IRAK MUSTAFA KEMAL'İNİ BEKLİYOR
Irakta her grup silahlı, ateş her cepheden geliyor. Bazen ateşin kimden geldiği ve kime gittiği dahi kestirilemiyor. Tek bilinen, vahşetler birbirine denk. Gruplar işgalci ve direnişçi diye iki başlık altında ele alınsa da, gerçekler bu kadar basit ve siyah-beyaz değil. Direnişçi diye tek vücut bir hareketten söz edebilmek mümkün değil. Irakta yaşanan direniş, işgali sona erdirmek ve bağımsız bir Irak ortaya çıkarmaktan çok, savaşı ve işgali devam ettirmeye yönelik. Çünkü direnişçiler savaştan besleniyorlar, savaş ne kadar sürerse o kadar şan-şöhret, nüfuz ve iktidar sahibi oluyorlar. Bu cepheden bakıldığında Irak Savaşı, Afganistanda Sovyetlere karşı yürütülen savaşı andırıyor. Savaş sürdüğü sürece ortak bir düşmana karşı savaşanların savaşın bitimiyle birlikte nasıl birbirilerine düştükleri ve Afganistana Sovyetler Birliğinden daha fazla zarar verdikleri akıllarda. Dolayısıyla işgalci ile direnişçi arasındaki farklar da bir bir ortadan kalkıyor. Türkiyede direnişçi ile işgalciyi aynı kefeye koymak büyük bir cesaret aslında. Çünkü bir çoklarına göre ABDye karşı silah atan her el kahraman, Batıya meydan okuyan her hareket ulusal bir hareket. Sadrı, büyük kahraman, yaşayan evliya ilan edenlerden, Baasçı direnişi Mustafa Kemal Atatürkün hareketine benzetenlere kadar Iraktaki direnişe sempati ile bakanların sayısı inanılmaz bir düzeyde. Başları kesilen tır şoförleri dahi bu sempatiyi tersine çeviremeyebiliyor. Bunda en önemli etken Amerikan politikalarına duyulan tepki olsa gerektir. Fakat bu tepki gerçekleri görmemize de engel olmamalıdır. Irakta yaşanan ulusal bir kurtuluş savaşı değildir, böyle bir savaşa dönüşme ihtimali de en azından şu an için zayıftır. Bunun nedenlerini anlamak için Türk Kurtuluş Savaşı ile şu ana kadarki direnişi kısaca karşılaştırmak dahi yeterli olacaktır:
Her şeyden önce direnişçilerin halka bakış açısı ile ABDnin ve öncesinde Saddam Hüseyinin bakış açıları arasında herhangi bir fark bulunmamaktadır. Çok sayıda direnişçi grup bulunmaktadır ve her grup dayandığı bölge, mezhep veya ırk dışında kalanların hak ve özgürlüklerini görmezden gelmektedir. Tüm Irakı temsil edebilecek herhangi bir örgüt henüz ortaya çıkmış değildir. Irakta meşruiyet Saddam için, Bush için ne kadar önemsiz idiyse Sadr, Sistani veya Baasçılar için de o kadar önemsizdir. Onların kesin ve değişmez doğruları vardır. Bu doğrular milyonlarca kişinin onaylaması veya reddetmesi ile değişmez. Bu kişiler tıpkı Saddam Hüseyin ve George Bush gibi Tanrı tarafından seçildiklerini, görevlendirildiklerini düşünmektedirler. Oysa ki Türk Kurtuluş Savaşı bir yönüyle çatışmalar tarihi olduğu kadar, diğer yönüyle kongreler ve Meclis tarihidir de. En sıkıntılı anlarda seçim yapılmış, kongrelere hayati tehlikeler atlatılarak temsilciler katılmıştır. Düşman Büyük Millet Meclisine 100 km mesafedeyken başkomutanlık için hararetli tartışmalar yapılabilmiştir. Ateş altında seçim yapmak Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşlarının meşruiyete verdiği önemi gösterdiği kadar muhalefetiyle, halk kitleleriyle Anadolu insanının olgunluğunu da göstermektedir. Bu bağlamda Iraktaki direnişin 81 yıl öncesi Türkiye örneğini dahi yakalayamadığı söylenebilir. Türk örneğinde en önemli önceliklerden biri meşruiyettir. İktidar Osmanlı Hükümetinden Ankara Hükümetine aktarılırken dahi yasalar çiğnenmemiş, her şey en azından kuralına göre yapılmıştır. Oysa bugün Irak yasaları Irak Devlet Başkanını dahi korumaktan acizdir. Bağdatta gerçek anlamda bir iktidar yoktur ve ABD de dahil olmak üzere meşru zeminlerde hareket eden meşru tek bir güç dahi mevcut değildir.
