Cübbeli Ahmet Hoca Mı Yaşar Nuri Öztürk Mü? Cübbeli Ahmet Hoca olarak bilinen Ahmet Mahmut Ünlü, geçtiğimiz günlerde Habertürk Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Fatih Altaylı'nın hazırlayıp sunduğu Teke Tek'e konuk oldu. Ahmet Mahmut Ünlü, kendisine neden "cübbeli" denildiğinden Fatih Çarşamba da faaliyet gösteren İsmailağa Cemaati gerçeğine, Ayşe Arman'ın mini etekle o semtte dolaşmasından, cemaati sarsan cinayetlere, Jet Ski sefasından, Barbie bebek açıklamalarına ve merak edilen konularla ilgili soruları açık yüreklikle yanıtladı.
Cübbeli Ahmet Hoca, Fatih Altaylı'ya, "Bir televizyon kanalında "17 Ağustos depremine ilişkin söylediklerimden pişmanım, Hüseyin Üzmez kâfir değil günahkâr olur, İlan ediyorum mehdi 3 yıl içinde çıkmayacak" dedi. Programın süprizi ise Altaylı’nın masasının altından çıkardığı Barby Bebek oldu…
Genel kanıya göre yaklaşık 3 saat süren programın bam teli ise Cübbeli Ahmet Hoca’nın Atatürk hakkında ki fikirlerini belirttiği an oldu. Hoca’nın Atatürk dönemini ‘’özgürlükler dönemi’’olarak niteleyen ifadeleri ise kiminde hoşnutluk yarattı kiminde şaşkınlık… Fatih Altaylı’nın özel bir program da Prof.Dr. Yaşar Nuri Öztürk ile Cübbeli Ahmet Hoca’yı Tarihçi Murat Bardakçı’nın hakemliğinde buluşturma isteği ise ‘’saygı çerçeveleri’’içinde olmak şartıyla Cübbeli Ahmet Hoca tarafından kabul edildi. Bir yanda yeni ekolden teoloji uzmanı ve ilahiyatçı Profesör unvanlı Yaşar Hoca, diğer yanda eski ekolden ve gelenekçi Ahmet Hoca…
Bu tartışmanın yaratabileceği manzarayı düşünürken aklıma nasıl bir din adamı sorusu geldi… Nasıl bir din adamı acaba bu millete daha faydalı olabilir? Hangi tip din adamı milli ve dini menfaatlerimizi daha iyi koruyabilir? Gelecek bin yılları inşa etme adına acaba nasıl din adamlarına ihtiyacımız var? Bu sorular beynimi kemirirken ve her soru arkasında bir soru daha getirirken, Hacı Süleyman Efendi ile sizleri tanıştırmak üzerime bir vazife oldu… Çünkü bence bugün bir din adamı nasıl olmalı sorusuna verilebilecek en güzel yanıt Hacı Süleyman Efendi’nin ilginç zikzaklı ve bizim için derslerle dolu olan yaşam öyküsünde yatmaktadır…
* * *DÖRT YABANCI DİL BİLEN BİR DİN ADAMIHacı Süleyman Efendi 1855 de Nazilli de doğmuştu. Babası Müftü Hocazade Halil Efendi’dir… Oğlunu okutmak için elinden geleni yapan Halil Bey, Süleyman Efendi’yi önce Nazilli de ilk ve orta öğrenimden geçirdikten sonra Yüksek Öğrenim için İstanbul’a göndermişti. Okumak ve öğrenmek konusunda müthiş bir azme sahip olan Hacı Süleyman Efendi 1880 yılında Nuruosmaniye Medresesinden üstün başarı ile kadı payesi alarak mezun olmuştu… Medrese eğitimi esnasında Arapça ve Farsçayı öğrenen Süleyman Bey, medrese sonrasında da Fransızca ve Rumca öğrenmişti… Tüm