Sosyalist Bir Gençle Tartışma (1-2) / Metin AYDOĞAN

Sosyalist Bir Gençle Tartışma (1-2) / Metin AYDOĞAN

İletigönderen Oğuz Kağan » Pzt Şub 23, 2015 20:34

Sosyalist Bir Gençle Tartışma -1 (Eleştiri)

NOT: Eleştiriye yanıt 26 Şubat 2015 Perşembe günü yayınlanacaktır.

Kemalizmin bilimsel olarak ele alınmasına önem veren sizin gibi bir aydının, kitabında Atatürk’e yönelik hiçbir eleştiride bulunmaması beni şaşırttı. Aslında bu durum, sizin yanlı tutumunuzdan çok, Atatürk'ün tabulaştırılması ve On’dan başka herkese suç bulmaya kadar varan zafiyetten kaynaklanıyor... Sizin de çok iyi bildiğiniz gibi, Marx’ın bize bıraktığı en önemli miras, somut olgulara ait tespitlerden çok, “hareket, değişim ve çelişkileri” esas alan diyalektik yöntem ile materyalist tarih anlayışıdır. Siz Marx’ın diyalektik yöntemini-Kemalist devrimciliğin bir özelliği olarak- “olumlu” bulurken, materyalist tarih anlayışını pek de benimsemiyorsunuz... Nesnelliğe önem veriyor ve Sovyetler Birliği’nin çöküşünün temelinde bunun yattığını söylüyorsunuz. Size katılmakla birlikte ben Kemalizmin de nesnellikten uzak olduğunu, hatta daha kötüsü gerçekleri kasıtlı olarak çarpıttığını söylüyorum... Kemalizmin anti-emperyalist bilinci konusunda, sizi Atatürk’ün yüksek bilince sahip olduğuna inandıran çeşitli sözlerini alıntılıyorsunuz. Yurtiçi yurtdışı yatırımlar peşinde koşan Koç Holding ya da İş Bankası ne kadar anti-emperyalist ise Atatürk'de o kadar anti-emperyalisttir. Sanırım emperyalizmin içerden fethedileceği yanılgısına düşme şerefine nail olmuş dünyanın ilk ve tek “anti-emperyalist, 3.dünyacı” devrimcisi Atatürk'tür... Atatürk ve Kemalistler, Kürtlerin kendilerini ifade etmedikleri zaman sorun çıkarmalarının daima mümkün olduğunu söylemelerine karşın, Kürtleri yok saymışlar, onlar ayaklanınca da suçu emperyalistlerin üzerine atmışlardır... Sizin-kusura bakmazsanız- tam bir misyoner jargonuyla anlattığınız, “ilkel” Dersim’e “medeniyet götürme” sürecinin bir de asimilasyon yüzü var. Evren Karayel

Sayın Metin Aydoğan,

Adım Evren Karayel. Adanalıyım ve Boğaziçi Üniversitesi öğrencisiyim. “Yeni Dünya Düzeni Kemalizm ve Türkiye” adlı kitabınızı, bir arkadaş önerisi üzerine, tümüyle okudum. Hemen belirtmeliyim ki okuduğuma hiç de pişman olmadım ve özellikle ikinci bölümde verdiğiniz bilgilerin, hem benim gibi genç bir öğrenci için hem de daha kapsamlı çalışmalar yapanlar için, oldukça yararlı olacağını düşünüyorum. Fakat bu mektupta, sizinle aynı düşüncede olduğum noktaları değil, kitabınızı okurken kafama takılan konuları belirteceğim ve –önsözde belirttiğiniz üzere, kitabın, gençlere ulaşmasına verdiğiniz önemden aldığım cesaretle- yer yer düşüncelerinizi eleştireceğim.

Konuya girmeden önce belirteyim ki; aşağıdaki yazı, maddelenerek sıralanmış sorulardan oluşmayacak, bütünlüklü bir metin halinde düzenlenmiş, eleştirel bir yazı olacaktır. Sizden ricam, bu yöntemi, düşüncelerimi daha iyi açabilmek için bilinçli olarak kullandığımı bilmeniz ve daha önemlisi, bu yazıyı, “aslında fazla da bir şey bilmediğini peşinen kabullenen”, fakat “içinde yaşadığı dünyanın ve toplumun sorunlarına duyarsız kalamayan” bir genç olarak kaleme aldığımı göz önünde bulundurmanızdır. Sanırım bu sayede, yapacağım muhtemel hataları ve daha önemlisi “tarzımı” mazur göreceksiniz. Son olarak; bu özelliklerinden dolayı yazacağım yazı, yer yer kendi cevaplarını vermeye çalışan, mümkün olduğunca bütünlüklü tek bir soru niteliğinde olacaktır.

NOT: Yazıda “vurgular bana aittir” yerine “vba” kullanılacaktır.

Nesnellik Meselesi

Teorik, tarihsel ve kavramsal tartışmalara girmeden önce, güncel politik sorunlarımızın çözümünde esaslı bir engel oluşturan bir yaklaşımın eleştirisini yapmak istiyorum. Sosyal bilimlere ve sosyal-siyasal olgulara at gözlüğünden bakanların sık sık yaptıkları ve kanımca, tarihin bizi bu berbat günlere getiren akışında, ana olmasa da tali, bir rol oynamış olan bir hatadan bahsediyorum. Uzun uzadıya anlatmaya gerek yok; “tek bir doğru vardır, o da benim ki!” diyen insanlara o kadar sık rastlıyorum ki, şaşırırsınız! Bırakınız sosyal bilimleri, fizik gibi bir bilimde bile, dün doğru kabul ettiğimizin bugün yanlış olduğunu ispatlayabiliyorsak, sosyal olgulara çok daha dikkatli yaklaşmalıyız bence. Sanırım, bilimsel bir tavırla karşıdakinin görüşlerini ele alıp eleştiren, ele alınan görüşün hangi açılardan doğru, hangi açılardan yanlış olduğunu gösteren ve örneğin, Marx’ın ‘hala’ haklı olduğunu savunan klasik yaklaşımla, ortodoks ya da sekter bir yaklaşım arasındaki temel farkı bu noktada aramak gerekir.

*

Korkarım siz de, bu ince çizgiyi ihlal ediyorsunuz. 410. sayfada görüşleriniz şöyle; “(Kemalizm) Bütün ulusçu güçleri bu amaç (emperyalizmi kendi ülkesinde yenmek) doğrultusunda birleştirir. Maddi temeli olmayan politik tartışmalara, ayrılık yaratacak örgütlenmelere ve ulusal mücadeleye zarar verecek eylemlere izin vermez.”(vba) Hiç şüphe yok ki, bu pasajda “maddi temeli olmayan” görüşler olarak nitelediğiniz görüşler arasında belki de en önemlisi, kitabınızın çeşitli yerlerinde “nesnellikten uzak” olarak nitelediğiniz dönemin sosyalist hareketleridir. Bu doğrultuda size göre, yani sizin öznel görüşlerinize göre, nesnel olan görüş diğerlerine baskı uygulamak noktasında meşru ve haklıdır. Bunu “Türk Kurtuluş Savaşının 3,5 yıl gibi kısa bir sürede” kazanılmasının en temel nedeni, olarak görüyorsunuz.

Ayrıca, size göre, örneğin, Macar Devrimi (s.277) ve Cezayir Devrimi’nin (s.259), kısa sürede başarılamamasının ya da hiç sonuca ulaşamamasının en temel nedeni, böyle bir “siyasi irade”nin eksikliğinden kaynaklanan, “parçalı siyasi yapı” oluyor. Aslında, parçalı siyasi yapının, bu türden mücadelelerin kazanılmasına engel teşkil ettiği doğrudur. Bunun en güzel örneğini son 40 yılın Türkiye’sinde buluruz. Fakat doğru olmayan, bu parçalı siyasi yapıya, gerektiğinde zora başvuracak, gerektiğinde karşı tarafı yok sayacak bir siyasi irade eksikliğinin yol açtığıdır. Tam tersine, gücünü yetkinliğinden alan ve her şeyden önce kendi fikirlerinin yetkinliğine güvenen, bu yüzden tek bir doğru vardır! diyerek, diğer görüşleri yasaklamak, ezmek ya da buna gücü yoksa, onlara hakaret etmek yerine, bu “düşüncelerle özgür platformlarda tartışmaktan çekinmeyen” bir anlayışın eksikliği neden olmaktadır. Burada kastettiğim, düşünceye sınırsız özgürlük vermek değil, asgari müşterekte birleşenlerin birbirlerinin düşüncelerine saygı duymasıdır. Herhalde, anti-emperyalist olduğunu iddia ettiğiniz Atatürk’ün, örneğin, Nazım Hikmet’le bu konuda tam bir fikir birliği içinde olması gerekir.

*

Bir şey daha eklemek gerekiyor ki, Kemalist hareket, sizin 410.sayfada çizdiğiniz şablona her zaman uymaz. Örneğin, hepimizin bildiği gibi, savaş döneminde, savaşım (mücadele) mandacılık dahil her türlü tartışmanın yapıldığı bir ortamda yürütülmüş ve kanımca, “savaşın 3,5 sene gibi kısa bir sürede” kazanılmasında, çeşitli faktörlerin yanısıra bu “iknaya” dayalı siyaset önemli rol oynamıştır. Fakat savaştan sonra, sizin tanımınıza uyan bir “siyasi irade” anlayışı çerçevesinde, bu tür tartışmalara izin verilmemiştir. Bu dönemde, sadece Atatürk’ün tartışılmasını uygun bulduğu konular, Atatürk tarafından belirlenen kişilerce tartışılmıştır. Örneğin, sizin de belirttiğiniz gibi, “mollaların ikna edilmesi”, toplum yapısı göz önüne alınarak “uygun bulunmuş”, fakat sosyalistler, bırakınız tartışmalara dahil edilmeyi “içeri” atılmıştır.

Bu anlamda örnekler uzatılabilir elbette, ama asıl önemli olan bu uygulamalara meşruiyet kazandıran “nesnellik” kriteridir. Size göre “nesnel” olan “nesnel olmayanı” yasaklamak hakkına sahip olabilmektedir. Fakat neyin “nesnel” olup, neyin “nesnel olmadığına” ancak tarih karar verebilir. Siz de bu noktadan hareketle, örneğin, Sovyet devriminin zora dayalı kolektivist uygulamalarının, aradan 70 yıl geçtikten sonra ortaya çıkan çöküşün temelinde yattığını söylüyorsunuz. Ben bu görüşünüze katılmakla birlikte, salt köylülere yapılanların değil, örneğin, Müslümanlara yapılanların da oldukça önemli olduğunu eklemek isterim. Ancak, korkarım, sizden biraz daha ileri gidip Kemalizmin de nesnellikten uzak olduğunu, hatta daha kötüsü, gerçekleri kasıtlı olarak çarpıttığını ifade edeceğim.

Bu konuya, ilerde yeri geldikçe değineceğim. Şimdilik şunu belirtmekle yetineyim: Sizin de belirttiğiniz gibi, ancak nesnel koşulları olgunlaşmış devrimler başarıya ulaşabilir. (s.364) Ekleyeyim; nesnel koşulları oluşmuş hiçbir devrim kolay kolay geri çevrilemez. Bu doğrultuda; ortada nesnel koşulları oluşmuş bir devrim olsaydı, bundan, sadece İnönü ya da Menderes istiyor diye “180 derecelik bir geri dönüş” çıkmazdı. Varlığını iddia ettiğiniz “geri dönüş süreci”, bırakınız toplumun geniş kesimlerinin desteğini almak, geniş bir toplumsal muhalefet ile karşılaşırdı. Dolayısı ile a)-Ya Kemalist devrimler sayfa 364’te iddia ettiğinizin aksine, “kitlelerin isteklerine ve nesnel koşullara” uygun değildir ve bu nedenle “geri dönüş” süreci toplumun geniş desteğini almıştır. b)-Bir “geri dönüş” süreci yaşanmamıştır. Tahmin edeceğiniz üzere ben “b” seçeneğinden yanayım.

*

Sanıyorum, bu konuda şunları düşüneceksiniz; “iyi de Kemalist devrim tamamlanmamıştı ki! Gerekli kadrolar henüz yetişmemişti. Bu yüzden geri dönüş süreci ‘sancısız’ oldu.” Bu “kadro” meselesine yeniden değineceğim, onun için şimdilik sadece şunu belirteyim; birincisi, kadroların “varlığı ya da yokluğu” da devrimin başarıya ulaşmasına olanak veren “nesnel koşullardan” birisidir. Dolayısı ile “kadro” sorunu var ise, nesnel koşullarda bir eksiklik var demektir. Böyle bir bakış açısı ile neden “Leninist” olmadığınızı anlamak mümkün değil. Çünkü eleştirdiğiniz uygulamaların hepsi, Stalin tarafından yapılmıştır. O zaman savaştan sonra 2 sene yaşayabilmiş Lenin’in tam bir “sütten çıkmış ak kaşık” olduğunu düşünmeniz gerekir. Lenin, Stalin gibi bir “zararlıyla” kıyaslanmayı bile haketmeyecek kadar büyük bir devrimcidir elbette. Fakat bu gerçek, onu, yapılan bir sürü hatanın mesuliyetinden kurtarmaz. (Örnek: Parti modeli) Gördüğünüz gibi ben -2 senelik iktidar süresine rağmen- Lenin’i bazı konularda eleştirirken, siz, “Atatürk’ün 15 yıllık iktidarının kısalığı” gibi garip bir gerekçenin ardına sığınıyorsunuz. Bu durumda, sosyal bilimlere düşen görev; Kemalist devrimlerin başarıya ulaşması için gerekli nesnel ve öznel koşullar arasına, “Devrimcinin ortalama ömrünün 100 seneden fazla olması!” gibi bir maddeyi eklemektir.

“Nesnellik” meselesini kapatmadan önce, itiraf etmeliyim ki, Kemalizmin bilimsel olarak ele alınmasına büyük önem veren sizin gibi bir aydının (s.112) kitabında, Atatürk’e yönelik en ufak bir eleştiri de bile bulunmaması beni oldukça şaşırttı. Aslında, bu sizin yanlı tutumunuzdan çok, “Atatürk’ün tabulaştırılması” meselesinde bile Atatürk’ten başka herkese suç bulmaya kadar varan bir zaafiyetten kaynaklanıyor. Yani tabulaştırma hedefi tam bir zafer kazanmış görünüyor. O kadar ki; kendi döneminde yüzlerce heykeli yapılan, üstelik de soyadı “Atatürk” olan bir kişinin siyasi “güç” ve “iradesi” gözlerimizin önünde dururken, “aslında bütün bu uygulamalara karşı olduğunu” ve “onu tabulaştırarak düşüncelerine ihanet etmek isteyen hainlerin bunu bilinçli olarak yaptığını” iddia edebiliyoruz. (Bu arada benim yazımın da “hain bir karalama kampanyasına” dahil edilmemesi için şunu akliyeyim; Kemalizm tarihsel açıdan “ileri” bir harekettir. Sonuç olarak “patrimonial” bir devletin yıkılıp, yerine bir “ulus-devletin” getirilmesi sürecini hiç kimse “gericilik” olarak nitelendiremez. Fakat bugüne kadar gördüğümüz her ileri adım gibi o da kendi “geri unsurlarını” barındırmaktadır.)

Tarihsel Materyalizm ve İdealist Bir Bakış

Sizin de çok iyi bildiğiniz gibi Marx’ın bize bıraktığı “en önemli miras” somut olgulara dair tespitlerden çok, “hareketi, değişimi ve çelişkileri” esas alan diyalektik yöntem ile materyalist tarih anlayışıdır. Materyalist tarih anlayışına göre –kabaca- tarih ancak, sınıfların yaratılan artığı paylaşmak üzere verdikleri savaşım ile açıklanabilir. Örneğin, Kapitalizmi Feodalizmden ayıran, -bazılarının iddia ettiği üzere- “meta üretimi ve ticaretin” varlığı ya da yokluğu değil, bu iki çağa özgü paylaşım biçimidir. Feodalizmde artık, senyör tarafından serfin elinden “zorla” alınırken, Kapitilizmde sömürü, “özgür kontrat” ilişkileri içerisinde yapılır. Mülk sahibi dar bir sınıf, diğer geniş mülksüz sınıfın yarattığı artığa el koymaktadır. Her türlü toplumsal, siyasal dönüşümün çeşitli faktörlerin birleşimiyle ortaya çıktığını unutmadan, aklımızda tutmamız gereken bir gerçektir bu.

Siz Marx’ın diyalektik yöntemini –Kemalist devrimciliğin de bir özelliği olarak, “olumlu” bulurken- materyalist tarih anlayışını pek de benimsemiyorsunuz. Daha doğrusu, bu anlayışı, örneğin, Sovyet Devrimi özelinde uygulamaya çalışır ve Sovyet Rusya’nın çözülüş nedenini, “üretici güçlerin ve dolayısı ile sınıfların nicel ve nitel gelişimiyle çelişen” bir deneyim olmasında ararken, çözüldüğü iddia edilen Türk Devrimi’nin bu duruma gelmesini; “kadro eksikliğine”, “Mustafa Kemal’in tek adam olmasına” ya da “devrimi koruyacak kadroların yetiştirilemeden Mustafa Kemal’in ölmesine bağlıyorsunuz”. (s.855-856-857) Sanırım bu görüşün yanlışlığını ortaya koymak için “derin” tahlillerin yapılması gerekmiyor. Konuyla ilgili olarak daha önce belirttiğim noktalara tek bir soru ekleyeceğim.

Tek Adam Teorisi

Bilindiği gibi, bu ünlü “Tek Adam” teorisini ortaya atan kişi Şevket Süreyya Aydemir’dir. Bundan da öte Aydemir; “Dünyada artık sınıf çelişkisinin yerini, sermayedar memleketlerle sermayeden yoksun memleketlerin çelişkisinin” aldığını, “sömürge nizamının, sınıf çelişkisinin gelişmesine engel” olduğunu, dolayısı ile “ulusal kurtuluş hareketlerinin ulusal ve sınıfsız” olduğunu, “Türk devriminin dışarıya karşı anti-emperyalist içeriye karşı anti-kapitalist dolayısı ile devletçi” olduğunu ve son olarak bu açıdan “Türk Devrimi’nin bir 3. yol” izlediğini savunmaktadır. 1 

Bu görüşler, sizin görüşlerinizle şaşırtıcı bir benzerlik göstermektedir. Şimdi soru şu; Eğer Kemalizm ve Türk Devrimi, sizin ve Kadrocuların ona atfettiğiniz görüşleri taşıyor idiyse, Kadro Hareketi neden tasfiye edilmiştir? Yani bir devrim, savunduğu görüşleri birebir kabullenen kişileri, neden “sakıncalı” bulmuş, Kadro dergisini 1935 yılında kapatmış ve Y.K. Karaosmanoğlu’nu “elçi” olarak yurt dışına yollamıştır? 2  Karaosmanoğlu ki Atatürk’ün masasının gediklilerindendir ve örneğin Aydemir gibi, “kökü dışarda” bir kişi de değildir! Bu kadar kadro sıkıntısı varken, hangi akla hizmet bu yetkin bilim adamları ve edebiyatçılar, örneğin, “devrimi anlamaktan uzak” olan İsmet İnönü ya da ilerde “liberalliği iyice ayyuka çıkacak” olan Celal Bayar yerine başvekil yapılmamış da sürgüne yollanmıştır. Ya “dünya savaşlarını önceden görebilen”, “nesnel” ve “bilimsel” Atatürk, İnönü ve Bayar’ın gerçek yüzlerini görememiş, üstelik kendi görüşleriyle birebir uyuşan Kadro dergisinin kıymetini bilememiştir ya da Kadrocuların fikirlerinden hoşlanmamıştır. Bence 2. şık daha mantıklı; Kadrocular, devrime ideolojik dayanak hazırlamaya çalışırken –üstelik de Faşizmin yükseldiği bir dönemde- kantarın topuzunu biraz kaçırmış olmalılar.

Halkçılık

Aslında, ne sizin ne de Kadrocuların –izninizle- idealist olarak nitelendireceğim görüşlerinize pek şaşırmıyorum. Bu idealist yorumlar, –şu “Kadro eksikliği” meselesi- başlangıçta yapılan bir kabulün zorunlu sonucu olarak ortaya çıkıyor. Kitabınızın 372. sayfasından aktarıyorum, şöyle diyor Atatürk; “Biz öyle bir parti yapacağız ki, bundan bütün ulusun, hiç ayırım yapmadan herkesin çıkarını ve yaşam nedenlerini, mutluluğunu sağlamayı görev edinebilsin... Efendiler, ifade olunur ki, bizim milletimizin asıl unsuru köylüdür, çiftçidir, çobandır... Efendiler ülkede büyük çiftlik sahibi kimler vardır, ne kadar çiftlikleri ne kadar toprakları vardır?... Efendiler bizim ülkemizde (karşımıza alıp tasfiye edeceğimiz) büyük toprak ve çiftlik sahibi yoktur... Bundan başka ne var, kasaba ve şehirlerde özel girişimciler vardır. Köylülerin çıkarı sağlanırsa bu girişimcilerin çıkarları zedelenir mi? Hayır, buna olanak yoktur. Bir kere bu girişimciler halk için gereklidir... Sonra efendim kasabalarda orta tüccarlar vardır. Fakat bu orta tüccarlar da o köylü ve halk için gerekli bir sınıftır...”(vba)

Atatürk daha sonra da “büyük zenginlerin ve işçilerin de sayıca az olduğunu”, “ulusumuzun bütün bu unsurlara ihtiyaç duyduğunu” belirtiyor. Özetle, Mustafa Kemal’in nesnel fikirlerine göre, özel girişimci ve orta tüccar ile köylülük arasında bir çelişki yoktur. Ayrıca, büyük toprak sahipleri ve sermayedarlar “sayıca az olduğundan” bu sınıfların varlığı toplumsal yapıda “tasfiye edilecek” bir çelişki oluşturmaz. Dolayısı ile Halk Partisi bütün bu sınıf ve katmanları kapsar. Sizin de dahil olduğunuz Kadrocu tez bu görüşü veri olarak alınca, Cumhuriyet’in ilerleyen yıllarında ortaya çıkan çelişkileri açıklamak için başvurulacak tek yol kalıyor; olguları, toplumun maddi dokusu ile hiç ilişkilendirmeden, “kişisel, yönetsel yetersizlikler”, “hainlik”, ya da “dış mihrak”larla açıklamak!