Iraktaki direnişin bir diğer olumsuz yönü ise sadece savaşa odaklı olmasıdır. Iraklı direnişçiler ve liderleri savaş sayesinde varolmuşlardır ve aslında bilerek ya da bilmeyerek savaşın devam etmesi için çalışmaktadırlar. İşgal sonrası için planları değil hayalleri olan bu grupların hayalleri arasında büyük uçurumlar bulunmakta, en asgari müştereklerde dahi buluşamamaktadırlar. Bu açıdan bakıldığında Irakın başına gelebilecek en kötü seçeneğin Amerikan işgalinin bitmesi ile başlayacağı dahi söylenebilir. Çünkü her bir direnişçi grup için Amerika ne kadar düşman ise diğer direnişçi gruplar da o kadar düşmandır. Şii bir şeriat devleti kurmayı hayal eden Şiiler, Saddam Hüseyin rejimini yeniden canlandırmak isteyen Baasçılar, Vahabi inancında bir din devleti peşinde koşanlar ve daha niceleri hayallerindeki Irakı diğer grupların yok edilmesi, farklı görüşlerin ortadan kaldırılması üzerine kurmaktadırlar.
Irak direnişinin en önemli açmazlarından biri ise gerçekte Iraklı diye bir ulusun olmayışıdır. Kişiler kendilerini daha çok bir mezheple, aşiretle, coğrafi bir bölge ile ya da ruhani/siyasi bir lider ile tanımlamayı yeğlemektedirler. Ortada bir ulus olmayınca onun ulusal bir hareketi de doğal olarak olamıyor. Aslında Amerikan işgali Iraklılara ulus olmak için çok iyi bir fırsat sunmuştu. Ortak düşmana karşı mücadele ulusal duyguları uyandırabilir, tek bir vücut olmanın hazzına varabilirlerdi. Fakat, bu fırsat kullanılamadı ve fırsat uzunca bir dönem için kaçırılmış görünüyor. Direnişçi liderler bilerek ya da bilmeyerek Irak için direnmek yerine kendi dar çıkarları ve hedefleri için savaşıyorlar ve direniş Irakı birleştirmek, bir Irak ulusu yaratmak yerine Iraklıları parçalamaya, Irakı bir çok devlete bölmeye zemin hazırlıyor.
Irak direnişinin bir başka olumsuz yönü ise terörü bir mücadele şekli olarak benimsemiş olmasıdır. Direnişçilerin ABD gibi bir süper güce karşı organize kuvvetler ile meydan savaşı yapmasını kimse beklemiyor. Ancak direnişçiler gerilla savaşının gereklerini dahi yerine getiremiyorlar. Daha çok kolay hedeflere intihar saldırısı düzenliyor, sivilleri hedef alıyor, kamyon şoförlerini, gazetecileri kaçırıyorlar. Hedeflerin önemli bir kısmı tesadüfen orada bulunanlar. Saldırı şekli kalabalık alanlarda patlayan bombalar, binaların havaya uçurulması, veya sıra bekleyen kişilerin arasında intihar saldırısı yapmak şeklinde gerçekleşiyor. Oysaki kurtuluş savaşçıları vur-kaç eylemleri dahi yapsalar, belli ilkeler ile hareket ederler. Herhangi bir hedefi vurmazlar. Teröre yaklaşıldığı dönemler olsa bile bir kurtuluş savaşını terör karakterize edemez. Düşmanla işbirliği yapan, ona malzeme taşıyan nakliye araçları durdurulabilir ve yakalananlar yargılanabilir. Bu yargılama sonucunda idam da çıkabilir. Fakat hiçbir meşru kurtuluş savaşı yakalanan kişilerin adi birer rehine olayında olduğu gibi kılıçla boynunun kesilmesini onaylamaz. Zaten rehine olaylarının önemli bir kısmında fidye istenmesi de Irak direnişinin henüz bir kurtuluş savaşına dönüşemediğini ortaya koyuyor.
Bu bilgiler ışığında denebilir ki, Irakta Iraklıların en büyük düşmanı yine Iraklılardır. Dün Saddam Hüseyini getiren yapı, hızla Saddam Hüseyini ve hatta Amerikan işgalini dahi arayacağı bir yöne doğru sürükleniyor. Amerikaya karşı sürdürülen direnişte bir yandan gruplar silahlanmalarını ve askeri eğitimlerini tamamlıyor, diğer taraftan ise inançları konusunda daha katı bir hal alıyorlar. Diğer düşünce ve gruplara olan hoşgörülerini kaybediyorlar. Yani sosyal gruplar arasındaki iletişim koparken, yeni duvarlar örülüyor. Bu da bir iç savaş için gerekli şartların başında geliyor.
Sonuç olarak Irakta kan durmuyor. Önümüzdeki günlerde durması olasılığı da çok zayıf. Aksine çatışmaların hızlanarak artması yönünde güçlü işaretler var. Saldırılardan ABD ve koalisyon güçleri de büyük yaralar alıyor. Seçim ortamında ABDnin Iraktan çekilmesi de gündeme gelebilir. Fakat ister çekilsin, isterse işgali devam ettirsin Irakta sular mevcut yapı değişmediği sürece durulmayacaktır. Çünkü, Saddam Hüseyinden sonra ABD de, Irakta en az 100 yıllık çatışma için yetecek nefret ve bölünme tohumlarını atmış durumda. En kötüsü ise bir kurtuluş savaşını başlatacak ne bir ulus var, ne de Mustafa Kemal Atatürk gibi bir lider.