bu dilleri akademik bir kitap yazabilecek düzeyde ileri derece konuşup yazabiliyordu… Bir ara dedesinin Nazilli’ye su getirmesi esnasında Nazilli’ye giden Hacı Süleyman Efendi burada yerli ve yabancı kitapların dünyasına dalmıştı. Osmanlı Neden Geri kalıyordu? Bu çöküş nereye kadar gidecekti? Tekrar eski günlere dönebilir miydik? Kısacası Devlet-i Aliye bu dar boğazdan nasıl kurtulur? Gibi önemli sorulara sürekli cevaplar arıyordu. Saatlerce süren okumalardan şakakları sızlayan Süleyman Efendi yine araştırmaktan öğrenmekten yılmıyordu. Kısa süre sonra Osmanlı ülkesinin ardı ardına felaketler yaşadığı bir ortamda çarpıcı tespitlerde bulunacaktı…
‘’PADİŞAHLAR DA SEÇİMLE İŞ BAŞINA GELMELİ’’DİYORDUOnun engin düşüncelerine göre; resmi tarihçilerin Viyana Kuşatmasından itibaren başlattıkları Osmanlı Gerilemesinin kökenleri çok daha geriye gitmektedir. Bunun yanında Din ahlak ve gelenek gibi öğelerin geri kalmışlıkla ilgisi yoktur, Osmanlı Devleti ve toplumunda ki geri kalmışlığı durdurmak ancak bilim ve teknikle mümkün olacaktı. Bilim ve teknikte ilerleyen Osmanlı hem askeri hem de siyasi ve ekonomik olarak güçlenecek ve gittikçe zenginleşen Osmanlı toplumunun kökü dışarıdan etmenler ile din, mezhep ve etnik kavgalara sürüklenmesi imkânsız hale gelecekti. Toplum zengin olmalı ve feodal tortulardan arındırılmalı idi. Osmanlı Devleti’nin kargaşaları bastırmak için uyguladığı şiddet yöntemleri olumlu sonuçlar verir gibi gözükse de bu ağrı dindiren uyuşturucu ilaçlara benziyordu. Yani geçiciydi. Önemli olan sorunu ense kökünden yakalayarak bir daha nüksetmeyecek şekilde çözmekti. Osmanlı reformları ekonomik bir dayanağa dayanmadığından güdük ve cılız kalmıştı. Bu sistem mutlu bir azınlık yaratmıştı ve toplumun dinamosu olan köylü, toprak ağalarının kucağına atılmıştı…
Tespitleri ile döneminde anlaşılma sorunu yaşayan Hacı Süleyman Efendi, Tanzimat Fermanını bile kökeninde borçlandırma güdüsü yatan Batı kaynaklı bir hareket olarak niteliyordu. Yine O’nun tahlillerine göre; İngilizlerle yapılan Ticaret Antlaşması artık savaşların siperlerden çok ekonomik alanda yapılacağının en mühim ispatı idi. Artık ülkeler askeri harekâtlarla değil diplomatik ve ekonomik manevralar ile sömürü yapılacaktı! Osmanlı’nın başına gelen Duyun-u Umumiye felaketi bu tespitin önemli ve güncel bir delili idi… Tımar, Zeamet, Has Rejimi tekrar değerlendirilmeli ve değişen Osmanlı toplumuna göre dekore edilmeliydi. Köylünün ürününün tam karşılığını almasını engelleyen aracı ve tefeci sınıfı acilen ortadan kaldırılmalı idi. Esnaf, Osmanlı Kuruluş Döneminde ki manası ve birlik ruhu içinde Ahi Teşkilatı olarak tekrar örgütlenmeli idi. Osmanlı toplumu içinde ki ekonomik organların tek modeli Ahiler olmalıydı.