Materyalist Bir Yaklaşım

1923 yılındaki Anadolu’nun sınıfsal yapısı hakkında çok farklı görüşler vardır. Sanırım, sizin görüşleriniz de bu karışık tartışmanın etkisinde oldukça çelişkili bir görüntü arz ediyor. Örneğin, (s.372) Mustafa Kemal’in “sınıfsız toplum” saptamasına katılıyor, daha sonra (s.428) 10 milyonluk Anadolu’nun beşte birini oluşturan Kürtlerin, “tam bir ilkel feodal yapı” içerisinde yaşadığını belirtiyorsunuz. (Bilindiği üzere, Feodalizmin en belirleyici unsuru büyük toprak sahipliğidir!) Başka bir yerde (s.408), “toprak düzeninin bozulmasıyla, büyük toprak parçalarını ele geçirerek oluşan ayan-eşraf sınıfı, ele geçirdikleri toprakların mülkiyetine ancak, 1839’da Tanzimat’la kavuşabilmişti.” diyerek, diğer bir noktaya değiniyorsunuz.

Bu doğrultuda, 23 Devriminin, “ne olduğunu” ve “ne olmadığını” ve sonraki gelişmeleri açıklayabilmek için öncelikle Osmanlı toplumunu oluşturan sınıfsal yapıyı doğru tahlil etmek gerekiyor! Haldun Gülalp’in konuyla ilgili görüşlerini –kabaca- aktarmama izin verin lütfen. 3  Gülalp’e göre; Osmanlı, başlangıçta “vergisel” (tributary) üretim tarzına sahip “patrimonial” bir devletti. Bu yapı doğal olarak, “devlete doğrudan bağlı” sosyal gruplar oluşturmuştu. Bu gruplar, hiyerarşik bir yapılanma içerisinde toplam artıktan “paylarına düşeni” alıyordu. Ayrıca, anılan sebeplerle, varlıkları “Osmanlı’nın varlığına ve bağımsızlığına” doğrudan bağlıydı. Tanzimat Fermanı ve sonrasında ilan edilen Islahat Fermanı’nın getirdiği, Osmanlı’nın “dünya kapitalizmine entegrasyonunu” amaçlayan, “toprakta özel mülkiyet hakkının tanınması”, “vergilendirmede tam eşitlik”, “bireylerin devlet karşısında eşitliği” gibi uygulamalar, hem “ticaret sermayesinin” güçlenmesini sağlıyor hem de küçük köylünün zararına bir “büyük toprak sahipliği” yaratıyordu. Bu yeni sınıfların ortaya çıkması, yönetici gruplar açısından, küçük köylüden toplanan artığa yeni ortakların çıkması anlamına geliyordu.

Çelişkileri arttıran bir diğer faktör, sınıfsal çelişkilerin, etnik çelişkiler ile çakışması ve ticaret sermayesi gayrımüslimlerin elinde iken, toprağın Müslümanların elinde olmasıydı. Bu açılardan üç dört ayrı yöne doğru çekilen Osmanlı, çareyi Osmanlıcılığa başvurmakta buldu. Buna göre; dinsel farklılıklara bakılmaksızın, devlet sınırları içinde yaşayan herkes “Osmanlı” ve “eşit” sayılacaktı. Bütün bu kararlar, gayrımüslimleri etkileyen bağımsızlık fikirlerinin önüne geçmek bir yana, bu görüşleri kuvvetlendiren bir unsur oldu; çünkü gayrımüslimler entegrasyon sürecinin ve buna bağlı olarak ortaya çıkan “eşitlikçi” yeniliklerin, Osmanlı’nın değil, diğer devletlerin inisiyatifi doğrultusunda gerçekleştiğini farkındaydı. Bu, onların varolan “bağlılık” duygularını bile törpülüyordu.

Müslüman unsurlar, hem “ayrıcalıklarını kaybetmekten” hem de gayrımüslimlerin “ulusal bağımsızlık hareketlerinden” oldukça rahatsızdı. Bütün bu faktörler “Osmanlıcılık” fikrini iflasa sürükledi. Bu ortamda, “Osmanlıcılık”ın yerini alan “İslamcılık” ise ancak Arap’ların başkaldırısına kadar sürecekti. Buraya kadar aktardıklarım Haldun Gülalp’e ait görüşlerdi. Gülalp sonrasında şu eklemeyi yapıyor; “Bu eğilimler, sonunda, Müslüman ve Türk unsurların ticaret sermayesine sahip gayrı-müslim kesimlerin yerine geçirilmesi amacını taşıyan ve 1908 Genç Türk rejimi ile başlayıp, Kurtuluş Savaşı ile sona eren süreci başlattı.” (s.170, vba) (Eklemeliyiz ki bu sürecin, gerçek anlamda sona ermesi “1942 varlık vergisi” ile olmuştur.)

Avcıoğlu'nun Görüşleri

Bu son saptamanın doğruluğunu, Doğan Avcıoğlu ile teyit etmeye çalışacağım. 4  Avcıoğlu Türkiye’nin Düzeni’nin s.263’ten başlayan “Milli İktisat Denemesi” adlı bölümde; 1914 yılından başlamak üzere, tarımın gelişmesi için “kooperatifler” kurulması, “köylü eğitim kampanyalarının” başlatılması, “milli bankalar” kurulması, ve “çiftçi” ve “sanayiciye” krediler açılması gibi –1923’ten sonra da göreceğimiz- uygulamaların yanı sıra, bakın neler anlatıyor; “(Almanların şiddetli itirazlarına rağmen) Türkiye 1914 sonbaharında kapitülasyonlardan kurtulmuş bulunuyordu. Yabancıların statüsü ile ilgili bir kanunla, yabancıların eski imtiyazına son verilmiş, vergide tam eşitlik sağlanmıştır... Tarım alet ve makineleri gümrüksüz ithal edilecektir. Buna karşılık, yerli tarım ürünleri ve çimento, dokuma gibi yerli sanayi, ağır gümrük tarifeleri ile korunacaktır... İmtiyazlı, yabancı şirketlere bol sayıda Türk personel kullanma ve bunları iş hayatına alıştırma yükümlülüğü konmuştur. Böylece geleceğin Türk işadamlarının yabancı kumpanyalarda bir cins staj görmesi sağlanmak istenmektedir. İmtiyazlı yabancı kumpanyaların defterlerini ve yazışmalarını Türkçe yapması kararlaştırılmıştır. Bu tedbir de dolaylı yoldan Türk personel kullanılmasına yol açmaktadır. Ayrıca firmalar tabelalarını Türkçe yapacaklardır... Demiryollarını yabancıların elinden kurtarmak amacıyla, Türk demiryolcularını yetiştirmek için okul açılmıştır. Hıristiyan nüfus, Türk nüfusundan hızlı çoğaldığından, Türk nüfusunu, teşvik tedbirleriyle arttırma kampanyasına girişilmiştir... Kooperatifçilik yalnız tarımda değil, şehirlerde de ticareti yabancıların elinden kurtarmak amacıyla teşvik edilmiştir.”(s.263-265, vba)

Avcıoğlu (s.266-267)’de şunları ekliyor; “Ne var ki, özlemi çekilen Türk ve Müslüman müteşebbis, devlete yakınlığın verdiği avantajları, daha çok ticaret alanında kullanacaktır... Bu sınırlamalar (gıda ve ticaret sınırlamaları), devlete, dilediğini zengin etme olanağını getirecek ve bu olanak, devlet eliyle ‘milli tüccar’ yaratma amacıyla değerlendirilecektir.”

Avcıoğlu’nun anlattıkları, bize, en başta, İttihat ve Terakki’nin “ticaretin, Müslüman-Türk kesim tarafından ele geçirilmesi” amacını taşıdığını gösteriyor. Olaya böyle bakınca, “hayalperest” ve “ütopik” Enver Paşa’nın marifetlerinin, “3.Dünyacı ve anti-emperyalist” Atatürk’ün icraatlarına bu kadar benzemesinin nedenini anlamak kolaylaşıyor. Hazır İttihatçılardan bahsetmişken Erik Jan Zürcher’in tezlerine de kısaca bir değinelim isterseniz. Biliyorsunuz, bize liselerde Zürcher gibi tarihçiler pek okutulmuyor. Aksi takdirde, “Atatürk’ün Samsun’a İttihatçı Karakol Cemiyeti tarafından yollanmış olabileceğini”, “Müdafai Hukuk Cemiyetleri’nin Talat ve diğer İttihatçılar tarafından kurulduğunu” öğrenen nesillerin kafası bulanabilir ve savaşın “Atatürk’ün dehası sayesinde kazanıldığı” konusunda şüpheye düşebilirlerdi. 5  “Atatürk’ün Samsun’a nasıl gittiği” konusunu, Turgut Özakman’dan da kontrol ettim ve bu konunun “tam bir muamma olduğunu” –Zürcher de sadece olasılıklar üzerinde duruyor- öğrendim. 6  Hal böyle olunca, hemen her adımı “bilinen” Kurtuluş Savaşı’nın, bu kısmının neden ‘muamma’ olarak kaldığını merak ediyor insan. Saklanan bir şeyler mi var acaba?

Gülalp (1994)’in tezleri ve Avcıoğlu’nun aktardığı olgular ışığında, şunu kolaylıkla saptayabiliriz; 1923’e gelindiğinde Anadolu’da gayrımüslim azınlığın elindeki ticaret sermayesi –büyük oranda-, Müslüman-Türk kesimin eline geçmişti. Ayrıca büyük bir “küçük köylü” sınıfın varlığına rağmen, siyasal hayatta aktif rol üstlenebilecek, devlet mekanizmasını kendi brikim sürecine alet edebilecek güçte “büyük toprak sahipliği” vardı. Bu anlamda, Ermeni ve Rum’lar tarafından boşaltılan arazilerin büyük toprak sahipleri tarafından kapatılmış olduğu gerçeği (Avcıoğlu, s.354), ve yine savaşın yarattığı karaborsa zenginlerinin önemli gücü, altı çizilmeye değer diğer faktörlerdir.

Sınıfsal Yapı

Özetle, Kemalist Halkçılık tezi –batılı toplumlardakinden tamamen farklı nitelikte olsa da, varolan önemli sınıfsal çelişkileri, “önemsizmiş ya da yokmuş” gibi göstermeye çalıştığından, kasıtlı bir çarpıtma örneği oluşturur. Sınıfsal çelişkiler “o kadar önemsizdir” ki, 1913 yılında, Anadolu’da –kaba rakamlarla- 80 bin aile topraksızdır. Sayısı 50 bini bulan toprak ağaları vardır ve ekilen arazinin yüzde 65’ini ellerinde tutmaktadırlar. 950 bin köylü ailesinin büyük kısmı bu ağaların eciri, yarıcısı ya da marabası durumundadır. (Avcıoğlu, s.187) Kaldı ki köylü ile tüccar-tefeci; işçi ile sanayici-kapitalist arasında uzlaşmaz karşıtlıklar vardır, ve “bu sınıflar nicel olarak az ya da çok gelişmiş” diye, varolan çelişkiler inkar edilemez. Ayrıca, bu çelişkiler “yok” idiyse bile adeta “varedilmiştir”. Çünkü, Kemalist tezin iddiasının aksine, CHP –tıpkı bu tezi savunan Bonapartist ve Faşist partiler gibi, hiç bir zaman “sınıfsız bir halkın partisi” olmamıştır. Bu iddianın doğruluğunu ispatlamak için, Atatürk tarafından atanan milletvekillerinin sınıfsal kökenine –Adnan Menderes’i hatırlayalım, ya da CHP üyelerinin “balolu”, “fraklı”, “bilardo masalı”, eğlence anlayışlarına dikkati çekmek yeter sanıyorum. Bütün bu örnekler yetmiyorsa, “CHP’nin sınıfsal kökeni” ve –önemsiz olduğu iddia edilen- “sınıfsal çelişkilerin önemi” hakkında bizlere fikir verecek bir iki uygulama aktarayım.

“(Ziraat Bankası), açılan krediye sağlam teminat istemektedir. Bu yüzden muteber kefil veya teminat bulamayan köylü kredi alamaz... Krediyi Ziraat Bankası’ndan tüccar ve esnaf yüzde 10 faizle almakta, köylüye normal olarak yüzde 80-120, fevkaladeden yüzde 500 faizle kendisi vermektedir.” (Avcıoğlu, İlhan Başgöz’den aktarıyor, s.378, dipnot-vba) “Öte yandan, 1923 Türkiye’sinde bir toprak reformu ihtiyacı duyulmuyordu... Ekilmeyen geniş toprakların varlığı toprak talebi baskısını frenliyordu. Fakat toprak reformu yapılmayışındaki esas engel eşrafın gücünden ileri gelmiştir. Rum ve Ermeni arazisini, Kurtuluş Savaşında şehit düşen askerlerin ailelerine dağıtma teklifi dahi yankı bulmamıştır.”(Avcıoğlu, s.354-vba)
Son olarak, “devletçilik yıllarında” sınıfsal çelişkileri örneklemesi bakımından; “(Devletin yoğun olarak dokuma yatırımı yapmasından dolayı-y.n)... pamuğun ticaret hadleri için geçerli olan düzelmenin, örneğin, buğday için geçerli olmaması dikkat çekicidir. Devletçilik dönemi boyunca buğdayın gerek pamuk gerekse sınai ürünler karşısındaki ticaret hadleri gerilemesini sürdürmüştür. Burada önemli olan nokta, pamuk genellikle büyük toprak sahiplerince üretilen bir ürün iken, buğdayın genellikle küçük ve orta çiftçilerce üretilen bir ürün olmasıdır. Üstelik buğday temel bir ücret malı niteliğinde olduğu için buğday fiyatlarının düşmesi, sanayide ücretlerin de düşmesi anlamına gelir.” 7 

Örnekler kolaylıkla çoğaltılabilir, fakat şurası açık ki, o dönemde toprak sahipleri ve ticaret sermayedarları siyasete –ve CHP’nin uygulamalarına- açıkça hâkimdir. Dahası “önemsiz olduğu” ya da “var olmadığı” iddia edilen çelişkiler açıkça mevcuttur. Unutmadan belirtelim, Atatürk’ün kendisi de banka kuracak kadar büyük bir sermayeye ve 7 adet büyük çiftliğe sahiptir.(Avcıoğlu, s.371) Gerçi, İnönü’ye göre, “Gazi’nin kişisel birikimi” ile kurmuş olduğu bu çiftlikler hazineye bağışlanmıştır ama (s.372), korkarım İnönü, benzer nitelikteki servetini bağışlamayı unutuvermiştir. Konu servetin bağışlanması ya da bağışlanmaması değil, “bütün halkı temsil ettiğini” söyleyen bir kişinin, maddi durumunun bu iddiayı yalanlar nitelikte olmasıdır. Ayrıca sanıyorum, ortada açık bir “siyasal etik” sorunu vardır. Örneğin, Hüsamettin Özkan “kişisel birikimini” hazineye bağışlamaya kalksa her şeyi unutuverecek miyiz?

*

Bölümü bitirmeden önce bir nokta daha ekleyeceğim; Cumhuriyet Devriminin ve doğal olarak sonrasındaki uygulamaların, sınıfsal-maddi temelini anlamak için, işi Tanzimat Fermanı’na kadar götürmeye gerek bile yoktur –yapılan saptamaların doğruluğu su götürmez olsa bile. Çünkü sadece Kurtuluş Savaşının sınıfsal tahlili dahi bize gerekli ipuçlarını verir. Şöyle ki; Kurtuluş Savaşı “halk” tarafından hiçbir şekilde desteklenmemiştir. Savaşın dayandığı tek sınıf “ayan-eşraf” sınıfıdır. Onların da tek derdi, mallarını korumak ve kendilerine saldıran Ermeni ve Rum’ların mallarına el koymaktır. Savaşı yürüten sınıfın, savaş sonrası dengelere damgasını vurması kaçınılmazdır. Avcıoğlu, savaşın maddi temeli ve motivasyonu hakkında şunları anlatıyor; “Anadolu eşrafı da büyük devletlerin himayesine razıdır... Mesela İtalyan’ların el koyduğu bölgelerde eşrafın bir şikâyeti görülmemiştir.” (s.286), “Nitekim İtalyan bölgesinde eşraf genellikle Milli Kurtuluş Savaşına karşı olumsuz bir tutum takınmıştır.” (s.287), “Buralarda (Çukurova) düşmana karşı direnme, Fransızların yönetiminde Ermenilerin Türkleri kitle halinde yok etmesi ve servetlerine el koyması üzerine başlayacaktır.”(s.289-vba), “Yunanlıların başta eşraf, Ege Türk nüfusuna karşı giriştikleri ırz, mal ve can güvenliğini ortadan kaldıran zulumdür ki, eşrafın tutumunu değiştirmiş ve eşraftan kişilerin öncülüğünde Kuvayı Milliye Müfrezeleri kendiliğinden doğmuştur.”(s.290-291-vba). Avcıoğlu s.188’de köylünün 1910’lu yıllarda nasıl bir psikoloji içinde bulunduğunu şu şekilde anlatıyor: “Köylü askerlikten yılmıştır. Askere gitmemek için elinden geleni yapmakta, fırsatını bulunca kaçmaktadır.” Ermeni ve Rum katliamları, bir miktar hareketlenme yaratmış olsa dahi, asker kaçaklarına en ağır cezaları öngören kanunların çıkarılması, köylünün gönülsüzlüğünün bir kanıtı olsa gerektir. Özetle, “ulusal” Kurtuluş Savaşımızın temelinde, “ulusal” sözcüğünün muğlâklığıyla gizlenen böyle bir gerçek yatar.

Son olarak şunu da belirteyim ki, Halil Berktay ve Perinçek’in, Türk Devrimini “Anti-emperyalist Burjuva Devrimi” olarak gören düşüncelerine de katılmıyorum. “Bu türden devrimlerin var olup olmadığı” tartışması bir yana, böyle devrimler, kendi pazarına hakim olmak isteyen bir “sanayi burjuvazisi” gerektirir. Oysa, Türk Devriminin hakim sınıfları, doğası gereği “komprador” olan “büyük toprak sahipleri” ve “tüccarlardır”. Ortada sanayi burjuvazisi namına hiçbir şey yoktur.(Gülalp, 1994)

Kemalizmin Tarafsızlığı

Yukarıda anlatılan tipte –çelişkileri yok sayan- bir halkçılık anlayışı kabul edildiğinde, Kemalizmin, “sağdan ve soldan her görüşe karşı ortak tavır gösterdiğini” savunmak son derece tutarlı olacaktır. Nitekim s.410’da şunları söylüyorsunuz; “Çerkez Ethem, Enver Paşa, İttihatçılar ve ‘sosyalistler’ aynı tavrı görmüşlerdir”. İttihatçılık ve Kemalizm arasındaki büyük benzerliklere, yukarıda kısaca değinmiştik. Bu doğrultuda şunu açıkça belirtelim ki; Ethem ve Enver ve Kara Kemal ile Kara Vasıf gibi diğer İttihatçılar ile Atatürk arasında açık bir iktidar mücadelesi vardır. Bu kişilerle Atatürk arasındaki temel çelişki görüşlerde değil, iktidar sorunsalındadır. Bildiğim kadarıyla, 1938’e kadar, görüşlerinden dolayı içeri atılmış bir faşist ya da ırkçı yoktur. Dahası “faşistleri” ya da “İttihatçıları” görüşlerinden dolayı cezalandırmak üzere bir tek kanun maddesi dahi mevcut değil iken, Faşist İtalya’nın ceza kanundan alınma –üstelik ağırlaştırılmış, ünlü 141 ve 142, sadece komünistleri değil, toprak reformu isteyenleri bile ölüme kadar varan cezalarla tehdit etmektedir. (Şişmanov, s.134) Tabi Türkiye aydınlarının başına onyıllar boyunca bela olan bu maddelerin, “Atatürk’e rağmen ithal edildiği” ve “Atatürk’ün bir anlık boşluğundan faydalanan, bir kısım hainlerin bu haltı yediği” gibi komik iddialara papuç bırakmayacaksak, sola karşı açık bir saldırının varlığını kabul etmeliyiz.

Devletçilik ve 1923-1930 Dönemi

S.412’de Atatürk’ten şu alıntıyı yapıyorsunuz; “...Devletçiliğin bizce anlamı şudur; kişilerin özel teşebbüslerini ve kişisel faaliyetlerini esas tutmak; fakat büyük bir ulusun ve geniş bir ülkenin bütün ihtiyaçlarını ve (bu uğurda) pek bir şey yapılmadığını göz önünde tutarak ülke ekonomisin devletin eline almak.”(vba) Kanımca, bu yazıyı kim okursa okusun, şöyle bir sonuç çıkartır; “ihtiyaçların giderilmesi konusunda bir şey yapılamadığı için yani bir zorunluluk olarak, fakat her halükarda “özel girişimi” esas tutarak, ekonomiyi devletin eline almak”. Ne var ki, siz benim yorumuma katılmıyor –Atatürk’ün söyledikleriyle çelişmek pahasına, şu saptamayı yapıyorsunuz; “Devletçilik,... koşulların gerekli kıldığı bir zorunluluk değildir, idolojik bir tercihtir... Kemalizmin sosyal devlet anlayışı ve ulus-devlet hedefleri, devletçiliği zorunlu kılan esas nedenlerdir. Tekel egemenliğinin yerleştiği 20.yy’da kapitalizm, mali ve sınai gücün belirleyici olduğu ekonomik bir sistem oluşturur. Doğası gereği, yerli yabancı ayırımı yapmadan, sermayenin tümüne eşit koşullar sağlanmasını ister. Böyle bir ortamda da ‘ulusal ekonominin’ yaratılması ve korunması gibi bir politika yürütülemez. Bu nedenle Kemalizmde devletçilik, ideolojisini tamamlayan temel ve ilkesel bir kavramdır.”( s.413-vba)

Dikkatli bir şekilde okunduğunda bu yaklaşım şu önermeleri kapsar; a)-Az gelişmiş bir ülkenin tekelci kapitalizm çağında, kalkınmak, ulusal bir ekonomi yaratmak, bu ekonomiyi korumak ve sosyal devlet ilkesini hayata geçirmek için “kapitalizm dışı” bir yola başvurması gerekir. b)-Devletçilik “kapitalizm dışı” bir yoldur. “a”da “az gelişmiş” eklemesini kasıtlı olarak yaptım; çünkü bu terimi çıkardığımızda yaptığınız saptamanın hiçbir anlamı kalmıyor. Böyle bir yaklaşım, bizi zorunlu olarak, tekelci faşist Almanya, ya da tekelci Amerikan kapitalizmlerinin ya “yerli-yabancı” ayrımı, dolayısı ile “korumacılık” yapmadığına ve bu yüzden “ulusal” olmadığına ya da buralarda kapitalizmin var olmadığına; dahası, “sosyal devlet” ilkesinin, gelişmiş kapitalist ülkeler dahil, hiç bir yerde var olmadığına ya da bu ülkelerin “kapitalist” olmadığına götürür ki; bunların hiçbirisi doğru değildir. Bu açıdan önermeleri “az gelişmiş” ülkeler özelinde incelemek daha sağlıklı olacaktır.

