüşünüzü haber yapan birileri de aynı gün size sadaka olarak o giyimlerin yenisini alıp versinler. Ayakkabın delik. Al yenisi, bunu giy deseler. Bir kilo muz fiyatına, yarım kilo en adi peynir fiyatına sizin onurunuzu çiğneseler… Kendinize olan öz saygınızı önemsemeseler… Ne duyarsınız, ne düşünürsünüz? O verileni giyer misiniz? Kendinizi aşağılanmış hissetmez misiniz? Bu tıpkı, kameraları yanına alarak, gazetelere, televizyonlara haber vererek bir yoksula, bir muhtaca yardım etmek gibi. İnsan onurunu hiçe saymak… Kendine yapılmasını istemediğini bir başkasına rahatça yapmak…
Başsağlığı dilerken söylenen şöyle bir söz vardır: “Allah acınızı aratmasın!” derler, bir yakınını yitirene. Burada bu babaya böyle bir dilek dilenmeliymiş. Yetmiş beş yıllık ömrü önce evlat acıyla sarsılmış. Sonra böyle onuru kırılmış… Kılık kıyafeti her yerde konuşulur olmuş. Cinayet gibi kaza, ikinci plana atılmış. Varsa yoksa, giydiği lastik, delik kara lastik dillere dolanmış…
İşin başka bir yönü de var. Yazar Nihat Genç, akşam, kara lastik Anadolu’nun özüdür diyordu, bu konu sorulduğunda… “Anadolu’nun yoksulluğunu temsil eder” diye açıklıyordu. Doğrudur ama bu iş bu kadar tek yönlü değildir.
Bu lastik ayakkabıların kadınlar için olanı renkli. Bunlara alışıp başka bir pabuç giymeyen o kadar çok köylümüz var ki. Geleneksel köylü giyimiyle giyinen, ayağına şalvar, üstüne gömlek, hırka giyen köy kadınlarımıza bu kişiler hiç alıcı gözle bakmamışlar mı? Bugüne kadar ayaklarını görmemişler mi? Kaçının ayağında deri ayakkabı, deri sandalet vardır? Köylümüzü çağdaş bir şekilde yaşamaya alıştırdık mı? Eğittik mi? Bu şartları onlara sağladık mı? Parası olan bile böyle giyiniyor. Bir lokma bir hırka yaşıyor.
Yaşadığım bir Akdeniz köyünden, iki yaşanmış örnek vereceğim.
Yaş yaşamış, çok çalışkan, yaşına bakmadan gece gündüz deliler gibi çalışan bir bilge kadınla yıllar önce iyi ahbap olduk. Çiftçi. Üretici. Yardımcısız, her işe koşturuyor eşiyle. Durumu iyi. Bankada parası varmış. Yeri yurdu çok, tarlası tapanı sayısız. Giyimine baksanız şaşarsınız. Yırtık pırtık bir gömleği var, ondan başkasını giymez. Şalvarı kırk yama. Ayağında eski lastik ayakkabı. Ahbap olduk ya, bizde de bu takıntılar var ya, ayakkabısının durumuna kafayı taktık. İlçeye gidemiyor, ayağına uygun olanı nasıl bulacak, kim alacak… Sırtında küfe dağ bayır koşturur, ayağında köy kadınlarının giydiği renkli lastiklerden. Eşi de kara lastikli. El, ayak parmakları şekil bozukluğuna uğramış, ayak başparmağı içe kıvrılmış... Ne getirelim ne getirelim hediye olarak diye düşündük, ayakkabı dedik. Ayağındaki lastik ayakkabıdan kurtulsun istedik. Kendi rızasıyla bir kâğıda ayağının kalıbını çizerek aldık, sana pabuç getireceğiz dedik. Sırayla her gelişimizde model model ayağına göre yaşına göre sağlık tabanlı, rahat deri pabuçlar, sandaletler getiriyoruz. Dikkat ediyoruz, hiç birini giymiyor. Spor pabucu getirdik. Onu da giydiğini görmedik… Sonra kafamıza dank etti, bu yaşa kadar böyle gelmiş, böyle gidecek. Giysileri eski ama onlarla kendini rahat hissediyor. Alışkanlıklardan vaz geçmek kolay değildir. Hem de giyim armağanı çok zor bir armağandır. Gururu kırmak var işin içinde. Karşındakinin özeline girmek, incitmek, ruhunu yaralamak da var… Bu işler eğitim işidir, uzun vadeli işlerdir… Çok geç anladık…
Bu olayı da yakınlarda anlattılar:
Burada durumu iyi sayılan, kimseye muhtaç olmadan emeğiyle geçinen bir yaşlı adam. Karısı da yaşlı ama ikisi gençlere taş çıkartıyorlar çalışmada. Birlikte yazın gezginlere kayıkta öteberi satıyorlar. Balık tutuyorlar, tuz topluyorlar, ağ örüyorlar. Keçileri de var… Yıkık dökük evleri kendilerinin, yaşayıp gidiyorlar. Görseniz adamın üstü başı nasıl dökülüyor. Giysileri rahat, bol kesimli. Eski mi eski gömleği, pantolonu… Bir ay üstünde aynı gömlek. Köyden dışardan gelmiş bir garson bunlarla ahbap oluyor. Yaşlı adamın kılığından, bakımsızlığından rahatsız olmuş olmalı ki gitmiş pazardan üç gömlek almış. Adama herkesin içinde veriyor. Bir daha seni bu eski gömleklerinle görmeyeyim. Al bunları sana aldım, diyor. Naylon paketleri açılmamış, değişik renklerde, desende yepyeni üç gömlek…
Aradan günler geçiyor, adamcağızın giyiminde bir değişiklik olmuyor. Yeni gömlekleri üstünde gören yok. Bir gün gömleği veren delikanlı adama çıkışıyor: “ Verdiğim gömlekleri neden giymiyorsun? “ diye adamı sıkıştırıyor. Aldığı yanıt: “Hanım giydirmiyor!”