Hacı Süleyman Efendiye göre; Biz, biz olmalıydık… Başkasının yansıması değil! İnsanın insanı sömürmesini şiddetle reddeden, toplumsal düzeni sağlayan, çalışanlar ile çalıştıranlar arasında ki ilişkiyi adam gibi düzenleyen yeni bir ses ve soluk lazımdı bize… Köylü sadece ağaların kucağından kurtarılmakla kalmamalı ayrıca eğitilmeli idi. Her köye ilkokul yapılmalı ve okullar köylüye bırakılmalı idi. Yeni bir eğitim seferberliği yapmak gerekirdi. Eğitilen ve üreten halk hem aydın hem zengin olacak ve kişi başına düşen milli gelir artacaktı…
* * * Hacı Süleyman Efendi II. Abdülhamit’in rejiminden rahatsız oluyordu. Jöhn Türklere çok daha yakındı. Bu grup içinde faaliyet gösteren Tahir Efendi de yakın dostlarından biriydi. Tahir Efendi ise İttihat Terakki içinde gizli çalışmalarda bulunan bir aydındı. II. Abdülhamit’in ‘’dikta’’rejimini yıkmak için faaliyet gösteren İ.T.C. Tahir Efendiyi gizli bir görevle Anadolu’ya göndermişti. Anadolu karış karış gezilecek ve dikta rejimini yıkmak için Anadolulu aydınlarla görüşecektir. Ancak Abdülhamit’in Hafiyeler ve Yıldız İstihbaratı gibi teşkilatlarla ortamı kontrol ettiği bir dönemde böyle bir faaliyet oldukça zordur. Çözüm şöyle bulunur; Tahir Efendi ‘’Osmanlı Müellifleri’’diye bir eser hazırlamaktadır ve eserini tamamlaması için yurdun çeşitli bölgelerinde ki mezar taşlarını incelemesi gerekmektedir. Babaali bu projeye onay verir ve Tahir Efendi kimseyi kuşkulandırmadan gezisine başlar. Gizli görevine başlar başlamaz ilk ziyaret ettiği kişilerden biri de yakın dostu Hacı Süleyman Efendi’dir. Uzunca konuşurlar, ülke zor bir durumdadır ve devrim şarttır! Eğer bu devrim gerçekleşirse Hacı Süleyman Efendi Aydın mebusu olarak aday gösterilecek ve İstanbul’a gelecektir. Beklenen ihtilal 23 Temmuz 1908 de tarih sayfalarına II. Meşrutiyet olarak geçer…Ve Hacı Süleyman Efendi Aydın Mebusu unvanı ile Osmanlı Mebusan Meclisinin yolunu tutar…
Hacı Süleyman Efendi çok sevinçlidir. Artık tüm karanlıklar geride kalmıştı, hürriyet, musavvat, kardeşlik ve eşitlik sloganları altında Selanik’te patlayan top gürültüleri içinde kutlanan devrim sonrasında meclise giren Hacı Süleyman Efendi içinde yaşadığı dönemin düşünce duvarlarını yerle yeksan eden bir fikir fırtınası ile adeta meclisi sallamıştı. Ardı ardına verdiği önergeler ve bu önergelerin kapsadığı konular ile dikkatleri üzerine çeken bu kıymetli âlim, dini giysilerin bir sınıra sokulmasından, işlevini yitiren ve asker kaçakları ile miskinlerin barınağına dönen tekkelerin kapatılmasına, vergilerden eğitim için pay ayrılmasından, okullarda dini eğitimin yanında bilime de ağırlık verilmesine, ekmek tipinin sınırlandırılmasından, kooperatifleşmenin tüm iş sahalarına yayılmasına, Osmanlı saltanatında babadan oğula sisteminden seçim sistemine geçilmesine kadar o günlerde akıllardan bile geçmeyen fikirleri sıralamıştı…
ABDÜLHAMİT’İN ETEĞİNİ BİR TEK O ÖPMEMİŞTİ! O dönem ki Osmanlı düzenini temelinden silkeleyip kendisine getirecek önerilerdir bunlar. Bu fikir ve önergeler reformist mebus ve kadı payeli din adamı Hacı Süleyman Efendi tarafından dile getirildiğinde Osmanlı meclisini bir hayret ve şaşkınlık kaplamıştı. Hacı Süleyman Efendi çağlar ötesinden konuşmaktadır ve bu ileri ses zamanın Avusturya elçisinin bile dikkatini celp eder. Avusturya elçisi Süleyman Efendiye dikkat kesilmek konusunda son derece haklıdır çünkü O devrin din ve siyaset adamlarından çok farklıdır…
İşte bundan dolayı devri, Hacı Süleyman Efendiyi asla anlayamaz. Gelen adeta gideni aratır. II. Abdülhamit’i tahtan indirmek için iktidara gelenler, Meclis açıldıktan sonra 1 Ocak 1909 da Yıldız Sarayında Padişahın eteğini öpmek için sıraya girerler! Hacı Süleyman Efendi hem şaşkındır hem de kızgın! Sen her şeyin sorumlusu olarak gördüğün Padişahı devirmek için elinden geleni yap sonra da eteğini öp olacak şey değil! Diyerek söylenmektedir. El etek öpme yarışına giren Tüm yalakalar, dalkavuklar, taklacı güvercinler midesini bulandırır. O gün tüm milletvekilleri içinde Padişahın eteğini öpmeyen tek kişi Hacı Süleyman Efendi’dir! Müthiş bir hayal kırıklığı içindedir. Verdiği modern ve reformcu önergelerin hiç birisinin kabul edilmemesi ve anlaşılmaması iyice onu yıpratır. Dayanamaz yine kendini kitaplarına ve araştırmaya vermek, düşünce denizlerinde boğularak bunlara çare bulmak için herkesin koşarak geldiği Meclisten istida eder. Kimseye eyvallahı yoktur. Ancak devrin Sadrazamı O’nu kaybetmemek adına istifasını kabul etmez! İzinli sayarak memleketine uğurlarlar. Fakat O Aydın’dan istifasını gönderir!15 Gün sonra da 31 Mart Vakası patlak verir.