İki önerme birlikte şunu anlatıyor; “20.yy’da, az gelişmiş bir ülke kalkınmak, ulusal bir ekonomi yaratmak, bunu korumak ve “sosyal-devlet” ilkesine bağlı kalmak için devletçiliğe başvurmalıdır.” Bu, kısmen doğru bir saptamadır, fakat ne yazık ki, esas soruya cevap vermemektedir. Cevaplamaya çalıştığımız soru şu; “Kemalizm, devletçiliğe zorunlu olarak mı başvurmuştur yoksa bu ideolojik bir tercih midir?” Sizin bu soruya verdiğiniz cevabın özeti aynen şudur; “Devletçilik, zorunluluk değil ideolojik bir tercihtir, çünkü tekelci kapitalizm çağında, ulusal bir ekonomi kapitalist yöntem ile yaratılamaz.” Diğer bir deyişle; “Devletçilik zorunluluk değil, ideolojik bir tercihtir, çünkü devletçiliğe başvurmak zorunluluktur!” Korkarım bu tür çıkarımlar literatürde “totoloji” olarak adlandırılıyor. Zaten s.409’da aynen şunları söylüyorsunuz; “Bu koşullarda, sanayileşme girişiminin devlet öncülüğünde yürütülmesi kaçınılmaz bir sonuçtur.”

Şimdi ikinci önerme ile ilgilenmek istiyorum. Bu sayede “devletçiliğin” hangi durumlarda ideolojik bir tercih olduğunu da açmaya çalışacağım. “b” önermesine göre; “Devletçilik kapitalizm dışı bir sistemdir.”

Devletçiliği tanımlamaya çalışırken, kanımca, işe iki ayrı tür “devletçiliğin” varlığına değinerek başlamamız gerekiyor. Bunlardan birincisi –SSCB’nin NEP dönemini örnek gösterebileceğimiz türden, kapitalist üretim biçimini ideolojik olarak mahkûm eden bir devletçiliktir. Buna göre, sosyalizme geçiş aşamasında, gerekli toplumsal dönüşümler bir anda gerçekleştirilemediğinden, sadece küçük kapitalist işletmeler varlığını sürdürebilecek, fakat toplumsal artığın büyük kısmını yaratan büyük işletmeler kamulaştırılacaktır. “Artığı yaratan sınıf” doğrudan iktidardadır veya bunun mekanizmaları aranmakta ve bu sayede artığı yaratan sınıfın, kendi yarattığı artığı istediği yöne kanalize edebilmesi amaçlanmaktadır. Burada –kapitalizmin ideolojik olarak mahkûm edildiği bir ortamda, kapitalist işletmelerin varlığı, bir “zorunluluk”, “devletçilik” ise sınıfsal çelişkilerin varlığı üzerine kurulu bir doktrine dayanan, ideolojik bir tercihtir. Bu türden bir devletçilik, şüphesiz, “kapitalizm dışı” bir sistem olarak nitelendirilmelidir.

İkinci tür devletçilik ise kapitalist üretim biçiminin, ideolojik olarak mahkum edilmediği bir ortamda oluşur ve iki ayrı amacı olduğu söylenebilir; a)-Kapitalist ilişkilerin ve bunu oluşturan sınıfların yeniden üretilmesini ve devamlılığını, b)-Bu ilişkilerin ortaya çıkması ve gelişmesi amacını taşır. “a” tipine en uygun ülkeler olarak İskandinav ülkelerini görürüz. Dahası, 1929 Bunalımının ve bunu takiben gelen 2.Dünya Savaşı’nın ardından, benzer “devletçi” uygulamalara en gelişmiş kapitalist ülkelerde de başvurulmuştur. Örneğin buhrandan sonra, “New Deal” uygulamaları, ya da “sınıflı üretim tarzı sonucu ortaya çıkan talep eksikliğini” aşmaya yönelik olan ve Keynesgil iktisat ile teorik temelini bulan “sosyal devlet” uygulamaları bu çerçevede değerlendirilmelidir. Kapitalist üretim biçimi ve onun sınıflarını yeniden üretmeye yönelik kamu harcamaları, gelişmiş kapitalist ülkelerde GSMH’nin yüzde 50’sine yaklaşmaktadır. Dolayısı ile bu tip devletçiliği “kapitalizm dışı” olarak görmek, bizi gelişmiş kapitalist ülkelerde “kapitalizmin” var olmadığı gibi saçma bir sonuca götürür. Bu tip devletçilik, “kapitalizm dışı” olmadığı gibi, kapitalizmin varlığını sürdürmesinin temel dayanağıdır. Bu türden bir devletçiliğin dozu arttırılabilir ya da azaltılabilir. 1945 sonrasında gördüğümüz yoğun devletçi uygulamalar, 1980 sonrası neo-liberalizm dalgası ile azaltılmaya başlamıştır.

“b” şıkkında anlatmaya çalıştığım devletçiliği, en özgün olarak Japon sınaileşmesinde buluruz. Kitabınızda anlattığınız gibi; Karma ekonomiyi başarılı bir biçimde işleten, kalkınmada devletin öncülüğünün belirleyici olduğu, korumacılık ile beslenen, devletin özel girişime “bütün olanaklarını” sunduğu; fakat uygulanacak ekonomik politikalarda ağırlıklı olarak söz sahibi olmayı bırakmadığı bir sermaye birikim sürecidir bu.(s.126-128) İsterseniz önce şu “devletin bütün olanaklarının” nereden geldiğine bir göz atalım –siz atlamışsınız. Japon tarihçi Yamada’dan aktaran Avcıoğlu şöyle diyor; “19.yy’ın ilk yarısında, yani feodal sömürünün şiddetlendiği bir dönemde, direkt üreticinin elinde tarım üretiminin yüzde 39’u kalmaktaydı. Meiji Hükümeti’nin tarım reformundan sonra bu oran yüzde 32’ye düşmüştür.” (s.87-vba) Devam ediyor; “Demek ki Japonya’nın kapitalist gelişmesinin temelinde gerçek üretici köylünün, prekapitalist dönemdekinden de ağır biçimde sömürülmesi olayı yatmaktadır.” (vba) Ayrıca Avcıoğlu s.98’de, Japon Sanayileşme hareketinin, köylüden sağladığı bu kaynağı müteşebbis yaratmak amacıyla doğrudan, prekapitalist düzenin hakim sınıflarına aktardığını, fakat bu sermayenin, merkantil faaliyetlerden sanayiye bir türlü yönelmediğini belirtiyor ve ekliyor; “Demek ki devlet eliyle zengin edilen ticaret burjuvazisi, Japonya’da sinai kapitalizme geçişi kendi başına tamamlayamayacaktı... Devletin açık ve enerjik desteği zorunluydu.” (vba) Devletçe kurulan fabrikaların, 1880’den sonra “halka” devri konusunda bakın neler anlatıyor; “Görüldüğü gibi (tablodan) girişimler karlı hale gelince, maliyetlerinden çok ucuz fiyata devredilmiştir. Ayrıca çok uzun ödeme süreleri tanınmıştır. Kısaca, devir işi, devletin kapitalistlere bir hediyesidir.” Sayfa 128’de belirttiklerinize katılmamak mümkün değil; “bütün bunlar Türkiye ile büyük benzerlikler gösterir.” Bence Türkiye ile Japonya arasında çok temel bir fark var. Bu konuya sonra döneceğim. Şimdilik başlangıçtaki soruya geri dönmek istiyorum; “b” tipi devletçilik “kapitalizm dışı” olarak nitelendirilebilir mi?

Böyle bir sistemde hakim üretim biçimine kapitalist diyemeyiz. Fakat bu tip bir devletçilik “kapitalizm dışı” da olamaz, çünkü bu terim, “kapitalizmden sadece üretim biçimi itibarıyla değil ideolojik olarak” da ayrılan bir sistemi ima eder. Hâlbuki Japonya’da “devletçilik” ideolojik bir seçimin değil, yapısal eksikliklerin bir ürünüdür. Amaç, mevcut sınıf yapısının üzerine kapitalist ilişkiler inşa etmektir. Bu sayede, mevcut sınıfsal hiyerarşi, kendini yenileyerek var edecek, “ulusçu Japon devletçiliği”, kapitalist-emperyalist bir sisteme dönüşecektir. Bahsettiğimiz devletçilik, “kapitalizm dışı” değil, “kapitalizm öncesi”, geçici ve zorunlu bir devletçiliktir.

İktisadi Sistem

Gelelim 1923 sonrasında Türkiye’de nasıl bir iktisadi sistemin var olduğu konusuna. Size göre devletçilik, “1923 sonrası hemen uygulamaya konulmuş fakat 1929 buhranından sonra yoğunlaştırılmıştır.”(s.418) İtiraf etmeliyim ki böyle bir yaklaşıma ilk defa rastladım. Örneğin Avcıoğlu bile –ki kendisi de Kadrocu teze yakındır, 30’lu yıllara kadar geçen dönemi “devlet eliyle kapitalist yaratma süreci” olarak nitelendirir. Ben bu noktada ne size ne de Avcıoğlu’na katılmayarak, bu dönemi “liberal” olarak adlandıracağım.

Dönemin neden “liberal” olduğunu, –ki diğer iki tanım da bir “sınaileşme amacı taşındığını” varsayar- açmak istiyorum; Gülalp (1987), Kurmuş’tan 8  aktararak şunları söylüyor; “1920-1930 yılları arasında kurulan 14 hükümetin programlarında sanayi ve sanayileşme süreci ile ilgili tek bir kelime bulmak mümkün değildir. Dolayısı ile sanayinin korunmasına yönelik bir gümrük politikasından da söz edilmemektedir.” (s.22, dipnot-vba) Liberalizmi üç belirleyeni olan bir iktisat politikasına indirgersek, dönemin tam anlamıyla liberal olduğunu söyleyebiliriz. Bu üç bileşeni, “dış ticarette serbesti”, “kambiyo rejiminde serbesti”, ve “ağırlığın özel sektöre verilmesi” olarak tanımladığımızda, dönemin “liberal” olmadığını söylemek için hiçbir neden kalmaz. “Dış Ticarette Serbesti” konusunda Lozan’ın getirdiği kısıtlamalar sık başvurulan bir mazeret olsa da gerçek nedeni burada aramak yanlış olacaktır. Çünkü, Lozan’ın getirdiği kısıtlamaları aşmaya yönelik alternatif önlemlere başvurulabileceği halde böyle bir girişimde bulunulmamıştır.(Gülalp, 1987, s.22)

Gülalp bunların neler olabileceğini belirtmiyor. Bana göre, bu önlemlerden birisi; lüks tüketim mallarını büyük şehirlere uzak gümrük kapılarından sokmak olabilirdi. Böyle bir sistem o günün ulaşım koşulları göz önüne alındığında, maliyete yapacağı büyük eklemeden dolayı kesin çözüm verebilirdi. Lozan anlaşmasında böyle bir uygulamayı engelleyebilecek bir hüküm bulunmuyor –en azından ben bulamadım. Böyle bir önlemin akıl edilmesi ise fazla zor görünmüyor, nitekim 2000 yılında Ecevit Hükümeti bile böyle bir uygulamayı gündeme getirmişti. Bir diğer yöntem, arttırılamayan gümrük vergilerinin yerine lüks tüketim vergileri koymak olabilirdi.

Kambiyo rejiminde serbestinin maliyetini Avcıoğlu’ndan dinleyelim. “Bir kambiyo kontrolünün yokluğundan, Türk Parası, borsada bir spekülasyon konusu olmaktadır. Türkiye’de İngiliz Lirasına çevrilen servetler, dışarıya akmaktadır. Sıkı bir kambiyo kontrolü ve bir Merkez Bankası, ancak 1930 yılından sonra kurulabilecektir.”(s.369-vba) Avcıoğlu, Lozan’a bağladığı dış ticaret rejimi hakkında da şunları söylüyor; “Bu yüzden sanayiin ciddi bir himayesi sağlanamadığı gibi, çoğu büyük şehirlerdeki varlıklıların tüketimine giden aşırı ithalat, ödeme dengesinde büyük açıklar yaratmaktadır. Cumhuriyet Türkiyesi, uzun yıllar döviz kaynaklarının önemli bir kısmını, Avrupa sanayinin tüketim mallarına yatıracaktır. 1927 yılında tüketim malları, ithalatın yüzde 70’ine ulaşmaktadır.”(s.369-vba) Böylece, üç bileşene indirgediğim liberalizmin iki belirleyenini, 1923-1930 arası döneme uygunluğu açısından ele almış oldum.

"Devletçi sanayileşme

Üçüncü bileşeni, yani “özel sektöre ağırlık verilmesi” meselesini, Avcıoğlu’nun aktardığı onlarca diğer olayı bir kenara bırakarak, sadece, sizin “devletçi sanayileşme” programına örnek olarak gösterdiğiniz icraatlar (s.417) çerçevesinde değerlendireceğim. Bunlardan ilk ikisinin, “devletçilikle” hiç alakası olmadığı şüphe götürmez ya “sınaileşme” konusunda genel politikaya istisna oluşturdukları söylenebilir. Bu iki istisna, 1925 Sanayii ve Maadin Bankası’nın kurulması ve 1927 Sanayi Teşvik Kanunudur. “Devletçi Sanayileşme” adına, Sanayi ve Maadin Bankası’nın neler yaptığını şöyle anlatıyor Avcıoğlu; “1925’te kurulan banka, Osmanlı Devletinden miras kalan devlet teşebbüslerini, özel şirketlere devredinceye kadar yönetmekle görevlidir. Banka tamamı kendine ait sınai teşebbüs kuramayacak, fakat özel teşebbüslerle iştirake gidebilecektir.”(s.379-vba) Avcıoğlu (s.380) bankanın özel kişilerle –zoraki ortaklık- politikasının kötü sonuçlarına örnekler verdikten sonra (s.381) şu saptamayı yapıyor; “...kısaca bankanın iştiraklerine parça parça vermek zorunda kaldığı 4 milyon 270 bin lira para, geniş ölçüde israf olmuştur.”(vba)

Sizin (s.417), “bilinçli bir tercih” ve “olumlu bir durum” olarak yansıttığınız, “fabrikaların 1933’te Sümerbank’a devredilmesi”yle ilgili de örnek veriyor Avcıoğlu; “İmal ettiği iplikleri halıcılara satamayan fabrika (Kayseri Bünyan), Pazar ve işletme sermayesi sıkıntısına düşmüştür. İşletme sermayesi sıkıntısı üzerine, 1927’de 175 binlik sermaye 350 bin liraya çıkartılmış, ama yine hisse senetlerinin pek azı satılabilmiştir. Nihayet fabrika, 1934 yılında Sümerbank tarafından satın alınmıştır.”(s.380) Sınaileşme kaygısının yoğun olmadığı bu dönemde, ikinci istisnayı Sanayi Teşvik Kanunu oluşturur. 1909 ve 1913 tarihlerinde çıkartılan iki yasanın devamı niteliğinde olan bu yasanın en dikkat çekici yönü “sanayi” diye “elsanatlarını dahi” teşvik etmesi ve 1930’lara kadar hiçbir sonuç vermemiş olmasıdır. (Gülalp, 1987, s.22-23) Kaldı ki yasanın devletçilikle zaten bir alakası yoktur ve kanun –doğası gereği- özel teşebbüsü teşvik eder.

Özetle andığımız iki icraat, liberalizmin 3.ayağı olarak tanımladığımız, “özel teşebbüse öncelik verilmesi”ni örnekler niteliktedir. Son olarak, size göre dönemin “devletçi sınaileşme atılımlarının bir parçası” olan İş Bankası hakkında Avcıoğlu şöyle diyor; “Hayri İpar ile işbirliği içinde halindeki nüfuzlu İş Bankası grubu, şeker ticaretini ele geçirdikten sonra, Atatürk Bulvarı üzerinde, bugünkü meclisin karşısında içinde iki güzel sekreter bulunan bir büro tutmuş, şeker ithalinden sağlanan büyük karları paylaşmışlardır. İthal işi dahi, şeker fabrikaları tarafından yürütülmüş... Üretimini kısan şeker fabrikaları ise zarar etmiş (tiry.n.)...” (s.385-386, vba), “İş Bankası’nın giriştiği cam sanayiinde de durum farklı olmamıştır.”(s.386) İnsanın aklına dört soru geliyor: Bu ne tür bir devletçiliktir? Bu ne tür bir sınaileşmeciliktir? İş Bankası grubunun nüfuzu, acaba Atatürk’ten mi kaynaklanmaktadır? Size göre Atatürk Devrimlerinin yılmaz savunucuları arasında bulunan Kılıç Ali bu gruba dahil midir?

Özetle, üç bileşenle tanımladığım liberalizm, bu dönemin iktisat politikalarını nitelendirmek için kullanılabilecek en uygun terimdir. Kanımca bunda şaşırılacak hiçbir şey yoktur; çünkü dönemin hakim sınıfları, “tüccarlar” ve “eşraf”, doğası gereği “kompradordur”. Bu doğrultuda, 1929 buhranına kadar, değil “devletçi sinaileşme”, “sınaileşmek” adına bile fazlaca bir şey yapılmamıştır. Japonya ile Türkiye arasındaki temel fark bu noktada aranmalıdır. Japon sınaileşmesi, planlı-sistematik bir süreç dahilinde yürütülmüşken, Türk sınaileşmesi içsel ve dışsal etkilerin uyarısı ile gerçekleşmiştir. Bu etkilerin ilki ve en önemlisi 1929 Bunalımıdır.

1929 Bunalımı, Devletçilik ve Sonrası

Bu bölümde sıralayacağım düşünceler Gülalp’in (1987) ifade edilen görüşlerin kaba bir özetidir. Latin Amerika ile kıyaslayarak anlatacağım süreç 1929 Bunalımı ile başlıyor. Birincisi, bunalım, Türkiye’nin geleneksel ihraç ürünlerine duyulan talebin daralmasına yol açmış, dolayısı ile tarım ürünlerinin fiyatları, ülke içinde ve dışında önemli ölçüde düşmüştür. Bu açıdan, 1929 buhranı içeriye “ihracata dönük egemen sınıfların bunalımı” şeklinde yansımıştır. İkinci olarak, un, şeker ve dokuma gibi en temel tüketim maddelerini bile ithal eden Türkiye, bunalımın etkisiyle toplumun tümünün kendisini yeniden üretmesini tehdit eder boyutta bir tehlikeyle karşılaşmıştır. İhracat 1929’da 155,2 milyon TL’den 1933’te 96,2 milyon TL’ye; aynı dönemde ithalat 256,3 milyon TL’den 74,7 milyon TL’ye düşmüştür. Dikkat edilirse ithalattaki daralma çok daha dikkat çekicidir ve bu nedenle, bir yerli sanayi kurulması hem bir “zorunluluk” hem de çok “karlı” bir iştir.

Bu noktada hem Latin Amerika hem de Türkiye’de bir “ithal ikameci” sınaileşme atılımı başlar. Fakat 1930’lara kadar tarım ürünleri ihraç edip bitmiş mamuller ithal eden Türkiye ve Latin Amerika arasında temel bir farklılık vardır. Latin Amerika, 1.Dünya Savaşı boyunca hiç ihracat sıkıntısı çekmemiş, buna karşın ithal edecek bitmiş mamul bulmakta zorlanmış ve uluslararası işbölümünde ortaya çıkan bu aksaklık nedeniyle -küçük boyutlu da olsa, bir sanayileşme süreci yaşamıştır. Bu süreç, savaş sonrasında toplumsal yaşama hakim olabilecek kadar güçlü olmasa da, bir “sanayi burjuvazisi” yaratmıştır. Savaş bittiğinde Latin Amerika’da, geleneksel sınıfların ağır basan çıkarları doğrultusunda sanayileşme süreci durmuştur. Fakat yukarıda, Türkiye özelinde bahsettiğimiz, Büyük Bunalım ile ortaya çıkan nedenlerden dolayı, “ithal ikameci” birikim süreci kaçınılmaz hale gelmiştir. Bu doğrultuda,1930’lu yıllarda, L.Amerika ile Türkiye arasındaki temel fark, Latin Amerika’da ithal ikameci sınaileşmeyi sırtlayabilecek bir “sanayi burjuvazisi” varken, savaşı var olan sanayisini de yitirerek noktalayan Türkiye’de –desteklenip büyütülebilecek- böyle bir sınıfın var olmamasıdır. Bu temel fark, Latin Amerika’ya özel girişime dayalı bir sınaileşme programını “başarı” ile uygulama şansı verirken, Türkiye’yi “zorunlu devletçiliğe” sürüklemiştir.

*

Türkiye’de devletçilik dönemi, özel girişimin desteklendiği ve büyütülmeye çalışıldığı bir süreçtir. Devlet teşebbüsleri, özel kesimin bulunduğu alanlara hiç girmemiş, dahası “sınaileşme programı”, “geleneksel hakim sınıfların çıkarlarının korunması” esasına dayandırılmıştır. Bu bağlamda, yukarıda (s.8) aktardığım buğday ve pamuk ürünlerinin ticaret hadleri arasındaki çelişki hatırlanmaya değer bir nokta sanıyorum. Devletin “teşvik” ve “desteğine”, dış rekabetten korunan iç pazarın sunduğu cazip olanaklara rağmen, güçlü bir “sınai burjuvasi” gelişemeyecektir. Yaratılan koşulların cazipliğine bir örnek olarak, 1935 yılında, 20 liraya satılabilecek çimentonun, 30 Liraya satılmasını, –ki en büyük müşteri, yüzde 70 ile devlettir- anabiliriz.(Avcıoğlu, s.394-395) Dolayısı ile devletçilik yılları, geleneksel sınıfsal dokunun “büyük oranda” kendisini koruduğu ve hakimiyetin, ihracata yönelik sınıfların elinde kaldığı bir dönem olmuştur. Latin Amerika’da ise, 1945 yılına kadar süren dünya buhranı, “sanayi burjuvazisi”ni kelimenin tam anlamıyla ihya etmiş ve bu sınıf 1945’lere gelindiğinde en büyük ekonomik ve siyasal güç haline gelmiştir. Bu koşullarda, 1945’i takiben, Latin Amerika ülkeleri “ithal ikameciliğe” devam etmiş, Türkiye ise geleneksel ihracata dayalı sömürge ekonomisine dönmüştür. Sizin de milat aldığınız, 1945 yılı, -savaşın yarattığı karaborsa ortamında iyice semiren tüccarlar ve toprak sahipleri açısından- devletin ekonomiye müdahalesini gerektiren nedenleri ortadan kaldırmıştır.