Bizim köylümüz onurludur. Köylü kadınlarımız eşlerinin onurunu kendi onurları gibi korurlar…
Sonra bu lastik ayakkabılara öyle saldırmak saçma. Yoksulluk ayrı, istediğini, alıştığını, beğendiğini giyme ayrı. Bu konu çok derin bir konu. Çok boyutları olan. Köylümüz bir gecede bu duruma düşmedi, uzun yılların suçu günahı yüklü bu işte. En son bu iktidar her şeye tuz biber ekti. Yoksulu daha yoksul, arsızı, hırsızı ise varsıl etti. Onur, şeref gibi kavramlar yok sayıldı, değersizleştirildi…
Köylümüzün yalnızca lastik ayakkabıları mı delik? Dişleri de dökük değil mi? Ortaçağ karanlığına yeniden göndermiyor muyuz onları? Kafaların içini doldurduk mu? Eğitim sistemimiz yüz yıl öncesine dönmüyor mu yavaş yavaş? Okullarımızdan yalnızca imam çıkartmayacak mıyız gelecekte? Köylerde öğretmen bıraktılar mı ki öğretmenim köylüyü eğitsin, yardımına koşsun… Ülkemiz aydınının derdi tasası köylümüzün durumu mu, yoksa bölücülüğe yardım mı? Nasıl bölünürüz, nasıl Cumhuriyeti yıkarız, nasıl din devleti kurarız, nasıl iktidara dayanak oluruz, nasıl küpümüzü doldururuz… derdindeler gazeteci dediklerimiz, yazar dediklerimiz… Siyasetçi dediklerimiz… Sanatçı dediğimiz yılanlar, çıyanlar, solucanlar…
Bu olaylar tartışılırken, köyde, ilçede gözüm hep köylümüzün ayaklarındaydı. Dost başa, düşman ayağa bakarmış. Anladım ki ben hiç ayağa bakmazmışım. Gördüklerime epeyce şaşırdım. Cuma pazarına gittim, gözüm oturanın, gezenin, kadının, erkeğin ayağında. Lastik ayakkabı neredeyse hafta pazarında ürününü satan herkesin ayağında. Sabah köyde gemisi olan, arabası olan, kazancı yerinde, varlıklı sayılabilecek genç bir köylü kadınımızla konuşuyorum. Şalvarlı, başı yemenili. Gözüm istemeden ayağına gitti. Ayağında açık mavi renkli bir lastik ayakkabı. Kara lastiğin bir türü. Kim olduğunu bilmesem yoksul sanacağım…
Kısaca, bir deli kuyuya bir taş attı, yine kırk akıllı çıkaramadı.
21 Kasım tarihli bir gazeteden bu haber: "Soma’daki kazadan sonra Meclis orası için özel yasa çıkarmış. İş kazalarında ölenlere hemen maaş bağlamak yerine, kişiye özel düzenleme “torba yasa “ ile kabul edilmiş. Ermenek’te ölen on sekiz madencinin on altısı evliymiş, geride otuz altı çocuk yetim kalmış… Bu ailelere maaş bağlanabilmesi için her bir olaya özel yasa çıkarılması gerekiyormuş. Kamuoyunda ses getirmeyen kazalara ise aldıran olmuyormuş, kaza geçiren, ölen kaderine terkediliyormuş.”
Yardımları onur kırmadan yaptırmanın, yasaları doğru çıkartmanın, çıkan yasayı uygulatmanın takipçisi olsaydı keşke gazetecilerimiz… İlk kez görmüşlermiş gibi, yırtık kara lastiğe bu kadar kafayı takacaklarına…
Feza Tiryaki, 22 Kasım 2014