Osmanlı coğrafyasına adeta felaketler yağmaktadır. Bosna Hersek Olayı, Bulgaristan’ın bağımsızlığı, Girit’in kaybedilmesi, Otuz Bir Mart Vakası, Sıkıyönetim Devri, Yemen de ki elim ayaklanma, Arnavutluğun isyanı, Trablusgarp’ın İtalyanlarca işgal edilmesi, Balkan Faciası derken Osmanlı uçurumun dibine sürüklenmişti… Son afetin adı; Birinci Dünya Savaşı idi…İTC’nin kendi getirdiği özgürlük, yerini bürokratik, siyasi ve askeri bir teröre bırakmıştı.’’Meşrutiyet aslanı öz yavrusunu boğmuştu.’’
Devamı bir sonraki yazıya....Ozan Arif BODUR, 04 Ağustos 2009
Bağımsızlık İçin Öz Oğlunu Bile Rehin Vermişti Geçen yazımızda anlatmaya başladığımız Hacı Süleyman Efendiyle devam edelim. Hacı Süleyman Efendi tüm bu manzarayı tüm vatanperverler gibi yüreği kan ağlayarak izliyordu. İstifasından bu yana tam on yıl geçmişti. Ülke Mondros Ateşkes Antlaşması ve Serv dayatmaları ile burun buruna gelmişti. Batı’nın taşeron gücü Yunan İzmir’e saldırmıştı. Vatan yavaş yavaş işgal ediliyordu. Ancak ümitsiz değildi. Bir şey olmalıydı, bir kıpırdanma bir silkelenme bir kendine geliş… Yüreğinde ki sızılar Samsun’dan Erzurum’dan ve Havza’dan akis bulur. Bu nida Çanakkale Savaşlarının kudretli komutanı Gazi Mustafa Kemal Paşa’ya aittir. Herkesin sustuğu bir anda adeta haykıran Gazi’nin milli vicdanları titreten sesine kulak veren Hacı Süleyman Efendi, eski tanıdığı Rauf Orbay ile konuşarak Milli Güçlere katılır. Nazilli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetini kurar. Birinci Nazilli Kongresini bizzat kendisi toplayarak işgalin o kadarda kolay olmayacağını gösterir. Bölge Yunanlılara dar edilir… Aylarca çalışır Yunanlıların Türk halkının kendilerine tepki göstermemesi için casusları aracılığı ile yaptığı Rumca ve Türkçe tüm propaganda çalışmalarını tek tek toplar. En ince ayrıntısına kadar inceler! Karşı propaganda tezleri geliştirir. Eşkıyalık yapan Demirci Mehmet Efe’yi öz oğluna rehin vererek Milli Güçlere katılmak konusunda ikna eden de O’dur! Rauf Orbay’ın telkinleri ile Sivas Kongresine katılır ve çok sevdiği Mustafa Kemal Paşa ile ilk kez burada görüşür... Sivas yolculuğu esnasında Rauf Orbay ile memleket meselelerine dair uzunca konuşmalar yapar. Bir ara Rauf Orbay’ı İstanbul’a dönmemesi konusunda ciddi ciddi uyarır. Ancak Rauf Bey O’nu dinlemez. İstanbul’a gider ve işgal güçleri tarafından tutuklanarak Malta’ya sürgüne gönderilir…
Hacı Süleyman Efendi Sivas dönüşünde Milli Güçler için durmadan dinlemeden çalışır.