*

Kore savaşıyla başlayıp, 1954 yılına kadar süren dönem, “tüccar-eşraf ortaklığının” altın yıllarıdır. Savaş dolayısı ile genişleyen tarım ürünleri ihracatı, lüks tüketim ürünleri ithalatını finanse edecek dövizi sağlamış ve böylece Menderes’li yılların ilk dönemi “refah” içerisinde geçilmiştir. 1955 yılından başlatabileceğimiz ikinci Menderes dönemi tam bir hüsrandır. Kore Savaşı’nın sona ermesi ve savaş stoklarının kullanıma açılması, dünya pazarında, tarım ürünleri talebinin son derece daralmasına sebep olmuştur. Daralan ihracat, ithal edilen tüketim mallarının finanse edilememesine yol açınca, ortaya sürdürülemez nitelikte bir “ödemeler dengesi” sorunu çıkmıştır. İşte tam burda, tarih ilginç oyunlarından birini oynar ve “hain”, “liberal” Menderes nasıl olursa olur, “kalkınmacı” Atatürk’ün 1930’lu yıllardaki icraatlarına çok benzer uygulamalar yapmaya başlar. Gümrük duvarları yükseltilir, korumacılık başlar, kamu harcamalarına hız verilir, tüketim malları ithalatı daraltılır ve Türkiye tarihinde ikinci kez “ithal ikameci sınaileşme” sürecine girer. Fakat 1930’lu yıllarla, 1955’te başlayıp 1980’de sona eren süreç arasında temel bir farklılık vardır. Dış ticaretin durmasıyla birikimi aksayan ticaret burjuvazisi “işin mal alıp satmakla” sürdürülemeyeceğine aklı yatınca, biriktirdiği muazzam sermayeyi “sanayi yatırımlarına” kaydırmaya başlar. Böylece, dış rekabetten korunan iç pazar, gerek yerli ticaret burjuvasinin, gerekse –1930’lu yıların aksine- genişleme sürecinde bulunan metropol sermayesinin, karlı sınai yatırımları yapacağı bir alan oluşturur. Bu sefer “ithal ikameci” süreç, özel kesimler öncülüğünde yürütülebilecek ve devlet, ikincil bir rol oynayacaktır.

1955’te başlayan süreç ile ilgili olarak iki nokta daha önem taşıyor. Birincisi, “ithal ikameci” sınaileşme, iç pazara yönelik üretim yaptığından mümkün olduğunca geniş bir iç talep ihtiyacı duyar. Bu açıdan, iç talebi genişletmek amacı taşıyan popülist uygulamalar –örneğin güçlü sendikaların varlığına göz yummak, yerli kapitalistlerin zararına olmadığı gibi sistemin sürdürülebilirliği açısından gereklidir. Olaya böyle bakınca, Türkiye’de 1960’ta başlayıp 1980’e kadar süren, Latin Amerika’da ise 60’ların sonu ve 70’lerin başına kadar devam eden “populist rejimlerin” varlığına pek şaşırmamak gerekir. İkincisi, ithal ikameci sanayileşme aşırı değerli para birimi ile desteklenmek zorundadır. Bu sayede –ihracatın baltalanması pahasına, sanayicinin ithal edeceği ara mamüller ile yatırım mallarını mümkün olduğunca ucuza mal etmesi amaçlanır. Tam da bu yüzden, ithal ikamecilik iç pazar ile kısıtlıdır ve daha da genişlemesi mümkün olmayan iç talep, giderek artan üretim kapasitesi karşısında yetersiz kalmaya başlayınca kriz baş gösterir. Krizi besleyen bir diğer faktör ise aynı sebeple ortaya çıkan döviz darboğazıdır. Bu nedenlerle, “ithal ikameci” sanayileşme sonsuza dek sürdürülemez, kriz aşılmalıdır.

*

Krizleri aşmanın tek yolu ekonomiyi ihracata yöneltmektir. Bu sayede, sanayici eğer yeterince “rekabetçi” ise, kendi ithalatı için gerekli olan dövizi, kendisi elde edecek ve dış pazarın sınırsız talebinden yararlanacaktır. Fakat “rekabet gücünü” arttırmak için bilinen tek yöntem iş-gücü ve hammadde fiyatlarını mümkün olduğunca baskılamaktır ki, iktidarda bulunan populist hükümetlerin böylesine “etkili” önlemleri alması hiç kolay değildir. Bu yüzden generaller göreve çağrılır ve “otoriter” rejimler başlar. Latin Amerika’da oldukça ağırlaşan kriz, halkı, “generallerin gazabı” ile erken tanıştırırken, Türkiye’de, gurbetçi dövizleri sayesinde, sistem sürdürülebilir niteliğini hala korumaktadır. Bu anlamda, 1971 darbesi “zamansız” bir darbedir. 70’lerin sonunda, kriz iyice ağırlaştığında, Kenan Paşa göreve çağrılır ve ünlü 24 Ocak kararlarıyla Türkiye yönünü “ihracata” çevirir.

Darbelerde, burada anılmayan çeşitli siyasal, toplumsal faktörler ve tabii ki emperyalizm rol oynamış olsa dahi, ana nedeni “birikim sürecinin iç dinamiklerinde” aramak gerekir. Ne diyordu Mahir Çayan; “Emperyalizm içsel bir olgudur!”

Kemalizmin Anti-emperyalistliği

“Size göre anti-emperyalizmin ne olduğunu”, kitabınızda açıkça belirtmediğiniz için, Kemalizm hakkında anlattıklarınızdan hareketle -sizin adınıza, “anti-emperyalizmin” bileşenlerini tanımlamak istiyorum. Hata yaparsam mazur görünüz lütfen. Buna göre; a)-Anti-emperyalist bir uluslararası dayanışmanın temeli, emperyalizmi kendi ülkenizde yenmektir.(s.410) b)-Anti-emperyalist bir sistem sanayileşmeci olmalıdır. c)-Tekelci eğilimi olmayan, ulusal nitelikte özel girişimcilik desteklenmeli; fakat sınaileşme asıl olarak devlet tarafından yürütülmelidir.(s.411-412) d)-Yüksek bir anti-emperyalist bilince sahip olunmalıdır.

Bu tanımın eksik ya da yanlış olduğu öne sürülebilir. Fakat tanımın doğruluğunu veri alsak dahi Kemalizm anti-emperyalist değildir.

“A” şıkkı hakkında ekleyecek bir şeyim yok onun için “b” ve ”c”den başlayacağım. Öncelikle, yukarıda etraflıca ele aldığım üzere, 1930 sonrası Türkiye’nin “sanayileşmeciliği” de “devletçiliği” de ideolojik bir tercihe değil koşulların zorlamasına dayanır. Koşullar ortadan kalktığında “devletçilik” de “sanayileşmecilik” de bir kenara bırakılmıştır. Kaldı ki, sizin de belirttiğiniz üzere, sınaileşmeye önem vermek, antiemperyalist bir yaklaşımın varlığına, tek başına kanıt kabul edilemez. Sınaileşmecilik, “tek başına”, bir sistemi “ulusal” yapabilir ama “anti-emperyalist” yapamaz. Aksi takdirde bütün “emperyalist” devletlerin aslında emperyalist olmadığına hükmetmemiz gerekirdi.

Anti-emperyalizmin varlığından bahsedebilmek için, sınaileşmeceliğin, “anti-tekelcilik” ile birleştirilmesi gerekir. Fakat Kemalizmin anti-tekelciliği 414. sayfada aktardığınız sözlerle sınırlıdır. Tekelcilik, “ulusal bağlamda”, “ulusal çıkarlar” gözönüne alınarak eleştirilmekte ve “ulusal çıkarlar” söz konusu olduğunda, devletçiliğin tercih edileceğinden bahsedilmektedir. Ne var ki, ne bu sözlerde ne de başka bir yerde, tekelciliği uluslararası bir bakış açısıyla ele alıp, finans-kapital ile emperyalizm arasında doğrudan bağlantı kuran ve tekelciliği bu açıdan mahkum eden tek bir söz yoktur.
“Stanley Fisher dahil” bütün liberal iktisatçılar, tekelleri, toplumsal faydanın maksimize edilememesi açısından eleştirir. Anti-emperyalizmin kıstası ulusal fayda değil, uluslararası fayda olsa gerektir. Kaldı ki tekelciliği ulusal bakış açısıyla ele alan Atatürk’ün sözleri, her zamanki gibi havada kalmaktadır. Atatürk’ün “parası” ve “nüfuzu” ile güçlendikçe güçlenen İş Bankası, bugün 15 milyar dolar civarındaki bilançosu ile Türkiye’nin en büyük holdinglerinden biridir. Vehbi Koç ise 1917 yılında bakkallıkla başladığı serüvenini, Atatürk döneminde inşaat malzemesi işi ve yabancı firmaların temsilciliği ile sürdürmüş ve o dönemde hatırı sayılır servetler elde etmiştir. Yurt içinde olduğu kadar yurt dışında da karlı yatırımlar peşinde koşan bu iki holding ne kadar antiemperyalist ise Atatürk de o kadar anti-emperyalisttir!

Korkarım siz, İş Bankası ve Koç Holding tecrübelerinden Atatürk’ü sorumlu tutmayacaksınız. Her zamanki gibi, idealist kategoriler kullandığınızdan “tekelci eğilimleri olmayan girişimcilerden”, ya da “ulusal girişimcilerden” rahatlıkla bahsedebiliyorsunuz. Bu sayede, Atatürk’ün İş Bankası ve Koç’un tekelci eğilimlerini farkedememiş olduğunu söyleyebilmek ve Atatürk’ü aklamak olanağı doğuyor. Eğer “girişimci” sözcüğünün muğlâklığından kurtulur ve kapitalist sözcüğünü tercih edersek ve Marx’ın Kapital’de “kapitalist” sözcüğünü, “kişileşmiş sermaye” olarak tanımladığını hatırlarsak, bu tür kategoriler kullanmanın absürtlüğü daha iyi anlaşılacaktır. Sermayenin taşıdığı tek eğilim, üretim ve dolaşım aşamalarında kendi kendisini mümkün olduğunca büyütmektir. Büyüyebilmek için korumacı politikalara ihtiyaç duyduğunda “ulusal”, yeterince gelişip dışpazarlara açılmak istediğinde “küreselleşmeci” politikaları savunur. O ya da bu politikayı savunması, onun özünde bulunan bir nitelikle değil, gücüyle belirlenen stratejik hedefleriyle ilintilidir. Özetle, “tekelci eğilim taşımayan” sermayeden hiçbir koşulda bahsedilemeyeceği gibi, ulusal bir sermayeden ancak belirli koşullar altında bahsedilebilir. Örneğin 60’lı yılların “ulusal” sermayesi Koç Holding, bugün “küreselleşmeci” bir gruptur.

“d” şıkkı, yani Kemalizmin anti-emperyalist bilinci konusunda, sizi Atatürk’ün yüksek bir bilince sahip olduğuna inandıran çeşitli sözler alıntılıyorsunuz. Bunlar arasında, Lenin’e yazdığı mektupta vurguladığı üzere “batılı emperyalist ve kapitalist devletlere karşı olmak”, “ulusların kendi kaderini tayin hakkına saygı duymak”(s.98) ya da başka bir yerde söylediği “sömürülen ulusların uyanışını şimdiden görmek” en önemlileridir sanıyorum. Bu sözlerin, “hangi konjonktürde ve neden söylendiğine” dair tartışmaları bir kenara bırakıp, Avcıoğlu’nun Falih Rıfkı’dan alıntıladığı bir olayı aktarmak istiyorum. Avcıoğlu (s.372); “Atatürk, önce Osmanlı Bankası ile ortaklık kurarak bu bankayı az çok kontrol altına almak istemiştir. Osmanlı Bankası’nın olumsuz tutumu üzerinedir ki, bir milli banka kurmanın zorunluluğuna kanaat getirmiştir”, dedikten sonra Falih Rıfkı’dan alıntılıyor; “- Acaba sizdeki yüzbin liramızla bankanıza ortak olamaz mıyız?’ sualine, Türklerin, bu işlerle uğraşması yersiz olduğu gibi bir cevap verince, Mustafa Kemal, yüzbin lirayı hemen bankadan çeker, çuval içinde Kasaboğlu çarsısında bir dükkana koyar ve önüne bir de nöbetçi diker. Şimdi sermayeleri yüz milyonları aşan resmi ve hususi bankaların temeli budur.”

Sanırım, emperyalizmin, “yüz bin liralık truva atıyla içerden fethedilebileceği” yanılgısına düşme şerefine nail olmuş, dünyanın ilk ve tek “anti-emperyalist”, “3.dünyacı” devrimcisi Atatürk’tür. Üstüne üstlük, emperyalist şirketler bu numarayı yutmayıp, bir de kendisini azarlayınca, büyük bir hayal kırıklığına uğramış, öfkesinden, elinde çuvallarca para yollara düşmüştür. Kusura bakmazsanız, Atatürk antiemperyalist bilince sahip bir 3.dünya devrimcisi değil, olsa olsa “naif” bir milliyetçidir –bütün şaşaalı sözlerine rağmen...

Kürt Sorunu

Bu hassas konuyla ilgili çok uzun yazmayacağım. “Hassas” dedim, çünkü bütün Türkiye hepberaber ağır bir “cinnet krizi” geçiriyoruz. Sanırım, siz de bu “cinnet krizinden” fazlasıyla etkilenmişsiniz. O yüzden mümkün olduğunca kısa tutmaya çalışacağım.

TEZ: Kürtler önce İngiliz emperyalizminin uşağı olmuştu, şimdi de Amerikalı’lara uşaklık ediyorlar. Üstelik zırt-pırt ayaklanıp kendilerine bahşedilecek demokratik hakların da sürüncemede kalmasına neden oluyorlar. Özerklik düşünülemez, üniter devlet bölünemez; bunlar emperyalizmin böl-parçala-yönet politikalarıdır.

ANTİTEZ: Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana Kürtlerin varlığı inkar edilmiştir, düzenli bir asimilasyon programı uygulanmaktadır, ayrılık ve bağımsızlık istiyoruz. Savaşacağız.

Özet: Bir yumurta-Tavuk Hikayesi.

BİLANÇO: “Şehitler Ölmez!” nidalarına rağmen, her iki taraftan on binlerce ölü ve yaralı, üstelik de psikolojisi bozuk bir nesil! (Aman Deniz Som beni duymasın, yoksa Emin Çölaşan’la birlik olup, “ne emperyalizm ajanlığımı” bırakır ne de “kürtçülüğümü”! Nadire Mater’e yapılanları hatırlayınca biraz ürküyor da insan...)

NOT: Dikkat edilirse; “Türkler kart-kurt etti, Kürt ondan çıktı. Bunların dilinde bile meymenet yok, 16 ayrı lehçeleri var. Newroz yoktur, Orta Asya’dan beri kutlanmakta olan Nevruz vardır!” deyip, meclis bahçesinde lastik yakarak, lastiklerin üzerinden atlayanları muhatap bile almadım. Onlara Tanrı’dan “akıl ve fikir”, bu adamlarla aynı yurdu paylaşmak zorunda olan herkese “sabır” diliyorum!

YORUM: “Antitezcilere” söylenecek tek bir şey var; Savaş, tecrübelerle sabit olduğu üzere, hiçbir olumlu sonuç doğurmadığı gibi, halkların düşmanlığını körüklemektedir. Uluslararası dengeler üzerinde ip-canbazlığı yaparak ve uyuşturucu kaçırarak, bağımsız bir devlet değil, olsa olsa Türkiye’den beter bir “muz cumhuriyeti” yaratılabilir.

“Tezcilere” hatırlatılır; “...Türkiye’nin halkı söz konusu olurken onları (Kürtler-y.n.) da beraber ifade etmek gerekir. İfade olunmadıkları zaman bundan kendilerine sorun yaratmaları daima mümkündür.” (Atatürk’ten alıntı, kitabınızda s.427-vba) Yani Mustafa Kemal’in de farkında olduğu üzere, Kürtlerin sorun çıkarmalarının tek kaynağı “emperyalizm” değildir. Yoksayıldıkları anda sorun çıkarmaları muhtemeldir ve çıkarmışlardır da. Atatürk 1923 yılından sonra “Türkiye’nin halkı” tabirini asla kullanmamış –sizin, hakim unsurun ulusa adını vermesini son derece doğal bularak, meşrulaştırmaya çalıştığınız üzere- “Türk halkı” terimini kullanmıştır. Atatürk’ün Nutku’nda Şeyh Sait isyanını anlatan kısa bölümde bir tek sefer bile “Kürt” sözcüğü geçmez. 9  Atatürk’ün bu “nesnel” yaklaşımı üzerine, hiçbir tarihçinin çıkıp da “nesnellik dışı” yorumlar yapması beklenemezdi elbette.

Kısaca, Atatürk ve Kemalistler “Kürtlerin bundan sorun çıkaracağını” bile bile adamları yok saymış, sonra da bütün suçu emperyalist ülkelerin üzerine atmıştır. Dahası, bir asimilasyon programının daha o tarihlerde var olduğunu, ispat etmek için derinlemesine analizler yapmaya pek gerek yok sanıyorum. Uğur Mumcu’nun, “Kürt Dosyası”nda anlatılan ve “Dersim sorununu çözmek” üzere ortaya atılan fikirleri bir incelemek yeter. Açıkça “asimilasyon” sözcüklerini kullanan, Diyarbakır 1.Umumi Müfettişi Abidin Özmen’in görüşleri, Atatürk tarafından “nesnel” bulunmuş olsa gerek ki, Özmen gibi bir adam, 1935 yılında bölgenin en üst yöneticiliğine atanabilsin! 10  Sizin –kusuruma bakmazsanız, tam bir “misyoner jargonuyla” anlattığınız, “ilkel” Dersim’e “medeniyet” götürülmesi sürecinin bir de bu yüzü var galiba. Bu arada, “ilkel” Dersim’in “çağdaşlaştırılması” için, isminin Tunceli olarak değiştirilmesine neden ihtiyaç duyulmuştur, bir türlü anlayamadım!

*

Son olarak, şu “özerklik” meselesi ile ilgili bir iki söz söyleyip konuyu ve yazıyı noktalayacağım. (s.428) belirttiğiniz üzere, Kemalizm “ulusal birliğe” büyük önem verir ve “vatandaşlar” arasında hiçbir etnik ayrıcalığa izin vermez. (Şu “vatandaş” sözcüğü bile, bakış açılarımız arasındaki farklılığı fazlasıyla yansıtıyor, ben “yurttaş” sözcüğünü tercih ederdim.) Sizin yerinize devam edeyim; dahası Kemalizm, yukarıda anlatılan asimilasyon politikası çerçevesinde, yurttaşların, mümkün olduğunca “tek tip” ve “damarlarında asil kan taşıyan Türk”lerden oluşmasını tercih eder. Hal böyle olunca özerkliğin düşünülmesi bile mümkün değildir. Tam da bu yüzden, Ahmet Emin Yalman’a söylenmiş olan, “Türkler ile Kürtlerin “çok kaynaşmış” olmasından dolayı özerklik verilemeyeceğini” anlatan sözler, tam bir “laf-ı güzaftır”.

SONNOT: Bir yanlış anlaşılmanın önüne geçmek için, eklemeliyim ki, yukarıda özetlemeye çalıştığım resmi politikanın yürütücüleri ve savunucuları kadar, ayrılık safsatası ile on binlerce masum insanın ölümüne neden olan, üstelik de yakalanınca süt dökmüş kediye dönen adam ve şürekasına da “antipatim” var. Bence, kan dökülmeden yürütülecek bir toplumsal muhalefet hareketi, böylesine bir düşmanlık ortamı yaratmaz, Türk tarafından da geniş destek bulabilirdi. Bir tartışma ortamı yaratılıp, karşılıklı diyaloga dayanan bir çözüm üretilebilirdi. Bu çözümün ne olacağını ben bilemem. “Özerklik” dahil, herhangi bir yaklaşıma “mutlak” destek vermiyorum, çünkü böylesine önemli bir konuda atıp tutacak kadar yetkin görmüyorum kendimi. Fakat size söyleyecek son bir sözüm var; APO’nun ABD tarafından Türkiye’ye teslim edildiği gerçeğine dahi gözlerinizi kapatarak, olayı basit bir “Amerikan oyununa” indirgemeye devam edip, üstelik de yukarıda anlattığım gerçekleri inkar etmekte ısrar ederseniz –ilerde tekrar alevlenebilecek bir savaştan siz de sorumlu olursunuz. En azından benim gözümde; sizin için bunun hiçbir önemi olmasa bile.

SONSÖZ: Katı olan her şey buharlaşıyor.

Değerli vaktinizi ayırdığınız için teşekkür ediyor, sevgiler saygılar sunuyorum. Umarım tarzımı mazur göreceksiniz.

Eylül-2002


 1  Aydemir, Ş. S. (1976), İkinci Adam, Remzi Kitabevi, Cilt 1, (sf.52-55, 190, 200), aktaran, Haldun Gülalp (1987), Gelişme Stratejileri ve Gelişme İdeolojileri, Yurt Yayınları, (sf.90-92)
 2  Şişmanov, D. (1990), Türkiye İşçi ve Sosyalist Hareketi, Belge Yayınları, (sf.136)
 3  Gülalp, H. (1994), “Capitalism and the Modern State”, Journal of Historical Sociology, vol. 7, no. 2, (sf.155-176)
 4  Avcıoğlu, D. (1982), Türkiye’nin Düzeni, Tekin Yayınevi, Cilt 1
 5  Zürcher, E. J. (1995), Milli Mücadelede İttihatçılık, Bağlam Yay., (sf.133-137, 164-165)
 6  Özakman, T. (1997), Vahidettin, M. Kemal ve Milli Mücadele, Bilgi Yayınevi, (sf. 254)
 7  Gülalp, O. (1987), Gelişme Stratejileri ve Gelişme İdeolojileri, Yurt Yayınları, (sf.27)
 8  Kurmuş, O. (1976) , “Cunhuriyetin İlk Yıllarında Sanayiin Korunması Sorunu ve Ticaret Sermayesinin Tavrı”, Makine Mühendisleri Odası Sanayi Kongresi Tebliği, (sf. 14-15)
 9  Atatürk, M.K. (1994), Söylev, Çağdaş Yayınları, (sf.406)
 10  Mumcu, U. (1993), Kürt Dosyası, Tekin Yayınevi, (sf.145-149)


Metin AYDOĞAN, 22 Şubat 2015
Namık KEMAL:
"Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini,
Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini?"


Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK:
"Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini,
Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini."



http://www.guncelmeydan.com/pano/tayyip-erdogan-a-gonderilen-cfr-muhtirasi-kuresel-ihale-t18169.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/abd-disisleri-abdullah-gul-u-biz-yetistirdik-t23656.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/dun-malta-surgunleri-vahdettin-bugun-ergenekon-tayyip-t18151.html

KAÇAMAYACAKSINIZ!
Kullanıcı küçük betizi
Oğuz Kağan
Genel Yetkili
Genel Yetkili
 
İletiler: 12355
Kayıt: Sal Oca 27, 2009 23:04
Konum: Ya İstiklâl, Ya Ölüm!

Re: Sosyalist Bir Gençle Tartışma (1-2) / Metin AYDOĞAN

İletigönderen Oğuz Kağan » Cum Şub 27, 2015 12:56

Sosyalist Bir Gençle Tartışma -2 (Yanıt)

Nesnellik dışımızda ve bizden bağımsız olarak var olandır; doğaötesinin (metafiziğin) tam karşıtı olarak, düşünen özneden bağımsız olarak var olmayı anlatır; bilinçten bağımsızdır. Nesnellik olaylara yaklaşım biçimidir. Hepimizin her gün yaptığımız ya da yapamadığımız bir tutumdur... Fransız yazar Paul Gentizon, Türk Devrimi’ni tarihin gördüğü en hızlı ve köklü toplumsal dönüşüm devinimi olarak görür ve Fransız ve Rus Devrimleri’nden daha ilerde bulur. Nesnel olmayan bir toplumsal eylem, böyle bir dönüşümü yaşama geçiremez. Yapılan ve başarılan işler, nesnelliğin doğrudan kanıtıdır... Mustafa Kemal, Türk halkının tüm kesimlerini biraraya getirmeyi başarmış, yalnızca Kurtuluş Savaşı’na karşı çıkanlar, verilen savaşıma zarar verecek izlence ( program) sahipleri, işbirlikçiler ve vatana ihanet edenlere karşı tavır almıştır... Giriştiği iş oyun değil silahlı savaşımdı; gücün belirleyici olduğu bir eylemdi. Ulusal birliği sağlamak ve savaşımı başarmak için, gücü tek bir merkezde toplamak zorundaydı. Bu zorunluluğu, sıkıdüzene (disipline) bağlı askeri karargâhla değil, demokratik içerikli meclisle aştı... 1919-1938 arası, Devrim’e ve ulusal birliğe zarar veren unsurlara karşı baskının, halk için demokrasinin geçerli olduğu bir dönemdir... İlk Sosyalist Partiyi, 1910 yılında kurulan Osmanlı Sosyalist Fırkası olarak alırsak; aradan geçen yüzyıl içinde bugün “sosyalist” partiler, Türk toplumunda değil dönüşüm sağlamak, halkın çok küçük bir bölümünün bile gündemine girememiştir. Anadolu’ya tek başına gelen genç bir general, 3.5 yılda tarihin ilk anti–emperyalist savaşını kazanıp, toplumu 15 yılda temelinden değiştirirken, sosyalistler neden bu denli başarısız oldu; buna yanıt verilmelidir... Nutuk’un ‘Söylev ve Demeçleri’nin ya da ‘Atatürk’ün Bütün Eserlerini’nin okunması gerekir. Marksizm, Marks’ı okumadan ‘marksist’ olanlardan çok çekmiştir. Marks’ın eserlerinin tamamlanmamışlığının yanısıra uğradığı en büyük talihsizlik, yaygınlaşmasının bedeli olarak ödemek zorunda kaldığı çarpıtmalardır. Bu yüzden tüm sosyalistlerin kendilerini “marksist” olarak adlandırdıkları bir dönemde Marks, bu konuda duyduğu rahatsızlığı, “bütün bildiğim benim bir Marksist olmadığımdır” demiştir... Kurtuluş Savaşı’nın Türk halkı tarafından hiçbir biçimde desteklenmediği ve savaşın dayanağı tek sınıfın ayan-eşraf sınıfı olduğunu söylemek, toplumbilimden ve gerçeklerden tam olarak kopuş demektir. İnsanlık tarihi boyunca halkın katılmadığı kazanılmış bir savaş yoktur ve olamaz. Savaş sözkonusu olduğunda ya halk kurtuluşunu sağlamak için doğrudan savaşa katılır ya da egemen sınıf, halkı savaşa sürer ve kendisini savaşın dışında tutar... Türkiye’yi Batı terminolojisiyle inceleme hastalığı, 1960’dan sonra yayılan ‘sosyalist’ küme ve partiler içinde yaygındı. 20.yüzyıl başında 10 milyon nüfuslu, yüzde 90’ı köylerde kapalı birimler halinde yaşayan, burjuvazi ve proletarya gibi sınıfların ortaya çıkmadığı, göçerliğin varlığını sürdürdüğü bir Doğu toplumunun; sanayileşmiş ve emperyalizme ulaşmış Batı Avrupa toplumlarının ölçüleriyle incelemek bilimsel bir ilkellik değilse, kafaları karıştırmaya yönelik bir davranıştan başka bir şey olamaz.... Emperyalizmi ilk kez yenilgiye uğratan, ezilen uluslara örnek olarak emperyalizme büyük darbe vuran, dünyanın en büyük anti-emperyalistine bunları söyleyebilmek, düşünsel çözülmenin son aşamasıdır. Metin Aydoğan

Sevgili Evren,
Eleştirilerini aldım. Yazı yoğunluğu nedeniyle biraz geç yanıt veriyorum, kusura bakma.
Eleştirilerinin benim için değerli olduğunu belirtmeliyim. Bunu övgü olsun diye söylemiyorum; övgü olmadığını aşağıda verdiğim yanıtların niteliğinde göreceksin.

Eleştirinin Önemi

Eleştiriye her zaman değer verdim ya da vermeğe çalıştım. Toplumsal olaylara ve tarihe ilgi duymaya başladığım andan beri, öğrendiğim ve öğrenmekte olduğum her şeyi, akıl süzgecinden geçirerek doğru bulduklarımı uygulamaya çalıştım. İleri sürdüğüm düşünceleri yaşama geçirmek için, hep örgütlü bir savaşım (mücadele) içinde oldum. Ne denli başarılı olabildim bilmiyorum ancak ben böyle yaptım. Eleştirinin (ve özeleştirinin) yararlarını, abartmadan ve hafife almadan, gerek kişisel davranışlarımda ve gerekse örgütlü savaşım içinde somut olarak gördüm. İnsanlar arasındaki ilişkileri sağlıklı kılmanın en sağlam aracı olan eleştiri; karşıtına söz hakkı verdiği için her zaman yararlı sonuç veriyordu. Eleştirinin doğru ya da yanlış olması, haklı ya da haksız olması fazla önem taşımıyor. Doğru yapılan eleştiri karşıtını ikna etmeye, yanlış yapılan eleştiri de karşıtından aldığı doğru yanıtla kendini yenilemeye yöneltiyordu. Amaç, gerçeğin ortaya çıkmasını sağlamak, yararlanılabilir sonuçlar elde etmek ve insanlar arasında düzeyli bir iletişim kurabilmekse, eleştiri her zaman yararlıdır. Bu sonucu, pek çok kez yaşadım ve yararlarını gördüm. Gönderdiğin eleştiri yazısının benim için önemli olmasının dayanağı bu düşüncelerimdir.

Ancak, gönderdiğin eleştiri yazısının genelden ayrı olarak bence özel bir önemi var. Eleştirini önemli kılan; okumanın son derece azaldığı, toplumsal sorunlardan uzak duran bilgiden yoksun üniversite gençliğinin ortada dolaştığı ve üniversitelerin (özellikle de senin okuduğun Boğaziçi üniversitesinin) bilimi değil teknolojiyi öğrettiği bir ortamda; senin, “Yeni Dünya Düzeni, Kemalizm ve Türkiye” kitabına, eleştiri yollamandır. Pek çok övücü tepki aldım, ama senden başka ileri sürdüğüm görüşleri çürütmeye çalışan eleştiri almamıştım. Kitap bilinmeyen ya da satılmayan bir kitap değildi ve kitabı en azından benim tanıdığım “sosyalistlerin” okuduğunu biliyordum.

Yöntem

Eleştirilerin, senin de belirttiğin gibi, “maddelenerek sıralanmış sorulardan oluşmuyor, bütünlüklü bir metin halinde düzenlenmiş”. Öncelikle şunu belirtmek isterim, seçtiğin eleştiri yöntemi, eleştirisi yapılan konuyu iyi incelemiş ve kavramış insanların kullandıkları bir yöntemdir. Bu iddialı yöntemi seçmen kendine olan güvenin bir göstergesidir. Bu çok olumludur ve her zaman böyle olmalısın. Ancak, bu tutum, tutuma güven kazandıracak ve içini dolduracak bir çabayı gerekli kılar. Emek vererek konuyu derinlemesine incelemek ve kavramak gerekir. Bu yapılmadığında yapılan eleştiri yüzeysel olur, havada kalır; yararlanılabilir duruma gelemez.

Eleştirilerin tüm olarak ele alındığında, kitabı seçtiğin yönteme uygun düşecek düzeyde incelememiş, bağlı olarak da tam olarak kavrayamamış olduğun ortaya çıkıyor. Kitabın tümünü okuduğunu yazıyorsun ama yanıtları kitabın içinde bulunan belli olaylara yanıtı yokmuş gibi eleştiri yöneltiyorsun. Genel yaklaşımda öyle sorular soruyorsun ki, bu sorulara yanıt vermem için kitabı adeta yeniden yazıp sana göndermem gerekiyor. Ayrıca kitabın, 20.yüzyılın tümünü kapsayan niteliğine karşın yalnızca Kemalizm bölümlerine ilgi göstermen, seçtiğin eleştiri yöntemine de uygun düşmüyor. Örneğin Kemalizmin ulusal bağımsızlık hareketlerine yaptığı evrensel etkiye değinmiyorsun.

“Maddelenerek sıralanmış sorulardan oluşmuyor” diyerek yaptığın eleştirilerin hemen tümü Kemalizme yönelik “maddelenmiş sorulardan oluşuyor”. Kitabı sanki, içeriği olan 20.yüzyılı ve bugünü anlamak için değil, yalnızca Kemalizmi eleştirmek için okumuşsun. Ben eleştirilerinden böyle bir izlenim edindim. Bence, sömürgecilik, emperyalizm, Rus Devrimi ve Sovyetler’in çöküşü, ulusal bağımsızlık savaşları, iki büyük dünya savaşı, küreselleşme... kavranmadan Kemalizm kavranamaz ya da bir başka değişle Kemalizm kavranmadan bunların kavranması eksik kalır. Bunu kişisel ya da ulusal duygularla söylenmiş sözler olarak alma lütfen. Bu konudaki yargımın, kitabı daha dikkatli incelersen, somut belge ve verilerle ortaya konmuş olduğunu göreceksin.

Eleştirine başlarken; “Aslında fazla bir şey bilmediğini peşinen kabullenen fakat yaşadığı dünyanın ve toplumun sorunlarına duyarsız kalamayan bir genç olarak” diyerek bence gereğinden fazla alçak gönüllülük göstermen doğru değil, eleştirin okunduğu zaman, senin “fazla bir şey bilmeyen” değil, özellikle yaşıtlarına göre, “birçok şey bilen” biri olduğun hemen göze çarpıyor.

Yanıtlarımı, senin takıldığın ve açılmasını istediğin konular üzerinde yoğunlaştıracağım. Bunu yaparken, konuları tek tek ele alacağım. Genel yaklaşımlarla yararlı sonuçlara ulaşamayacağımız görülüyor, nedenini yukarıda belirtmiştim. Ayrıca bildiğin gibi, eleştirinin somut ve açık olma gereği, herkesin kabul ettiği temel kuraldır. Bu yöntemle, en azından bu aşamada kimi konuları (özellikle Atatürk’le ilgili olanları) açığa çıkarmaya çalışacağım.

Nesnellik

Nesnellik eleştirinin özü şu: “Kemalizmin nesnellikle ilgisi yoktur. Kendi düşüncelerini özgür ortamlarda tartışmaya açmamış ve zor yöntemleriyle kendisi gibi düşünmeyenleri ezmiştir. Kemalizm nesnel olmak bir yana, nesnel gerçekliği kasıtlı olarak çarpıtmıştır. Atatürk’ün ölümünden sonra geri dönüşün yaşanması Kemalizmin nesnellikten uzak olmasının bir kanıtıdır. Nesnel koşulları oluşmuş hiçbir devrim kolay kolay geri çevrilemez. Kemalizmi nesnel sayanlar (doğal olarak ben), sosyal bilimlere, sosyal–siyasal olgulara at gözlüğünden bakmakta ve ‘tek doğru vardır, o da benimki!’ tavrına düşmektedir. Metin Aydoğan, Türkiye’deki sosyalist hareketleri, nesnellikten uzak olarak nitelemekte ve onlar üzerinde baskı uygulamayı meşru görmektedir. Oysa, asgari müşterekte birleşenler birbirlerinin düşüncelerine saygı duymalıdırlar. M.Aydoğan’ın Kemalist hareket için ‘çizdiği şablon’, Kemalizmin gerçek niteliğine uymamaktadır. Atatürk düşünceyi ve tartışmayı yasaklamıştır. Gerek Kurtuluş Savaşı süresince ve gerekse iktidar döneminde tartışılacak konuları Atatürk saptamış ve bu konular ancak Atatürk’ün uygun gördüğü kişilerce tartışılmıştır. M.Aydoğan, nesnel olmayanın yasaklanma hakkının bulunduğunu ileri sürmektedir. Atatürk öldükten sonra bir ‘geri dönüş’ sürecinin yaşanmış olması doğru değildir. Çünkü, Atatürk’den sonra yaşananlar Kemalizme uygun gelişmelerdir. M.Aydoğan, Atatürk’e yönelik en ufak bir eleştiri bile yöneltmemektedir, bu onu tabulaştırdığını göstermektedir.” Eleştirinin ilk bölümünde özet bunları söylüyorsun.

Eleştiri yazının yaklaşık üç sayfalık nesnellik bölümünden benim anladıklarım bunlar. Umarım doğru anlamışımdır bu nedenle yanıtlarım işe yarar.

Nesnel Olmak Ne Demektir

Öncelikle nesnellik ya da nesnel davranıştan ne anlaşılması gerektiğinin açıklanması gerekiyor.

Nesnellik dışımızda ve bizden bağımsız olarak var olandır; doğaötesinin (metafiziğin) tam karşıtı olarak, düşünen özneden bağımsız olarak var olmayı anlatır; bilinçten bağımsızdır. Nesnel tutum; kişisel duygu, düşünce ve beğenilerin karıştırılmadığı herhangi bir gözlemi ya da eylemi ifade eder. Nesnellik olaylara yaklaşım biçimidir. Hepimizin her gün yaptığımız ya da yapamadığımız bir tutumdur.

Senin de bildiğin bu basit gerçekleri şundan yazıyorum. Kimi şeyler vardır ki; okuruz, öğrendiğimizi sanırız ama alışkanlıklarımız nedeniyle uygulayamayız ya da uygularken yanlışlar yaparız. Geçmiş dönemde bize kadın haklarını anlatan (hem de çok iyi anlatan) “sosyalist” bir yaymacacı (propagandist) vardı. ‘Bilgiliydi’ ve çok iyi ‘konuşuyordu’. Bir gün bu konuşucunun eşini gözü morarmış olarak görmüş ve bu işi, bize kadın haklarını anlatan yaymacacı ve ‘sosyalist’ kocanın yaptığını öğrenmiştim. Kadın–erkek ilişkilerinde ‘her alanda’ eşitliği savunan (hem de ateşli olarak) birçok arkadaşımın kıskançlık bunalımları içinde kıvrandığını çok gördüm. Bunları, Türk toplumunda, bildiğini sanmakla uygulamak arasında çoğu kez aşılmaz duvarlar olduğunu anlatmak için yazıyorum.

Nesnellikle öznellik (gerçeklikle duygularımız) arasındaki ince çizgi, yalnızca politik mücadelede değil, kişisel yaşantımızın her alanında karşımıza çıkmaktadır. Şirket yönetmekten ticaret yapmaya, spor karşılaşmalarından kişisel ilişkilere dek, her konuda başarı ya da başarısızlık; bu ince çizginin bizi götürdüğü yere bağlıdır. Örneğin, şirket sahibi şirketinin dünyaya açılmasını, çok kâr etmesini ve tüm rakiplerini piyasadan silmesini ve bunu hemen yapmasını ister. Ancak, bu isteğin yerine gelmesi, onun istek ve becerisinin dışında kimi koşulları gerekli kılar. Ülkemize demokrasinin gelmesini, özgürlük ve eşitliğin gerçekleşmesini, tuttuğumuz takımın her zaman bir numara olmasını ve savunduğumuz düşüncelerin egemen olmasını isteriz. Ancak, bu türden sonuçlar yalnızca istekle yerine gelecek işler değildir. Bunların gerçekleşmesi için istek, bilinç ve kararlı girişim yanında içinde bulunulan koşulların bilinmesi ve ona göre davranılması gerekir. Nesnellik, somut bir ereği ve süreci kapsar. Kişiye indirgenen başarı ya da başarısızlık, ileriye yönelik etkileri olsa da bu süreçle sınırlıdır. Kişi değişime kaynaklık eden süreci etkiler ancak belirleyemez; o içinde yaşadığı süreçten sorumludur.

Bunları aynı dili konuşabilmek için yazıyorum. Aynı dili konuşmazsak anlaşmamız ya da daha doğrusu birbirimize bilgi iletmemiz olanaklı olmaz.

Kemalizm Neden Nesneldir

Kemalizmin nesnellikle ilgisinin olmadığını, tam tersi gerçekleri çarpıtan bir öznellik içinde olduğunu ileri sürüyorsun ancak savını haklı çıkaracak herhangi bir kanıt ortaya koymuyorsun. Kanıt olarak ileri sürdüğün örnekler, nesnellik konusuyla ilişkisi bulunmayan ve nesnelliğin ölçütü olamayacak konular oluyor.

Kemalizmin nesnelliği ile ilgili Yeni Dünya Düzeni Kemalizm ve Türkiye’de yer alan söz, eylem ve belgeleri bir kenara bırakıyorum. Kemalizm neden nesneldir, eleştirilerin neden yanlıştır kısaca ona değineyim.

Kurtuluş Savaşı 3,5 yıl sürmüş ve başarılmıştır. Önderi Mustafa Kemal’dir. Savaşın hazırlığı, örgütlenmesi, sürdürülmesi ve başarılması onun belirleyici önderliği ile olmuştur. Bu açık gerçeğe sanırım itiraz etmeyeceksin. Nesnellik olaylara yaklaşım biçimidir. Hepimizin her gün yaptığımız ya da yapamadığımız bir tutumdur. 1923–1938 arası: 15 yıllık yönetim döneminde yapılanlar ortadadır. Kitabın 380 ve 381.sayfalarında yalnızca başlıklarla verdiğim yapılan işlere bir kez daha bakmanı ve üzerinde düşünmeni isterim. İnanılması güç bir toplumsal değişim sürecidir bu 15 yıl. Fransız yazar Paul Gentizon bu değişimi, tarihin gördüğü en hızlı ve köklü toplumsal dönüşüm devinimi olarak görür ve Türk Devrimi’ni, Fransız ve Rus Devrimleri’nden daha ilerde bulur (Paul Gentizon’un, ‘Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu’ kitabını okumanı salık veririm. İlgiyle karşılayacağını umuyorum bulamazsan sana yollarım). Nesnel olmayan bir toplumsal eylem, böyle bir dönüşümü yaşama geçirebilir mi? Yapılan ve başarılan işler, nesnelliğin doğrudan kanıtı değil midir?

Kemalizmin nesnellikten uzak olduğunu göstermek için; “kendi düşüncelerini özgür ortamlarda tartışmaya açmamış ve zor yöntemleriyle kendisi gibi düşünmeyenleri ezmiş olmasını” gösteriyorsun. “Özgür ortamda düşüncesini tartışmaya açmamakla” nesnelliğin ne ilgisi var? “Özgür ortamda düşüncesini tartışmaya açmamak” diye tanımladığın tutum, nesnelliği açıklayacak bir veri olabilir mi? Kaldı ki, Mustafa Kemal, düşüncelerini gerekli zaman ve ortamda en açık bir biçimde ortaya koymuş, tartışmaya açmıştır. Kurtuluş Savaşı’nı dünyadaki tek örnek olarak kurduğu meclisle yürütmüştür. Oysa Savaş, bildiğin gibi kesin ve saltık (mutlak) bir yetke (otorite) gerektirir; siyasi demokrasiyle değil silahla uğraşılan bir iştir. Atatürk’ün her eğilimden ve siyasetten insanı Kurtuluş Savaşı’na katmak için günler ve geceler boyu uğraştığı, ikna etmeye çalıştığı ve “çok iyi bir dinleyici” olduğu herkesin bildiği gerçeklerdir.

Yeğinlik (Şiddet) Konusu

Yeğinlik sorununa gelince; Mustafa Kemal, Türk halkının tüm kesimlerini biraraya getirmeyi başarmış, yalnızca Kurtuluş Savaşı’na karşı çıkanlar, verilen savaşıma zarar verecek izlence ( program) sahipleri, işbirlikçiler ve vatana ihanet edenlere karşı tavır almıştır. Giriştiği iş oyun değil silahlı savaşımdı; gücün belirleyici olduğu bir eylemdi. Ulusal birliği sağlamak ve savaşımı tek merkezden yönetmek için gücü elinde bulundurmak zorundaydı. Buna karşın savaşı kurduğu Büyük Millet Meclisi’yle yürüttü. Ulusal birliği sağlamada gösterdiği başarı nedeniyle, içsavaşta son derece az insan öldü.

Marksizmin, toplumsal olaylarda güç ve yeğinliğin (zor ve şiddetin) önemini nasıl açıkladığını, “zorun toplumsal dönüşümlerin ebesi” olduğunu ileri sürdüğünü ve proloterya diktatörlüğünü sosyalist yönetim için vazgeçilmez koşul saydığını; bir sosyalist olarak en iyi senin bilmen gerekir. Proleterya diktatörlüğü, Marks ve Lenin’e göre; işçi sınıfı için demokrasi, burjuvazi için diktatörlüktür. Güce ve yeğinliğe, baskıya dayanmayan devrim nerede görülmüş.

Geri Dönüş Sorunu

Atatürk’ün ölümünden sonra geri dönüşün başlamasını, Kemalizmin nesnel olmadığını gösteren bir kanıt olarak ileri sürüyorsun. Bunu yukarıda açıklamıştım. Kişiye ait nesnellik, sürece ve kişinin varlığına bağlıdır. Örneğin, sen içinde bulunduğun koşulları, olanaklarını ve sahip olduğun yeteneklerini doğru değerlendirip (nesnel davranıp) varsıl (zengin) olmuş bir iş adamı olabilirsin. Senden sonraki kötü yönetim ve kurduğun şirketin iflası senin nesnel olmadığını göstermez. Ayrıca, Atatürk öldükten sonra geri dönüş başlamıştır ancak ulusal kazanımlar, toplumsal dönüşümler ve kurulan devlet, çok hırpalanmış, içi boşaltılmış pek çok alanda karşıtlarının eline geçmiş olmasına karşın varlığını ve etkisini hala sürdürebilmiştir. Kemalist devrim olmasaydı, örneğin Boğaziçi’nde okuyan bir genç bugün, Fatih medresesinde Arapça harflerle fıkıh okuyor olabilecekti.

Benim olaylara “at gözlüğüyle bakıyor olmam” ya da “tek doğru vardır o da benimki” tavrında olduğum yönündeki eleştirilerini neye dayanarak yaptığını anlayamadım. Ben öyle değilim desem eleştirine yanıt vermiş olmam, seninle basit ve gereği olmayan bir tartışma yapmam demek olur. Bu konuda vereceğim yanıt yine kitabın kendisidir.