O, Yunan Lider Venizelos’a methiyeler düzen ve boynuna Yunan bayrağı asarak gezmekten haya etmeyen Ezineli Mustafa Asım Hoca’ya, Yunanlılara işgallerinde rehberlik eden Hafız Mahmut’a Müslümanların arasında fitne yayarak onları birbirine düşürmeye çalışan Hoca Sabri Efendi’ye, İşgal güçlerinin çil çil altınlarına kanan Kadı Osman Remzi Efendi’ye, Yunan’ın ağzı ile propaganda yapan Bağcızade Hafız Kemal’e ve bil cümle hain din adamlarına (!) inat dim dik durmuştu…
KİMSENİN AKLINDA YOKKEN O ‘’CUMHURİYET ‘’DEMİŞTİ…Bu ve buna benzer dik duruşların meyvesi olan bağımsızlık ile Türkiye Devleti kurulmuştu. Hacı Süleyman Efendi de bu gazi Meclis’te İzmir Milletvekili olarak yerine almıştı.Yeni Meclis’te ilmiye sınıfından din adamı birçok eski arkadaşı da bulunmaktaydı.Ancak tüm bu ilmiyeliler içinde olaylara toplumcu ve çağdaş bir gözle bakabilen,gerçeği gören tek din adamı Hacı Süleyman Efendi idi…Burada da soluk almadan çalışıyordu.Üst üste Meclis kürsüsüne çıkmıştı,Yeni kurulan devletin uygar dünyada hızlı mesafe almasının yolunun eğitimden geçtiğini söylüyordu.’’Bugün köylerde ufak ufak okul yapmak,Büyükşehirlerde cami yapmaktan daha hayırlıdır’’dediğinde O’nu anlayabilen nadide insanlardan biri de dava arkadaşı Mustafa Kemal idi.Israrla görkemli evlerde gizlenen alçaklar ve köylülerin cehaletinden yararlanarak onları kahreden ağa,tefeci,komisyoncu taifesinin bertaraf edilmesinden söz ediyordu.Cahilin dindarından bile hayır gelmeyeceğini avazı çıktığı kadar haykırıyordu.’’Sosyal düzende ki ilerlememiz kadına verdiğimiz önem ile doğru orantılıdır ‘’Diyordu.En mühimi eğitim düzeni ve sistemi olmayan bir ulusun medeni düzeninin de olamayacağı tespitinde bulunuyordu.Şiddetle öğretmenlere önem verilmesi gerektiğini beyn ediyordu.Çok dikkat çekmiş ama maalesef bu devrimci mecliste bile anlaşılma sorunu yaşamıştı.Ancak O’nu anlayan birisi vardı.O da devletin başında isim Mustafa Kemal idi.Hacı Süleyman Efendi’ye çok değer veren Atatürk ona bakanlık bile teklif etmiş fakat O,makam sevdalısı olmadığından,yapacaklarını vekil kimliği ile de yapabileceğini düşünerek kibarca bu teklifi reddetmişti.
Evet…
Bundan 89 yıl önce bir din adamı düşünün ki, köylünün haklarından, ekonomiden, milli gelir dağılımından, her köye okul yapılmasından, köylünün ağa ve tefeci grubunun eline bırakılmamasından ve tam bağımsızlıktan söz etsin… En önemlisi de TBMM ilk kurulduğunda bile birçoğunun aklının ucundan geçmemesine rağmen Cumhuriyeti düşlesin… Evet Cumhuriyeti… Hacı Süleyman Efendi’nin yakın arkadaşı Süleyman Ferit Eczacıbaşı,bu mühim din adamının,zaferden hemen sonra ‘’Cumhuriyeti ilan etmek bir zorunluluktur’’dediğini kaydeder…
TBMM Birinci dönem sonrasında fesih kararını alınca, Nazilli’ye dönen ve 20 Mayıs 1923 de bizzat Mustafa Kemal Paşa’dan bir telgraf alarak dolaylı yoldan ikinci dönem vekilliğe davet edilen ve Gazi’nin ‘’mefkûre arkadaşım’’hitabına mazhar olan Hacı Süleyman Efendi o çok istediği, müreffeh yarınları ve Cumhuriyeti göremeden 5 Ekim 1923 de elim bir kaza sonucu yaşama veda eder…
BENCE; HACI SÜLEYMAN EFENDİ…Fatih Altaylı’nın programını bir arkadaşımla takip ediyordum, tabii o benim aklımdan nelerin geçtiğini bilmiyordu bile. Program bittiğinde bana dönerek sordu; sence hangisi?’’Anlamadım ‘’dedim. Ya anlamayacak ne var? Cübbeli Ahmet Hoca mı Yaşar Nuri Öztürk mü? Dedi… Tebessüm ettim ‘’her ikisi de değil, bana göre Hacı Süleyman Efendi!’’Dedim…
Sizce haksız mıyım?
Ozan Arif BODUR, 09 Ağustos 2009