Sosyalist Devinime Bakış

“Sosyalist devinimi nesnellikten uzak görmem ve onlar üzerinde baskı uygulamayı meşru görmem” biçimindeki eleştirini izninle ikiye ayırmak istiyorum. Birincisi ben gerçekten Türkiye’deki sosyalist parti ve kümelerin (grupların), nesnellikten uzak olduğunu görüyorum; bu benim için görülmesi kolay bir gerçektir. Türkiye’de sosyalistler, halkın içine girip onların sorunlarını ülkenin koşullarına uygun yöntemlerle çözmek yerine, düşüncelerinde yarattıkları bir dünyanın peşine düşmüşlerdir; nesnel olmadıkları için herhangi bir başarı elde edememektedirler.

İlk Sosyalist Partiyi, 1910 yılında kurulan Osmanlı Sosyalist Fırkası olarak alırsak; aradan geçen yüzyıl içinde bugün “sosyalist” partiler, Türk toplumunda değil dönüşüm sağlamak, halkın çok küçük bir bölümünün bile gündemine girememiştir. Oysa, sosyalist devinim içinde yer alanlar; okuyan, araştıran, kültürel düzeyleri yüksek özverili insanlardı. Kişisel çıkar peşinde değildiler. Önemli bir bölümü halkına; tutuklanmayı, işkenceyi ve hatta ölümü göze alacak kadar bağlıydılar. Yüzyıl boyunca bıkmadan çalıştılar, savaşım verdiler ancak başarılı olamadılar. Bu sonuca bir yanıt vermek zorunda değil miyiz?

Bugün, Türk halkından oy alma anlamında yüzde 1’lerin altında destek bulabilmelerini, onların öznel eksikliklerine yani kişisel beceriksizliklerine, yetersizliklerine ya da “Türk halkını anlayamamalarına” bağlamak olanaklı mıdır? Anadolu’ya tek başına gelen genç bir general, 3.5 yılda tarihin ilk anti–emperyalist savaşını kazanıp, toplumu 15 yılda temelinden değiştirirken, sosyalistler neden bu denli başarısız oldular? Bunları hiç düşünmüş müydün? Düşünürsen, bu işin altında kesin ve kaçınılmaz olarak; nesnel olamamanın, ülkesini tanımamanın ve buna bağlı olarak da halkın içinde kalıcı bir güç durumuna gelerek örgütlenememenin yattığını göreceksin.

Sosyalistlere Baskı

Nesnel olmadıkları için “sosyalist hareketler üzerinde baskı uygulanmasını istediğim” biçimindeki eleştirine gelince. Bu kanıya nereden ve nasıl vardın bilemiyorum. Kendimi, kanıtı olmayan bu eleştiriyi hakeden en son kişilerden sayarım. Çünkü, her zaman kanıtlı yazdım ve konuştum. 1968’den beri, ‘sosyalist’ devinimlerin etkin olarak çalışma sürdürdüğü bir dönemin içinden geliyorum. Kendilerine sosyalist diyen kişi, küme ve partilerin ne olduğunu ya da ne olmadığını, daha da önemlisi sosyalizmin ne olduğunu biliyorum. Sosyalistlerin (en yetersizi dahil) en azından ekonomi ve politika alanlarında, toplumun ortalama düzeyinin üzerinde olması gerektiğine inanıyorum. Ancak, kendisini sosyalist sayanların yarı–cahil kişiler olarak, Türk halkına bilerek ya da bilmeyerek büyük zararlar verdiğini de biliyorum. Yaşantım, düşünceye sınır getirmeye çalışan baskıcı yöntemlere karşı savaşımla geçti. Bunları senin bilmemen olağan, ancak “sosyalistlere baskı uygulanmasını istediğimi” söylersen, bu savı nereye dayandırdığını göstermek zorundasın. Bu yapılmadığında eleştiri denilen davranış, dayanaksız suçlama ve karalamadan başka bir şey olmaz.

Hakkımdaki kanıya, Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet döneminde (1938’e dek), ‘sosyalist’ partilerin çalışmasına izin verilmemesi ve üyelerinin tutuklanması neden olmuşsa bunun ne anlama geldiğini, Kemalizmin ulusal birlik anlayışını açıklarken dile getirmiştim. Yalnızca ‘sosyalist’ devinime değil, devrime uyum göstermeyen tüm örgütlü karşıtçılığa baskı uygulanmıştır. Bu doğrudur. Ancak, bu yapılırken karşıtçı örgütlere bağlı insanlar tek tek kazanılmaya çalışılmıştır. İttihatçılar, Çerkez Ethem, mollalar, sosyalistler, ayan ve eşraf; devrime katılmaya çalışılmıştır. Yokluk ve yoksulluk içinde, kadrosuz, örgütsüz, parasız ve donanımsız koşullar altında anti–emperyalist bir savaş vermek, tüm karar ve uygulama yetkilerinin yani tüm iktidarın merkezi bir istenç (irade) çevresinde toplanmasını gerekli kılar. Bu başarılmadan devrimin gerçekleştirilmesi mümkün değildir. Örgütlü savaşım geleneği olmayan, geri ve eğitimsiz bir toplumda (1919), bir biriyle didişme durumundaki siyasi kümelere izin vermek, devrimi baştan yok etmek demektir. (1970’li yıllarda kırkın üzerinde ‘sosyalist’ parti ve küme vardı ve bunlar birbirlerini öldürüyorlardı. Hatırlatırım.)

Kemalizmin başarısı, ulusal birliği sağlama becerisinde yatmaktadır. 1919–1938 dönemi; işbirlikçilere, gericilere, ayrılıkçılara ve bilerek ya da bilmeyerek ulusal birliğe zarar veren unsurlara karşı “baskının”; halk için demokrasinin geçerli olduğu bir dönemdir. Bu dönem, iktidar olanaklarının tümünün halkın ve ulusun gelişmesine ayrıldığı bir dönemdir. Türk halkı ya da ‘sosyalist’ devinimler gerçek baskının ne olduğunu, Kemalizmden geri dönüşün başladığı ve sürdüğü, İnönü’nün tek şefliğinde, Menderes döneminde ve 1971 muhtırasında ve özellikle 1980 darbesinde göreceklerdir.

Kitabı yazarken, hiçbir önyargının etkisinde kalmadan, hiçbir tabu tanımadan yoğun ve kararlı bir eleştirel anlayış içinde olmaya çalıştım; kişisel inançlarımı, öngörülerimi ve geçmişten gelen önceliklerimi bir kenara bıraktım, yani nesnel olmaya çalıştım. Kemalizmi, yüceltmek ona, olmadığı nitelikler yüklemek, yaymaca (propaganda) yapmak gibi bir niyetim olmadı. Altı yıl süren araştırma süresinde hep sorgulayıcı oldum. Ancak, Atatürk’ün toplumsal gelişim ve devrimci uygulamalar açısından sonucu belirleyecek bir yanlışını bulamadım. Bulan varsa öğrenmek isterim.

“Nesnel olmayan sosyalistlere baskıyı meşru gördüğüm” yönündeki yargını, eleştiri olarak kabul etmem olanaksız. Neredeyse yaşamım boyunca ve elimden geldiğince her türlü baskı ve yeğinliğe karşı çıktım, bu yönde savaşım verdim. Böyle bir kanıya nasıl vardın anlayamadım. Particiliğin, ulusal birlik anlayışına uyumsuz ideolojik yapılanmaların, çeteciliğin ya da kişiselliğe dayalı politik kümelerin, kurumsal olarak Kurtuluş Savaşı’na alınmamasından, bunlara baskı uygulandığı sonucunu çıkarıyorsan, önemli bir yanlışa düşüyorsun demektir. Mustafa Kemal'in saptayıp uyguladığı bu tutum, stratejik bir başarıdır ve Kurtuluş Savaşı’nın yengiyle sonuçlanmasını sağlamıştır.

Nazım Hikmet

Bu arada Nazım Hikmet’ten bu bölümde söz ettiğin için, onun hakkında da kimi bilgiler vereyim. Nazım Hikmet’in şairliği ve uğradığı haksızlıklara değinmeyeceğim. Bu konularda aynı kanıda olduğumuzu sanıyorum. Çünkü bu konular herkesin görebileceği kadar açık. Nazım Hikmet’i, kendi ülkesinde Ulusal Kurtuluş Savaşı verilirken, Milli Eğitim Bakanlığı’nın çok sınırlı bütçesine karşın öğretmen olarak atanmasını, ancak okulu bırakıp “devrimi yaşamak için” Rusya’ya gitmesini eleştirmeyeceğim. Bu davranış bence kabul edilemez. Nazım Hikmet’in, politik olarak kabul edilmesi olanaksız, sekter ve tutarsız davranışları vardır; ülkenin gerçeklerinden kopuktur; hiçbir zaman iyi bir örgüt adamı olamamıştır. Sıkıdüzene (disiplin) gelmeyen alışkanlıkları vardı. İyi bir örgüt adamı değildi ama iyi (hem de çok iyi) bir şairdi, bir sanat adamıydı.

Kadrosuzluk ve eğitimli adam eksikliğiyle kıvranan Cumhuriyet Yönetimi (1938’e dek); Türk Devrimi’nin ilke ve ereklerini kavrayamayan ya da karşıtçılık (muhalefet) yapan tüm aydınları olduğu gibi, Nazım Hikmet’i de kazanmaya çalışmıştır. İçişleri Bakanı Şükrü Kaya ve Emniyet Genel Müdürü Şükrü Sökmensüer, Şevket Süreyya ve Sadri Erten’in de katıldığı toplantılarda, Nazım Hikmet’i Cumhuriyet ilkeleri yönünde ve herhangi bir kısıtlamaya bağlı olmadan çalışmaya ikna etmek için uğraşmışlardır.

Bu davranış biçimi, Atatürk döneminde, Cumhuriyet’in güçlenmesine katkı koyacak hemen tüm karşıtçılara uygulanmış ve devlet kadroları aydınlara açık tutulmuştur. 1928’de İlköğretim Genel Müdürlüğü’ne atanan Şevket Süreyya Aydemir, Komünist Parti üyeliğinden tutuklanmış ve Afyon Cezaevi’nden Ankara’ya gönderdiği eğitimle ilgili yazanaklar (raporlar) olumlu bulunarak, çıktığında bu göreve atanmıştı. Senin dediğin gibi, “Atatürk kendisi gibi düşünmeyenleri ezmemiştir” (Bu konuda Arı İnan’ın “Tarihe tanıklık Edenler” kitabını okuyabilirsin). İnönü döneminde ya da şimdi, bir komünistle görüşüp onu kazanmaya çalışan bir Emniyet Genel Müdürü ya da İçişleri Bakanı düşünebiliyor musun?

Şevket Süreyya' nın Tanıklığı

Moskova’da Nazım Hikmet’le aynı okulda okuyan Şevket Süreyya, onun için şunları yazıyor: “Nazım’ın durumunu uzaktan iyi, tehlikeli görüyordum. Nazım iki şeyden anlamaz. Biri paradan anlamaz, ikincisi arkadaştan anlamaz. İstanbul’da bir takım fuzuli, Babıali’yi dolduran samimi olmayan insanlarla haşır neşir. Halbuki fena günlere gidiyoruz. (1937) Nazım’ın tevkifi söz konusu. Atatürk hasta. Fevzi Çakmak Nazım’a kancayı takmış. Oysa, Nazım çok temiz bir insan, her söylenene inanıyor. İstanbul’da Zekeriya Sertel ve Vala Nurettin’in evlerinde görüşüyor, durumları anlatıyordum. Ancak, Nazım hala gerçeklerin dışındaydı. Büyük şair ama gökte uçan bir şair. Türkiye hakkında herhangi bir bilgisi yok; rakamlardan anlamaz, memleketin gerçek koşullarını tanımaz. Ancak, büyük bir şair. Çankaya’daki evimde yemek verdim Sadri Etem, İsmail Hüsrev ve Emniyet Genel Müdürü Şükrü Sekmensüer yemeğe katıldılar. Nazım şiirler okudu. İspanya İç Savaşı’nı ve güncel olayları konuştuk. Nazım, Emniyet Genel Müdürü’nü hiç böyle tasavvur etmiyordu, çok büyük bir kaynaşma oldu. O gece Türkiye, Türkiye sorunları ve Nazım’ın problemleri açık olarak ortaya kondu. Nazım’a, İstanbul’da kalma Ankara’ya gel dedim. Savaş yaklaşıyor, hükümet tedirgin ve herşeye fazla hassas. Halkevinde çalışabilir örneğin tercüme yapabilirsin. Ne istersen, ne yazarsan yaz. Tercüme başına ikibin lira alırsın bu senin finansmanını sağlar. Anadolu’yu dolaşır halkın durumunu görüp sorunlarını işlersin. Amacımız, seni bu toprağa bağlamaktır. Bu toprağa bağlanacağız, bu toprağın sorunlarına eğileceğiz. Bu ülkeyi yöneten insanlarla seni tanıştıracağız. Nazım Hikmet bunları kabul etti, bunu böyle yapalım dedi. Ertesi gün, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’da Nazımla görüştü. Ancak, Nazım İstanbul’a gitti ve bilinen olaylar oldu.” (Arı İnan–Tarihe Tanıklık Edenler, Çağdaş Yay. Sf.232–236)

Bu uzun alıntıyı buraya almamın nedeni, kadro eksikliğiyle kıvranan Cumhuriyet yönetiminin Atatürk döneminde; karşıtçılara yönelik tutumunu anlatabilmektir. Bu tutum, yalnızca Nazım Hikmet’e karşı takınılmamıştır, Kurtuluş Savaşı ve devrimler döneminin tümünde geçerli olan temel yaklaşım biçimidir. Kemalizm, kendi dışında oluşan siyasi kümelerin içinde yer alan insanların tümünü, Devrim önderliğinin uygulamakta olduğu stratejiye uymak koşuluyla, Devrim’e katmaya çalışmıştır. Bu tutum, kümeler arasında bir bağlaşma (ittifak) anlaşması değildir; değişik küme ve siyasetten insanın tek tek Devrim’e kazanılma çabasıdır. Ulusal birliğin ve Devrimi gerçekleştirecek yetkenin (otorite) sağlanmasında bundan başka bir yol da yoktu.

“Tarihsel Meteryalizm ve Düşünceci (İdealist) Bir Bakış” Eleştirisi

Bu bölümde; “Marks’ın tarihi materyalist tarih anlayışını benimsemediğimi; bu anlayışı, Rus ve Türk Devrimi’nde bu yöntemi uygulayamadığımı ve geri dönüşü Atatürk’ün ölümüne bağlayarak düşünceciliğe (varlığı düşünceye indirgeyen öğretilerin genel adı) düştüğümü; görüşlerimin kadrocuların görüşlerine benzediğini; oysa Kadro deviniminin bizzat Atatürk tarafından tasfiye edildiğini; Atatürk’ün, Kadro deviniminin düşüncelerini beğenmediğini, Bayar ve İnönü gibi yetersiz kişilere yetki verdiğini; bu davranışın Atatürk’ün yetersizliğini gösterdiğini” yazıyorsun.

Marksizmin ne olduğunu bilmeyen kimi kesimlerden, Marks’ın tarih anlayışından etkilendiğim(!) konusunda eleştiri almıştım. Ancak, “Marks’ın meteryalist tarih anlayışını benimsemediğime” yönelik ilk eleştiriyi senden aldım. Ne demeliyim? Kitabın kendisi ve orada kullanılan yöntem ortada duruyor. Bu eleştiriye yanıt, sanırım kitabın kendisidir. Burada şunu söylemeliyim; senin değerlendirmene göre, “yeterince benimseyememiş!” olsam da ben, özdekçi (materyalist) tarih anlayışını bilmeyen bir kişinin, dünyayı ve yaşamı anlayamayacağına ve hiçbir alanda başarılı olamayacağını düşünen bir kişiyim. Ayrıca şunu anımsatmak isterim: Marks, Batı toplumunu (Doğu toplumlarını değil) incelemiş, incelemelerinde tarihi özdekçi yöntemi kullanmıştır. Üstelik, tarihi materyalist olarak tanımlanan tarih felsefesi, yalnızca Marks tarafından kullanılan bir yöntem değildir. Farabi’den İbn-Haldun’a, İbn Rüşt’den Biruni’ye dek birçok Doğulu bilim adamı, üstelik bin yıl önce bu yöntemi kullanmışlardır. Atatürk’ün tarih anlayışı, toplumsal olaylara yaklaşım biçimini incelersen, aynı sonuçla karşılaşırsın.

Geri dönüşü Atatürk’ün ölümüne bağlamam düşünceciliğe düşmek değil tam tersi gerçeklere ve belgelere dayanıyor olmamdandır. Geçmişten etkilenen ve geleceğe yön veren toplumsal dönüşüm dönemleri (devrim dönemleri) birbirine bağlı süreçler dizisinin bir ürünü olarak ortaya çıkar; yapay aşamalar değil birbiriyle ilişkili süreçlerin ürünüdür; olaylar ve etkileri birbirinden saltık (mutlak) ve değişmez çizgilerle ayrılamaz. Genel yöneliş ve gelişme devamlı sürmekle birlikte dönemsel geri dönüşler, gerilemeler her zaman olanaklıdır. Fransız Devrimi’nden sonra beş yeni cumhuriyet dönemi yaşandı. İmparatorluk geri geldi, sonra yine ortadan kalktı. 1830 ve 1848 Devrimleri yaşandı. Paris Komünü ortaya çıktı Napolyon kendisini İmparator ilan etti. Fransız Devrimi’nin gerçekleştirdiği toplumsal dönüşümün yol açtığı siyasi değişiklikleri ve ortaya çıkan geri dönüşleri inceleyen Marks da düşünceci bir davranış içine mi giriyordu? Sosyalist savaşımın ve işçi sınıfının bugünkü durgunluğunu nasıl açıklıyorsun?

Toplumsal dönüşüm ve devrim, düz bir süreç değildir, gelgitleri vardır. Devrimin ortaya çıkması ve varlığını sürdürmesi için yalnızca nesnel koşulların oluşması yetmez. Bu gereklidir ancak bununla birlikte, toplumsal dönüşüm için insan eylemine (öznelliğe) gereksinim vardır. Doğal süreci içinde gelişen evrimsel ya da devrimsel süreçler, insan karışması (müdahalesi) olmadan tek başına, toplumsal bir dönüşüm sağlayamaz. Nesnel gelişim, kendi niteliğine uygun bilinci yaratır, bu bilinç nesnel olgunluğa ulaşmış dönüşümleri sağlar. Yani insanlar, güneşin doğuş ya da batışını bekler gibi, nesnellik adına devrimi beklemezler; amaç için çalışıp kendilerini olası bir devrim durumuna hazırlarlar. Toplumsal dönüşümler için nesnel olgunlaşma gerek fakat yetmez şarttır; yetmezliğin insan eylemiyle giderilmesi gerekir.

Gözün Gördüğü Gerçek

Kemalist dönüşümler, bu genel gerçekler ışığında ele alındığında şu sonuç ortaya çıkar; Kemalist devinim, Türk toplumunda oluşan ulusal uyanış ve değişim birikimine uygun hareket etmiş yani nesnel davranmıştır. Yarattığı örgütlenme ve eylem, toplumsal gerçekliğe uygun olduğu için başarılı olmuştur. Kendinden sonraki geri dönüş, hemen tüm toplumsal dönüşüm süreçlerinde görülen dönemsel geri dönüşlerdir. Açık olan gerçek, Kemalist kadronun O’nun ölümünden sonra yönetimden uzaklaştırılmış olmasıdır.

Marks’ın tarih anlayışı ve Kemalizmin somut gerçekliği ortadayken, geri dönüş sürecinin Atatürk’ün ölümünden sonra başladığını söylemek, nasıl olur da düşünceci bir davranış olur? Devrimleri ve geri dönüş sürecini belgeleriyle ortaya koymak neden düşüncecilik oluyor? Gerçekte bu savı ileri sürmek düşüncecilik değil midir?

Geri dönüş sürecinin Atatürk’ün ölümünden sonra başladığını ileri sürmemi düşünceci tarih anlayışına sahip olmamın bir kanıtı olarak ileri sürerken; “Aynı kadrocular gibi düşündüğümü, oysa Atatürk’ün Kadrocuları tasfiye ettiğini, Karaosmanoğlu’nu sürgüne yolladığını, İnönü ve Celal Bayar gibi kişilere görev verdiğini”, söylüyorsun. Bu görevlendirmenin, “İnönü ve Bayar gibi kişilerin, Atatürk’ün sahip olduğu liberal ideolojiye sahip olduğu için yapıldığını yani geri dönüş diye bir olayın yaşanmadığını çünkü Atatürk dönemi uygulamalarının, sonraki uygulamalarla aynı niteliğe sahip olduğunu” ileri sürüyorsun.

Atatürk, İnönü ve Celal Bayar hakkındaki saptama ve yargılarım, 1938 öncesi ve sonrası uygulamaların niteliği hakkındaki görüşlerim kitapta belge ve kanıtlarıyla bulunmaktadır. Bu nedenle konuya burada ayrıca değinmiyorum. Ancak şunu belirtmeliyim; Atatürk ile İnönü ya da Bayar arasında, düşünsel düzey, toplum ve tarih bilinci ve örgütlü savaşım açısından kıyaslanamayacak denli bir ayrım vardır. Atatürk, her şeyden önce bir devrimcidir. Sürekli devrimi, yaşamı boyunca uygulamış bir devrimci.

Kadrocular

Görüşlerimin kadrocuların görüşleriyle uyuşması beni rahatsız etmez. Gerçi kadrocular, hem komünist hem de faşist olmakla suçlandı ancak bu suçlamalar, kuşkusuz temelsiz ve düzeysiz yakıştırmalardı. Seksen yıl araya karşın görüşler örtüşüyorsa, konuyu ele alanlar bilimsel verilere ve somut gerçeklere dayanarak olayı belgeleriyle ortaya koyuyorsa, bunu yapan insanların aynı yerde buluşması son derece olağandır. Ayrıca, ileri sürülen görüşler, düşünsel düzeyde hala konu oluyorsa, bu Kemalizmin güncelliğini yitirmemiş olduğunu gösteren bir sonuçtur.

Kadrocuları, Atatürk’ün dağıttığını ve Kadro Dergisi’nin sahibi olan Karaosmanoğlu’nu cezalandırarak sürgüne yolladığını yazıyorsun. Atatürk’le ilgili konuları ele alırken; yetersizliği ve yanlışlığı alışkanlık durumuna getirmede, olayları ortaya çıktığı koşullardan koparmada ve yüzeysel dayanaklarla kesin yargılara varmada şaşırtıcı bir başarı(!) sağlıyorsun. Bu eğilim ilginçtir, yalnızca sende değil, geniş bir ‘sosyalist’ kesimde yerleşik bir tutum durumundadır. Bunun bir nedeni olmalıdır ve kuşkusuz vardır.

Kadrocularla ilgili yargılarına temel oluşturan düşünceleri, dipnot olarak verdiğin Şişmanov (Türkiye’de İşçi ve Sosyalist Hareketi) adlı bir kişiden edindiğin anlaşılıyor. Eleştiri yazında; H.Gülalp (Capitalism and the Modern State), Erik Jan Zürcher (Milli Mücadele İttihatçılık) gibi insanlardan alıntılar yapıyorsun. Kim bu adamlar? Görüşlerine değer verdiğin bu kişilerin yazılarını, eleştirel bir gözle okumadın mı? Bu insanların yazdıklarının, bilimsel anlamda herhangi bir değeri olmadığını, öz olarak yalana ve yanlışa dayandığını, Atatürk’ü karalamaya yönelik politik amaçlı yazılar olduğunu göremiyor musun? Bir düşünce ve eylemi incelerken; önce kendi kaynağından, belgelerden ve oluştuğu ortamın özelliklerinden hareket ederek ele almak; eleştiri süzgecinden geçirerek başka kaynak ve değerlendirmelere (yandaş ya da karşıt) yönelmek doğru olan bilimsel davranış değil midir? Bir olayın ya da ideolojinin kendisini öğrenmeden eleştirisini okumak, bu eleştiriden eleştirilen hakkında bilgi edinmek kabul edilebilir bir davranış olabilir mi?

Nutuk’u, ‘Söylev ve Demeçleri’ ya da ‘Atatürk’ün Bütün Eserlerini’ okudun mu? Marksizm, Marks’ı okumadan ‘marksist’ olanlardan çok çekmiştir. Marks’ın eserlerinin tamamlanmamışlığının yanısıra uğradığı en büyük talihsizlik, yaygınlaşmasının bedeli olarak ödemek zorunda kaldığı çarpıtmalardır. Bu yüzden tüm sosyalistlerin kendilerini “marksist” olarak adlandırdıkları bir dönemde Marks, bu konuda duyduğu rahatsızlığı, “bütün bildiğim benim bir marksist olmadığımdır” demiştir. (Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi)

Kemalizm de, Kemalizmi bilmeden ‘Atatürkçü’ olanlardan çok ‘çekmiştir’. Bu çarpık duruma tepki gösteren Nadir Nadi bildiğin gibi “Ben Atatürkçü değilim” diye kitap yazmıştı. Bunu, senin ya da alıntı yaptığın insanlar için söylemiyorum. Sizlerin Kemalist olma gibi bir savınız yok. Ancak, sevgili Evren, Kemalizmi incelemeden (ya da yeterince incelemeden) H.Gülalp ya da E.J.Zürcher gibi insanların; gerçeklere uymayan ve gerçekleri çarpıtmaya yönelik bilim dışı yayınlarını veri almak sence bilimsel bir yöntem olabilir mi? Bu Kemalizme yapılan bir haksızlık değil midir? Bu tavır, senin gibi gerçeği yakalamaya çalışan genç bir aydının kendine yaptığı bir kötülük sayılmaz mı?

Kadrocular Ne Diyor

Kadro Dergisi ile Atatürk arasındaki ilişki konusunda bir çok doğru ya da yanlış yayın vardır. Bu konuda sağlıklı bilgi edinmen için, Kemalizmi inceleyerek öncelikle Kadro Hareketi içinde yer alan insanların yazdıklarını okumalısın. Türkiye’de 1923–1938 arasındaki bütün tartışmalara Atatürk’ün karar verdiğini yazıyorsun, ancak daha sonra Atatürk’ün (sana göre) izin verdiği ve kendisini yücelten bir yayına son vererek yazarlarını cezalandırdığını söylüyorsun. Düştüğün çelişkiye fazla önem vermesem de, (bunları bilgi düzeyini arttırarak aşabilirsin) H.Gülalp ya da E.J.Zürchen gibi insanlardan etkilenmiş olmana önem veriyorum. Bu olumsuzluğu, incelediğin konunun kendi kaynaklarını esas alarak aşabilirsin.

Atatürk’ün Kadro yayınlarından “hoşlanmadığı” ve dergiyi kapatarak “yöneticilerini cezalandırdığı” konusundaki yargına en iyi yanıt, doğal olarak kadrocuların kendi değerlendirmeleri olabilir. Kadro Hareketi’nin önde gelen ismi Şevket Süreyya Aydemir, bu konuda şunları söylemektedir: “Atatürk’ün ideolojisi inkılabımızın ideolojisidir. Kadro yayınlarında biz bu ideolojiyi savunduk. Yayınlarımızda Atatürk’ü hiçbir zaman putlaştırmadık; bir insan putlaştığında ölür dedik. Nitekim tüm Kadro yayınında Atatürk’ün adı geçmez ‘İnkılap ve Kadro’ kitabında Atatürk’ün hiç ismi yoktur. Bunu bizim aleyhimizde bir koz olarak Atatürk’e fitneleyenler olmuştur. Ama Atatürk onların ölçülerine göre bir insan değildi ve fitnecilere şunları söylemişti; ‘İsmim elbette olmayacaktır, çünkü kadrocular beni değil eserimi yazıyorlar’. Kadro’yu bütün hücumlara karşın, sonuna dek Atatürk’ün manevi gölgesi altında ve tam bir özgürlük içinde dilediğimiz gibi yayınladık.” (Arı İnan –Çağdaş Yayınları sf.254)

Atatürk’ün; Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Şevket Süreyya Aydemir gibi kadrocular yerine neden İnönü ve Celal Bayar’ı seçti diye soruyorsun. Bu soru doğru bir soru değildir. Kadrocular değişik görevleri olan aydınlardı. Oysa İnönü ve Celal Bayar ise üst düzey devlet görevlileriydi. Çalışma alanları ayrımlıydı. Atatürk, yaptığı tüm işleri son derece yetersiz bir kadro ile gerçekleştirmiştir. “Ben mollalarla devrim yaptım, adam mı vardı?” sözleri bu konudaki sıkıntısını ortaya koymaktadır. Buyruğu altında çalıştırdığı insanların niteliğini, zaaflarını ve yeteneklerini son derece iyi bilir, onları ve yapılan işleri dolaysız bir biçimde izlerdi. Altındaki yönetici kadrolar yetersizdiler ancak denetim altında tutularak görevlendirilmiş ve yapılacak işlere yönlendirilmişlerdi. Bunlar iyi ya da kötü, yeterli ya da yetersizdirler ancak sonuçta devletin üst kadrolarında var olan siyasi yöneticilerdi. Bunları, senin tanımınla “bilim adamları” ve “edebiyatçılar” ile karıştırmamak gerekir. Elmalarla armutları karıştırmamalıyız.

Materyalist Bir Yaklaşım Bölümü

Bu bölümde, H.Gülalp ve Avcıoğlu’ndan yaptığın aktarmalarla bir kısım doğruyla yanlışı bir birine karıştırıyor ve karmaşık bir düşünsel zemin oluşturuyorsun. H.Gülalp’in görüşleri “ele alınmaya değmeyecek” denli ilkel bir kuramsal düzeyi içermektedir. Düzeysizliğin, planlı ve kasıtlı bir amacı olduğu, özellikle H.Gülalp ve E.J.Zurcher’ın yazılarında açıkça görülmektedir. Bunlar, yüzlerce benzeri gibi Batı Avrupa toplumlarının incelenmesine dayanan kuram ve terminolojiyi, kasıtlı bir biçimde, Türk toplumu üzerinde aynen uygulamakta ve kavram kargaşası yaratarak aydınlarımızın gerçekleri görememelerine çalışmaktadırlar. Bu çabanın kökleri eskiye gitmektedir ve toplumun kendini tanımasını önlemeye yöneliktir. Atatürk’e kadar Türk tarihini anlatan bir tek kaynak yoktu.

Türkiye’yi Batı terminolojisiyle inceleme hastalığı, 1960’dan sonra yayılan ‘sosyalist’ küme ve partiler içinde yaygındı. 20.yüzyıl başında 10 milyon nüfuslu, yüzde 90’ı köylerde kapalı birimler halinde yaşayan, burjuvazi ve proleterya gibi sınıfların ortaya çıkmadığı, göçerliğin varlığını sürdürdüğü bir Doğu toplumunun; sanayileşmiş ve emperyalizme ulaşmış Batı Avrupa toplumlarının ölçüleriyle incelemek bilimsel bir ilkellik değilse, kafaları karıştırmaya yönelik bir davranıştan başka bir şey olamaz.

Bu bölümde dile getirdiğim eleştirilerine yanıtlar; 1.Cilt 344.sayfa (Ekonomik Kalkınma, Temel Belirlemeler), 383.sayfa (1923–1938 Cumhuriyet Ekonomisi), 389. sayfa (Göçmen ve İskan Sorunları), 392. sayfa (Köylülük ve Tarım Sorunları), 396.sayfa (İmar, bayındırlık ve Ulaşım), 408.sayfa (Sanayileşme Atılımları), 419.sayfa (Devlet Maliyesi ve Para Politikası) bölümlerinde yeterince vardır. Daha dikkatli okursan eleştirilerinin yanıtını orada bulabileceksin. Ancak, bence Türk ‘Sosyalist’ deviniminin büyük zarar gördüğü, öykünmecilik (taklitçilik), aktarmacılık ya da şablonculuk diye tanımlanan dışarda üretilmiş kuramsal yapıtları aynen kendi ülkene uygulama hastalığından kesinlikle kurtulmalısın. Türk tarihini incelersen, örneğin feodalizm olarak ifade edilen tanımın Türkiye’de Batıdakinden çok ayrımlı olduğunu göreceksin. Batı Roma İmparatorluğu’nda üretim biçimi durumuna getirilen, kalıntıları Avrupa ve Amerika’da 20.yüzyıla dek süren köleciliği, Türk toplumunda göremezsin. Batı, köleciliği toplum içine sokmakla; yeğinliği (şiddeti), nefreti, toplu öldürmeleri ve çıkar için sınır tanımamayı, toplumsal yaşamın öğeleri durumuna getirmiştir. Türklerde böyle bir sınıf çatışması yaşanmamıştır.

Sınıfsal Çözümleme

Türk Toplumu’nun özgün yapısını Marks görmüştü. ‘Asya Tipi Üretim Biçimi’ olarak tanımladığı, ancak yarım kalan araştırması, Türk toplum yapısının dikkatini çeken özgünlüğü nedeniyle ilerlemiş yaşına karşın Türkçe öğrenmesi ve “Toprak mülkiyetinin özelliği nedeniyle Türk köylüsünün yakın gelecekte demokratik bir işleve sahip olacağını” söylemesi bundandır. Marks, 1854 yılında şunları söylemişti: “Bu gidişle Türkler Avrupa’da tutunamayacaklardır. Ama ne yapılırsa yapılsın Türk devleti ortadan kaldırılamayacaktır. Türkler, belki birgün Anadolu içlerine kadar sürükleneceklerdir. Fakat onlar, gerçek varlıklarını orada bulacaklar ve yeniden güçlü bir Türk devleti kuracaklardır.” (Tan, 26.07.1935 Mahmut Esat Bozkurt) Marks bunları yazarken, Türkiye’de bu konulara kafa yoran tek bir kişi bulunmuyordu.

Sınıf çelişkisi, insanlığın avcılık ve hayvancılıktan, tarımı bulup yerleşik yaşama geçişinden bugüne dek, tüm toplumlarda vardır ve sınıf çelişkisi olmayan bir toplum olamaz; çelişkinin ortaya çıkışı, gelişimi, yaygınlığı, yeğinliği ve sönümü değişir ancak bu gerçek değişmez. Mustafa Kemal’in Eskişehir ve İzmit konuşmalarında dile getirdiği sınıfsal çözümleme incelenirse, o dönemdeki Türk toplumunun sınıfsal yapısının tam olarak ortaya konulduğu görülecektir. Bu çözümlemeyi hemen hiçbir ‘sosyalist’ yapamazken, 42 yaşında bir generalin yapması gerçekten şaşırtıcıdır. Orada söylenen ve sen dahil pek çok ‘sosyalist’in itiraz ettiği; Türk toplumunda sınıfsal çelişkilerin çatışmaya yönelen bir duruma ulaşmadığı, nüfusun yüzde 90’a yakınının gerilik ve yoksulluk içinde köylerde yaşadığı, ülke topraklarının çok azının işlendiği, ülkenin tüm olarak yabancı ülkelerin sömürüsü altında olduğudur. Mustafa Kemal bunları uzun uzun anlatırken, sınıfsal değil ulusal bir izlenceyi ortaya koymaktadır. Bu yaklaşım, o dönemde hiçbir ‘sosyalist’ kuramcının göremediği ve Kemalizmi 20.yüzyıl boyunca güncel kılan nedenlerden biridir.

Emperyalizmin sömürüsü altındaki bir ülkenin başarıya ulaşmasının tek yolu, ulusal bağımsızlığı temel alan bir savaşımı yürütmektir. Kemalizm Türkiye’de bunu yapmıştır. Türkiye’de yapılanlar sana yeterli gelmiyorsa, Çin, ya da Vietnam devrimlerini, bu ülkelerin günümüzdeki yönelişlerini, bugünkü uygulamalarını izlemelisin. Bunu yaparsan, Mustafa Kemal’in 20.yüzyıl başlarında eriştiği düzeyi görebilirsin.

Dayanaksız Savlar

Sınıfsal irdelemeyi ele aldığın bu bölümde, hangi belgeye dayandığın bilinmez ancak akıl dışı bir yaklaşımla; “Atatürk’ü Samsun’a İttihat ve Terakki’nin Karakol örgütünün gönderdiğini” söylüyorsun. (Sanırım E.J.Zürcher’den öğrenmişsin) Oysa, İttihat ve Terakki Atatürk’e o denli karşıydı ki, onu öldürmeyi iki kez denemişti.

Aynı bölümde; “Atatürk’ün banka kuracak kadar büyük bir sermayeye ve 7 adet çiftliğe sahip olduğunu”; “Atatürk’ün balolu, fraklı, bilardo masalı eğlenceye düşkünlüğünü” söylemen, üstelik bu söylemleri ‘bilimsel’ bir eleştirinin kanıtları olarak ileri sürmen sana ve senin eğitim düzeyine yakışmıyor. Bu tür söylemlerle Türkiye’nin “sınıfsal tahlili” yapılabilir mi? Atatürk’ü “serveti” nedeniyle suçlu ilan etmen, bu “serveti” devlete bırakmasının, suçunu azaltmayacağını söylemen, üstelik bu yaklaşımı Hüsamettin Özkan diye birini örnek göstererek yapman nasıl bir ruh halidir ben bunu anlayamadım.

Atatürk’ün Samsun’a nasıl gittiği öğrenilmek isteniyorsan, Nutuk’u açmak ve bu işi yapan insanın kendisinden öğrenmek yeterlidir. E.J.Zurcher’leri, H.Gülalp’ları incelemeye ve uzun araştırmalar yapmaya gerek yok sanırım. Ayrıca, önemli olan kimin göndermiş olduğu mu, yoksa neler yapıldığı mıdır? Birkaç yıl önce de Atatürk’ün Samsun’a küçük bir vapurla değil, transatlantik boyutunda bir gemiyle gittiği ortaya atılmış ve bu sav boyalı basında işlenmişti. Nelerle uğraşıldığı görülemiyor mu?

Atatürk’ün “çiftliklerle”, “balolarla” ne yapmak istediğini, kişisel olarak neyi göstermeye çalıştığını düşünmelisin. Eğitimli insanın çok az olduğu bir toplumda, insanlara her yönüyle örnek olmanın; örnek çiftçiliğin, modern hayvancılığın, bahçeciliğin, arıcılığın, uygar yaşamın, kadın erkek eşitliğinin vb. nasıl yapılması ya da ne olması gerektiğini gösterme çabaları nasıl olur da servet ya da eğlence düşkünlüğü olarak değerlendirilir?

Tecim (Ticaret) Sermayesi

H.Gülalp’den aldığın ve insanın içine sıkıntı veren alıntıların birinde, “Kurtuluş Savaşının, 1908 ikinci Meşrutiyet ile birlikte; Türklerin, ticaret sermayesini gayri-müslimlerin elinden alınması amacıyla yapıldığını” söylüyorsun. H.Gülalp’in ileri sürdüğü tezin elle tutulur bir yanı yok ancak dikkat edilmesi gereken sinsi bir amacı var. Kurtuluş Savaşı’nın nedenini, “Türklerin gayri–müslimlerin mallarına el koymaya” indirgerseniz, ezilen tüm uluslara örnek olan Türk Kurtuluş Savaşı’nı, anti–emperyalist bir olay olmaktan çıkarmış ve bu savaşı “gayri–müslimlerin” mallarını talan etmeye yönelen bir çapul hareketine döndürmüş olursunuz. Bu davranış, Batının Kemalizme 80 yıldır sürdürdüğü bakıştır. “Türkler barbardır”, “Kemalist eşkiyalar servet düşmanı bolşeviklerdir”, “Ankara’daki çapulcular” edebiyatı az mı yapıldı? Hala yapılmıyor mu? Sen bunu nasıl göremezsin? H.Gülalp, amacına yönelik o denli kötü bir “dayanak” bulmuş ki, aslında bir şey söylemeye pek gerek yok. Ancak onun, neyi, ne için yazdığı biliniyor. O önemli değil, önemli olan senin bu insana önem verip, onu kaynak olarak kullanman.

Kurtuluş Savaşı’nın Türk halkı tarafından hiçbir biçimde desteklenmediğini, savaşın dayandığı tek sınıfın ayan-eşraf sınıfı olduğunu söylüyorsun. Halkın katılmadığı bir savaş gerçekleşmiş olmasını ileri sürmen, üstelik savaşın kazanılmış olduğu da düşünülürse, dünya tarihinde örneği olmayan (ve olmayacak olan) yeni bir sav ileri sürmüş oluyorsun. Çünkü bildiğin gibi, insanlık tarihi boyunca halkın katılmadığı kazanılmış bir savaş yoktur ve olamaz. Savaş sözkonusu olduğunda ya halk kurtuluşunu sağlamak için doğrudan savaşa katılır ya da egemen sınıf, halkı savaşa sürer ve kendisini savaşın dışında tutar.

Eşraf ve ayan sınıfının Türk toplumunda egemen sınıf olduğunu söylüyorsun. Bu duruma göre, tarihte ilk kez halk savaşa katılmıyor ve egemen sınıf, doğrudan savaşa giriyor. Bu yargın bana Erich Maria Remarque’nin “Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok” romanını hatırlattı. 1.Dünya Savaşı’nın bitmez tükenmez siper savaşlarından bıkan Alman ve Fransız askerleri kaynaşıyorlar ve kendi aralarında şunu söylüyorlar: “Biz neden savaşıyoruz. Wilhelm (Alman İmparatoru) ile Clemenceau (Fransa Başbakanı) meydana çıkıp dövüşsünler. Kim yenerse o ülke kazansın”. Sevgili Evren, egemen sınıfların halkı katmadan yaptıkları bir savaş tarihte var mıdır? Halkın katılmadığı bir savaş olabilir mi? Halk olmadan savaş kazanmak olası mıdır?

Devletçilik

Yazında devletçiliği kapitalizm içi ve dışı olarak ikiye ayırıyor ve “1923–1930 arasındaki dönemin liberal kapitalizmin egemen olduğu bir süreç olduğunu, bu konuda totolojik bir davranış sergilediğini, 1920–1930 arasındaki hükümet programlarında sanayileşme ile ilgili olarak bir tek kelimenin bile bulunmadığını, gümrük politikasından söz edilmediğini, döneminin egemenlerinin komprador nitelikli tüccarlar ve ‘eşraf’ olduğunu ve Türk sanayisinin içsel ve dışsal etkilerin uyarısı ile gerçekleştirdiğini” söylüyorsun.

Devletçilik konusunda, bu denli uydurma bilgilerin yine, çok güven duyduğun H.Gülalp’e dayandığı açıkça belli oluyor ve bu nedenle kaba yanlışlıklar içeriyor.

Liberalizm, markantilizm ve sömürgecilikten geçerek Batı Avrupa’da beş yüz yılda oluşan ve kapitalizmin temelini oluşturan bir pazar işleyişidir. Liberal dönemde kentsoyluluk (burjuvazi) devrimci bir sınıftır. Gereksinimine uygun düşen ekonomik ve toplumsal dönüşümleri, gerek devrimci (Fransa) ve gerekse evrimci yöntemlerle (Almanya) gerçekleştirmiştir. Piyasa gerçekten serbesttir ve malın değerini üzerinde toplanmış insan emeği belirler. Sanayi üretimi ve pazarlamada eşit koşullu bir yarış (rekabet) vardır. Uzun bir geçmişe dayanan liberalizm, 18. ve 19.yüzyılda üst düzeyde gelişmiş ve Batı kapitalizminin özünü oluşturmuştur. Başlangıçta serbest yarışmaya dayanan liberalizm, yapısı ve işleyişi gereği, 19.yüzyıl sonlarında tekelciliğe ulaşmış ve 20.yüzyılda ortadan kalkarak, dünya ekonomisindeki yerini tekelciliğe bırakmıştır.

Türkiye'de Durum

1920–1930 Türkiye’sini liberal kapitalizmin egemen olduğu bir ülke olarak görmek, gerek liberalizmi ve gerekse Türkiye’yi bilmemek demektir. Büyük çoğunluğu el tezgahlarında ve küçük esnaf yanında çalışan çıraklardan oluşan yalnızca 76 bin işçinin olduğu (bunlara gerçekte işçi demek de olası değil), bir tek modern sanayi yatırımının bulunmadığı, bağlı olarak kentsoylu sınıfının oluşmadığı bir toplumda liberalizm nasıl egemen olabilir?

Devletçilik için “kapitalizm içi” ve “kapitalizm dışı” diye iki yeni tanım getiriyorsun. Buna fazla bir itirazım yok, ne demek istediğini anlıyorum. Bu ikili tanımı kapitalist ya da sosyalist devletçilik olarak ortaya koymak sanırım daha uygun olur. Batı kapitalizminde görülen devletçiliğe benzemeyen, ancak sosyalist de olmayan Kemalist devletçilik, üçüncü bir yoldur ve Türkiye’ye özgüdür. Mustafa Kemal buna “Devlet Sosyalizmi”, “Sosyal Hukuk Devleti” ya da “Ilımlı Devletçilik” demiştir. Atatürk, Türk devriminin yöneldiği kalkınma yolunun, ne “liberalizm” ne de “Batı’dan tercüme edilmiş sosyalist uygulamalar” olmadığını değişik yazı ve konuşmalarında dile getirmiştir.

Atatürk, devletçilik anlayışını şöyle açıklamıştır: “Büyük ve düzenli bir yönetimi gerekli kılan, özel girişim elinde tekelleşme tehlikesini gösteren ve genel ihtiyaçları karşılayan işleri devletin üzerine almasıdır. Madenlerin, ormanların, kanalların, demiryollarının, deniz taşımacığı şirketlerinin devlet tarafından yönetilmesi ve para ihraç eden bankaların millileştirilmesi, keza elektrik, su, havagazı v.b. işlerin mahalli idareler tarafından yapılması devletçiliğe ait işlerdir. Bu manada devletçilik sosyal, ahlaki ve ulusaldır.” (Afet İnan–Medeni Bilgiler ve Mustafa Kemal’in El Yazıları, TTK Yay. Sf.448) “Türkiye’nin uyguladığı devletçilik sistemi, 19. yüzyıldan beri sosyalist teorisyenlerin ileri sürdükleri düşüncelerden alınarak tercüme edilmiş bir sistem değildir... Türkiye’nin takip ettiği yol liberalizmden de başka bir yoldur.” (Uluğ İldemir, Sümerbank Dergisi Cilt VI, Sayı 29–1963; sf.138); “Toplumsal gelişmenin amacı, insanlar üzerinde eşitliği sağlamaktır. Dünya birliğe doğru yürümektedir. İnsanlar arasında sınıf, derece, ahlak, giyim, dil gibi ölçü farkları giderek azalmaktadır. Tarih yaşamak kavgasının din, ırk, kültür, eğitim ayrılıkları arasında olduğunu gösterir. Birliğe doğru yürüyüş barışa doğru yürüyüş demektir. Birer fikir akımı olarak ele aldığımız toplumsal ilişki teorilerini uygulamada, ‘sosyal kazanımlar’ adı altında toplamak mümkündür. Bu sosyal kazanımlara Devlet sosyalizmine yaklaşılarak varılabilir. (Afet İnan Mustafa Kemal’den Yazdıklarım, Kültür Bakanlığı Yay.Sf.107–108). Mustafa Kemal, devletçilik konusunda bunları söylüyordu.

Devletçiliğin, 1923’den sonra uygulamaya konmuş olduğunu ilk kez benden duyman çok doğal. Çünkü bunun böyle olduğunu ileri süren insan sayısı çok azdır. Güvenilirliklerine ve bilimsel düzeylerine saygı duyulan birçok insan bile devletçiliğin Türkiye’de, 1929 Dünya ekonomik bunalımının zorunlu sonucu olarak 1930’dan sonra uygulandığını söylemişlerdir. Belki yetersiz araştırma, belki de 30’dan sonra yoğunlaşan devletçilik bu yargıya neden olmuştur, nedenini bilemem ancak yaygınca ileri sürülen görüş budur.

Türkiye'deki Uygulama

İki önemli kesim, Kemalist devletçiliğe bilinçli ve kasıtlı bir önyargıyla yaklaşmış ve devletçiliği, devrimcilik ve halkçılık gibi Kemalizmin üzerinden atmak istemiştir. Bunların bir bölümü, bugün IMF politikalarının geçmişteki temsilcileri diyebileceğimiz; Terakki Perver Fırka, Demokrat Parti, Adalet Partisi, ANAP, AKP geleneğidir. Bunlar, devletçilik, devrimcilik ve halkçılık ilkelerini hiçbir zaman kabul etmemiş ve tanzimat ‘ekonomisinin’ uygulanmasını istemişlerdir. İkinci kesim, İnönü’nün yönetime gelmesiyle başlayan 2.Dünya Savaşı sonrasında hızlanan dışa bağımlılığı kabullenerek birinci kesime yakınlaşan CHP, 12 Mart, 12 Eylül, SHP ve Yeni CHP çizgisidir. Bunların tümünün, Kemalizmle herhangi bir ilişkisi kalmamıştır. Bugün var olan tüm partiler aynı yerde, IMF çizgisinde (Tanzimat çizgisi de denilebilir) buluşmuşlardır.

Kemalist devletçiliğin 1930 sonrasında zorunlu olarak girişilen bir tutum olmadığını bir ideolojik tercih olduğunu (Kemalist ideolojinin) ileri sürerken, devletçilik konusunda Atatürk’ün açıklamalarını ve 1930’a dek yapılan uygulamaları kitapta belge ve rakamlarla ortaya koymuştum. Bunları herhalde göremedin. İleri sürülen bir savın, kuşkusuz güvenilir kaynaklarla kanıtlanması gerekir; bunu yaptığımı sanıyorum. Burada belki kısaca bir iki noktayı dikkatine sunmakla yetineceğim.

Siyasi oluşumlar kendi ideolojisini süreç içinde oluşturur, olgunlaştırır ve dizge (sistem) durumuna getirir. Bildiğin gibi hiçbir düşünce ve eylem, bütünlüğü olan bir dizge olarak birdenbire ortaya çıkmaz. Özdeksel (maddi) koşullar düşünceyi, düşünce eylemi ve her ikisi birden ideolojiyi oluşturur. Bu oluşum için sürece gereksinim vardır.

Kemalizm, ülkenin toplumsal ve ekonomik sorunlarına daha savaş sürerken eğilmiştir. Sağlık, tecim, ulaşım, üretim, tarım gibi konularda 1920–22 arasında devlet eliyle somut işler yapılmıştır. Yol ıslahı, aşı üretimi ve uygulaması, sterilizasyon merkezleri kurulması, silah üretimi, eğitim işleri savaş içinde başlatılmıştır. Savaş biter bitmez toplanan İzmir İktisat Kongresi’nde; iş ve işçi sorunları, kadın işçiler, tecim ve sınayi girişimleri, sosyal güvenlik gibi konularda kararlar alınmış ve yapılabilecek işlerin tümünün tam bağımsızlıktan ödün vermeden gerçekleştirileceği açıklanmıştır.

Daha sonra özellikle İzmir ve İstanbul’da bulunan ve yabancıların elindeki kompador nitelikteki dış tecim üzerine vergiler getirilmiştir. Lozan’ın geçici de olsa kısıtlamalarına karşın gümrük korumacılığının ön uygulamaları başlatılmıştır. Üstelik ülkede hemen hiçbir şey üretilmezken. Şeyh Sait isyanı ve arkasından Terakki Perver Serbest Fırka Hareketi (Bu partinin ekonomik görüşleri kitapta var, bir kez daha bakmanı öneririm) yapılmak istenenlerin ertelenmesine neden olmuştur. Ayrıca 1924-1930 arasında Saltanat ve hilafetin kaldırılması eğitimin birliği, okuma yazma atılımı, Latin alfabesine geçiş, Medeni Kanun, kılık kıyafet, hukuksal dönüşümler gibi kapsamlı dönüşümler gerçekleştirilmiştir.

Tüm bunlar yapılırken devletçi uygulamalar yoksunluklara karşın bilinçli ve kararlı bir yaklaşımla gündemde tutulmuştur. Mustafa Kemal, 1 Mart 1922’de (1930’dan 8 yıl önce) Meclisi açılış konuşmasında şunları söylemiştir: “Ekonomi politikamızın önemli amaçlarından biri; toplumun genel faydasını doğrudan doğruya ilgilendirecek kuruluşlar ile ekonomik alandaki özel girişimleri, mali ve teknik gücümüzün ölçülerine uygun olarak devletleştirmektir. Memleketin, tarım ve tarım endüstrisine bağlı olan ve zamana bağlı istekleri, örneğin dokuma sanayinin korunması, bölgelerde kurulacak diğer endüstri dallarının her bakımdan geliştirilmesi önemle göz önünde bulundurulacaktır. Ekonomi Bakanlığımızın bir yıl içinde yapış olduğu işler sizlere açıklamış bulunduğum bu görüşler altında yapılmıştır. Yine bu işler arasında, çalışanların yaşam düzeylerinin yükseltilmesini sağlayacak olan Zonguldak İşçi Kanunu; Anadolu’da genel taşıma işlerini kolaylaştırmak için otomobil ve kamyon işleteceklere gerekli izinleri veren yönetmelik; cephelerdeki asker ailelerine yardım esaslarını da içine alan tarım muhalefeti yönetmeliği; Meclisçe kabul edilen tohumluk dağıtımında ihtiyaçları tesbit edilen yerlerde usulüne uygun olarak işleme başlanması; Ziraat Bankası aracılığıyla çiftçilerimize tarım araç ve gereçlerin uygun fiyatlarla dağıtılması kurulacak özel bir kurulun gerekli çalışmaları yaparak bu tür araç ve gereçlerden daha çok temin edilmesi; yerli ürünlerin yurt içinde kullanılmasını yaygın hale getirmek amacıyla gümrük kanununda yerli malımızın korunmasını sağlayacak usulün uygulanmasına başlandığını çalışmalarımızın somut sonuçları olarak söylemek isterim.” (Afet İnan–Devletçilik İlkesi, TTK Yayınları, 1972, sf. 31)

1930 Öncesi Yapılanlar

1 Mart 1922’de yani savaş sürerken söylenen bu sözler, devletçilik ilkesinin, 1930’dan önce uygulamaya koyulduğunu ve bu konunun ideolojik olduğu yönünde sana bir fikir verecektir sanırım. Bu sözler söylenmiştir ve söylemde bırakılmayarak, hemen tümü yeni eklerle uygulanmıştır. Yapılan uygulamalar, elde edilen sonuçlar; rakam ve tarihleriyle kitapta “Cumhuriyet Ekonomisi” bölümünde bulunmaktadır. Orada ayrıntılı olarak gösterdiğim işlerin hemen tümü, devlet eliyle gerçekleştirilmiştir.

Demiryollarının, limanların, tünel ve tramvayların, madenlerin, ormanların devletleştirilmesi; Tuz, alkollü içki, tütün ve kibritte devlet tekelinin oluşturulması; sağlık yatırımları, şeker fabrikaları, un, çimento, tekstil ve demir üretimi; Hereke, Feshane, Beykoz Deri ve Kundura, Uşak Şeker, Tosya Çeltik fabrikalarının açılması; Bünyan ve Isparta İplik, Maraş Çeltik, Malatya ve Aksaray Elektrik Kütahya Çini ortaklıklarının oluşturulması, 1923–1930 arasında gerçekleştirilmiştir.

1924 yılında Ziraat Bankası’na her türlü bankacılık hizmeti yapma yetkisi verildi ve Banka hızlı bir büyüme sağlayarak 1931 yılında mevduatını 56 milyon liraya çıkardı. (1924 Yılında devlet bütçesi 118 milyon liraydı.) Ziraat Bankası’nın denetimi altındaki Emniyet Sandığı’nın toplam mevduatı, 1923’de 2 milyon 327 lira idi. Bu miktar 1929 yılında 16 milyon 508 bin liraya çıkarılmıştı. (Prof.Dr.Ferudun Ergin, Atatürk Zamanında Türk Ekonomisi, Yaşar Eğitim ve Kültür Vakfı Yay., 1977 sf. 50-51)

“Yeni Dünya Düzeni Kemalizm ve Türkiye” kitabında, bu konuda daha çok bilgi bulunuyor. Ancak burada aktardıklarım bile devletçiliğin Kemalizmde ideolojik yeğleme (tercih) olduğunu ve 1930’dan önce başlatıldığını göstermektedir. Tüm bunları ortaya koymuş olmama karşın “totolojik bir tavır gösterdiğim” biçimdeki eleştirin sanırım yerine oturmamaktadır.

Sanayileşme

Sanayileşmenin 1929’a dek iç ve dış etkilerin uyarısı ile gerçekleştirildiğini söylüyorsun. Bu yargı temelden yanlıştır ve dayanağı yoktur. Atatürk, bıkmadan usanmadan tam bağımsızlıktan söz eder ve sözlerini uygulamaya döker. O’na göre, tam bağımsızlık; ekonomide, iç ve dış siyasette, maliyede, dilde, kültürde, dinde, eğitimde tam bağımsızlık demektir. Sanayileşme, Kemalizm için yaşamsal önemde önceliği olan bir konudur. “Sermayesi, mühendisi, işçisi Türk olan fabrikalar kurulmalıdır... Türkiye Anadolu’da yabancı sermayenin jandarmalığını yapmayacaktır” biçimindeki sözleri, sınai kalkınmaya verilen önemi gösterir. İleri sürdüğüm; sanayileşmenin, üzerindeki işsel ve dışsal etkiler nelerdir? Bu etkiler nereden kaynaklanıyor ve Türkiye’yi 1929‘a dek nasıl etkiledi? Bunları ortaya koymak zorundasın.

Kemalist kalkınma yolunu, 1950 ve 1980’e dek süren uygulamalarla bağdaştırmaya çalışman; H.Gülalp, E.J.Zurcher gibi, bilim dışılığı bilimsellik kılıfıyla sunmada uzmanlaşmış siyasi bezirganlardan etkilenmiş olmana bağlıyorum. Sevgili Evren, yineliyorum, bir konuda inceleme yapacaksan, önce o konuyu kendi kaynaklarından araştırmalısın sonra (yandaş ya da karşıt) eleştirileri ele almalısın. Türkiye’deki Marks’ı okumadan marksist olanların durumuna düşmemelisin. Nutku okumadan, Cumhuriyet ekonomisini gerçek kaynaklarından incelemeden, Atatürk’ün söylev ve demeçlerini ve gerçekleştirdiği işleri ele almadan; eleştiriye girişmek üstelik bu eleştiriyi bilimsel nitelikten yoksun, amaçlı kaynaklardan yararlanarak yapmak doğru bir davranış değildir.

1923–1938 uygulamalarıyla, 1945 sonrası uygulamaları, bir birine herhangi bir benzerliği olmayan, tam tersi niteliksel karşıtlığı olan uygulamalardır. Birincisi kendi gücüne dayanan ve tam bağımsızlığı temel alan devrimci bir yoldur; öteki ise, dışa bağlanmanın, tam bağımsızlıktan vazgeçmenin ve işbirlikçiliğin geçerli olduğu bir dönemdir. 1945’ten sonra gelişen montaj nitelikli, tüketime yönelik sanayileşme, senin dediğin gibi; “ticaret burjuvazisinin elinde biriken muazzam sermayeyi” sanayileşmeye kaydırması değildir. Bu işin itici gücü, dışarıya açılmak zorunda olan uluslararası şirketlerin Türkiye’deki etkinliklerin dayanmaktadır.

Yeni Dünya Düzeni

İkinci savaş sonunda dünyaya geçerli kılınan Yeni Dünya Düzeni, esas olarak uluslararası şirket etkinliklerine dayalıdır. GATT, OECD, IMF, Dünya bankası, Ortak pazarlar ve Uluslararası Şirketlerle tüm dünyaya yerleştirilen tecimsel (ticari) işleyiş, dış yatırımların yaygınlaştırılması, sermaye güvenliğinin sağlanması ve kâr aktarımının (transferinin) ulusal engellere takılmaması üzerine kuruludur. Uluslararası şirketler bu dönemde yaygın olarak dünyaya açıldılar ve kendilerine yerel ‘ortaklar’ buldular. Bu o dönemde gerekliydi çünkü ulus–devlet korumacılığı o dönemde varlığını sürdürmekteydi, bu engelin aşılması gerekiyordu.

Uluslararası şirketlerin bulduğu yerli ortaklar hiçbir zaman; teknoloji belirleme, dışsatım politikaları ya da kâr oranları belirleme gibi konularda etkili olamadılar. Yerli “ortaklar” arazi bulma, inşaat yaptırma ve yerel hükümetlere ilişkileri yürütme gibi ikincil işleri yüklendiler. Bu görevlerin dışında aksatmamaları gereken diğer bir görevleri daha vardı, o da Yeni Dünya Düzeni işleyişini ülke içinde geçerli kılmak. Bunlar, Türk ismi ya da Türk kimliğiyle görüntüler veriyorlardı ancak gerçekte uluslararası şirketler ve onların haklarını savunan büyük devletlerin “güvenilir” işbirlikçileriydiler.

Türkiye, dışarıdan aldığı borçların büyük bölümünü, teşvik adı altında bu “ortaklıklara” aktardı ve 1945’den sonra gelişmeye başlayan çarpık kapitalist yapı, senin dediğin gibi “Ticaret burjuvazisinin muazzam sermayesiyle” değil, Türkiye’nin dış borçlarıyla beslendi. Borçlanan Türk Devletiydi ancak borcu kullanan yerli ortaklar aracılığıyla uluslararası şirketlerdi. 68 kuşağının, “emperyalizmin içsel olgu olması” biçiminde dile getirdiği bu olgu, uluslararası şirket etkinlikleri ve yerli işbirlikçilerinin yukarıda sözü edilen ilişkilerine dayanmaktadır. (İçsel olgu tanımını yanlış anlamışsın, bu tanımla, Türkiye’deki sanayileşmenin iç dinamiklerle oluştuğunu söylenmiyor. Tam tersi, emperyalizmin gizli işgal yoluyla ülkeye girdiğini ve işbirlikçileri aracılığıyla yerleştiğini söylüyor)

Anti-Emperyalizm

Kitabımda anti–emperyalizmin ne olduğunu açıkça belirtmediğimi yazıyorsun. Bunu ileri sürmen bana kitabı gerçekten okumadığın ya da belirli bölümlerini okuduğun izlenimini verdi. Kitap, 1.ciltte emperyalizmin ne olduğunu anlatan bölüm dışarda tutulsa bile, tüm bölümleriyle emperyalizmin ne olduğunu anlatan bir kitaptır. Senden ricam, sömürgecilik–Emperyalizm–Ulusal Kurtuluş Savaşları–Uluslararası Şirketler–Sendikasızlaştırma bölümlerini okumandır (ya da yeniden okumandır).

Kemalizmin, anti–emperyalist olmadığına yönelik savına ne demek gerekir bilemiyorum. 2.Cumhuriyetçilerin, sosyalizmle ilgisi kalmamıştır. Bunların, bilinen ve artık kendilerinden başka kimsenin inanmadığı görüşlerini ileri sürebilmiş olman, gerçekten şaşırtıcı. Kemalizmin, anti–emperyalist olmadığını ileri süren bir kişi, gerçeği nasıl görebilir ya da görmek isteyebilir bilemiyorum. Bu konuda, okuduğun Boğaziçi Üniversitesinin yetiştirdiği klasik tipler gibi anti-Kemalist bir çizgi izliyorsun Emperyalizmi ilk kez yenilgiye uğratan, ezilen uluslara örnek olarak emperyalizme büyük darbe vuran, dünyanın en büyük anti-emperyalistine bunları söyleyebilmek, ancak bilgisizlik ya da kasıt ürünü olabilir.

Kürt Sorunu

Kürt sorunu bölümünde yazdıklarının bence; toplumbilim kurallarına, tarihsel gerçeklere ve yaşadıklarımıza uygun düşmeyen öznel yargılar durumunda. Sosyalist kümelerin ve Kürtçü yapılanmaların dile getirdiği görüşlerin yinelenmesi gibi. Bunlara yanıt vermiyorum. Çünkü bildiğin gibi eleştiriye yanıt, eleştiri gerçekten eleştiriyse verilebilir. Suçlama ve karalamaya dönük yargılara eleştiri denemez. Ancak Kürt Sorunu denilen şeyin ne olduğunu anlamak için, eğer gerçekten anlamak isteniyorsa; Türk tarihinin, bu tarih içindeki Türk-Kürt ilişkilerinin, Mustafa Kemal’in uluslaşmanın koşullarını inceleyen yazılarının ve kimi Batılı araştırmacıların incelenmesi gerekir.

Burada konuyu ilgilendiren bir alıntıyı anımsatmakla yetineceğim. Bildiğin gibi, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, sosyalistlerin önem verdiği bir konudur. Türkiye’deki sosyalistler, bu öneme dayanarak emperyalizmin desteğiyle varlığını sürdüren ayrılıkçı Kürt kalkışmasını koşulsuz desteklemektirler. Oysa, Ulusal devinimlerin desteklenmesinin koşulları vardır.Desteğin olmazsa olmazı, Ulusal devinimin emperyalizme karşı çıkması, dünya sosyalist ve demokrat deviniminin parçası olmasıdır. Belki O’nun sözleri etkili olur düşüncesiyle Lenin’in konuyla ilgili sözlerini aktarıyorum. Şöyle diyor: “Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı dahil, demokrasinin çeşitli istemleri mutlak şeyler değildir. Bunlar dünya demokratik deviniminin bir parçasıdır. Kimi somut durumlarda, parçanın bütünle çelişkiye düşme olanağı vardır. Bu durumda parça reddedilmelidir... Kimi küçük uluslar, burjuva gericiliğinin dayanakları durumunda olursa, bizim de bu gerici halkların içindeki hareketin niteliği ne olursa olsun, onları ezmek ve ileri karakollarını yıkmak için, devrimci bir savaştan yana olmamız gerekir.” (Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol Yay. Sf. 184)

Sonuç

Boğaziçi Üniversitesinde okuyan, anti–Kemalist çevrelerden etkilenmiş olan ve senin deyiminle “içinde yaşadığı dünyanın ve toplumun sorunlarına duyarsız kalamayan” bir gencin eleştirilerine yanıt vermeyi görev saydım. İdeolojik olarak seninle benzer koşullarda olanlara göre, dikkat çekici ayrımın, Kemalizmle ilgili bir kitabı, Yeni Dünya Düzeni Kemalizmin ve Türkiye’yi okumuş olmandır. Bu benim için önemliydi. İlgi duyduğu alan dışında kitap okumayı bırakmış olan ‘sosyalistlerin’, incelemedikleri Kemalizme karalayıcı sözler söyleyerek ortalıkta dolaştığı, doğal olarak Kemalist uygulamalara somut bir eleştiri getiremedikleri bir ortamda, sen düşüncelerini açık bir biçimde yazıya döküyor ve ilgilisine gönderiyorsun. Seni benim için değerli kılan budur. Bu nedenle, elimdeki bitirmekte olduğum yeni kitabı bırakarak sana yanıt verdim.

Umarım, yanıtım aceleye gelmiş bir yazının şanssızlığına uğramamıştır ve belli konular üzerindeki düşüncelerine yeni soru işaretleri açmıştır. Yaşıtlarına göre bilgilisin ve doğru bir tavır içindesin. Okumanı ve araştırmanı nesnellikten kopmadan sürdürürsen, yaşamın gerçekliği içinde doğruları yakalaman kaçınılmaz. Yeter ki, okumayı ve araştırmayı bir yaşam biçimi durumuna getirerek yoluna devam etmendir. Art niyetli, çıkar amaçlı ya da dış bağlantılı olmadığın sürece bu konudaki başarı arkasından gelecektir.

Sevgilerimle.

Metin AYDOĞAN, 25 Şubat 2015
Namık KEMAL:
"Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini,
Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini?"


Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK:
"Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini,
Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini."



http://www.guncelmeydan.com/pano/tayyip-erdogan-a-gonderilen-cfr-muhtirasi-kuresel-ihale-t18169.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/abd-disisleri-abdullah-gul-u-biz-yetistirdik-t23656.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/dun-malta-surgunleri-vahdettin-bugun-ergenekon-tayyip-t18151.html

KAÇAMAYACAKSINIZ!
Kullanıcı küçük betizi
Oğuz Kağan
Genel Yetkili
Genel Yetkili
 
İletiler: 12355
Kayıt: Sal Oca 27, 2009 23:04
Konum: Ya İstiklâl, Ya Ölüm!


Şu dizine dön: Metin AYDOĞAN

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 0 konuk

x