12 Eylül'ün Derin Misyonu: FEDERASYON!
12 Eylül 1980 Askeri Darbesi, 30 yaşında... Otuz yılda pek çok değerlendirme yayınlanmasına karşın, darbenin “neden”leri, “niçin”leri, “nasıl”ları bugüne dek tüm yönleriyle aydınlatılabilmiş değil. Kuşkusuz, herkes kendi penceresinden bakar ve ne gördüğünü söyler; ama hiç bir toplumsal olay, bir tek nedene dayandırılamayacağı gibi, tek pencereden bakılıp nasıl göründüğüyle de açıklanamaz.
Bu yazıda, 12 Eylül değerlendirmelerine, ilk kez “Türkiye’nin Siyasi İntiharı” adlı kitabımda belgeleriyle gözler önüne serdiğim, daha önce bakılmamış bir pencereden bakarak, özgün belge ve yorumlarla katkıda bulunmak istiyorum. Bunun için, epeyce gerilere gidip, Lozan’dan başlayarak Kıbrıs’tan Türkiye’ye gelmek gerekiyor. Lozan’da Türkiye, diğer ülkelerde yaşayan Türkler’e tanınmayan hiç bir ayrıcalığın, Türkiye sınırları içinde yaşayan diğer etnik topluluklara tanınmayacağını savunuyordu. Örneğin Yunanistan’da bulunan Türkler’e tanınmayan hiç bir ayrıcalık, Türkiye’de bulunan Rumlar’a tanınamazdı. 1
Atatürk, komşu ülkelerde yaşayan Türkler için “özerklik”, “otonomi”, “federal yönetim” vb.gibi “yönetsel ayrıcalıklar” istenmesi durumunda; o ülkelerin de Türkiye’de yaşayan kendi soydaşları ve dindaşları adına, aynı ayrıcalıkları Türkiye’den isteyeceklerini; bunun da Türkiye’nin tek-odaklı (uniter) ulus devlet yapısını içten çökerteceğini öngörüyordu. Bu amaçla Lozan’da, başka ülkelerde yerleşik bulunan Türkler’in; ya iki yıl içinde Türkiye uyruğuna geçerek Türkiye’ye taşınmaları; ya da bulundukları ülkenin uyruğuna geçmeleri karara bağlanmış 2 ve yine bu bağlamda, Kıbrıs’taki Türkler’in de; ya adada kalıp İngiliz uyruğuna geçmeleri ya da Türkiye’ye gelip Türk yurttaşlığına geçmeleri üzerinde anlaşılmıştı. 3 - 4
O yıllarda Anadolu, savaşlar, salgın hastalıklar, açlıklar, kıtlıklar, kırgınlarla nüfusu 7-8 milyona düşmüş ıssız bir toprak parçası olduğundan; Türkiye, komşu devletlerde yaşamakta olan Türkleri Doğu ve Güneydoğu’da topraklar vererek Türkiye’ye çekmeye ve kimi etnik toplulukların Anadolu’da belli bölgelerde yoğunlaşmasının yol açacağı sakıncaları, etnik kaynaşmalar yoluyla gidermeyi amaçlıyordu. Lozan Antlaşması’na, yurtdışında tek Türk kalmamacasına hepsinin Anadolu’ya göç etmeleriyle sonuçlanabilecek -çoğu bilgisizlerce Türklüğe ihanet olarak damgalanan- maddeler konulması, Türkiye’nin işte bu yaşamsal gereksinimlerinden kaynaklanıyordu. Hiç bir ülkede, hiç bir etnik ya da dinsel topluluğa, o ülkenin toprak bütünlüğünü, tek-odaklı yönetim biçimini ve toplumsal birliğini parçalayacak, devlet içinde devlet oluşturacak nitelikte ayrıcalıklar verilemeyeceği görüşü; Atatürk Türkiyesi’nin iç ve dış politikasının değişmez direğini oluşturuyordu.
1930’larda imzalanan “Balkan Paktı” ve “Sadabat Paktı”nın ana ilkesi; birbirinin içişlerine karışmamak; birbirinin toprak bütünlüğünü, toplumsal ve yönetsel birliğini parçalayıcı eylemlerde bulunmamak; bu ilkelere aykırı eylemlerde bulunmaya yeltenen iç ve dış güçlere karşı, hep birlikte karşı koymaktı. Sadabat Paktı’nın 7. maddesi: “Bağıtlı taraflardan her biri,kendi sınırları içinde diğer bağıtlı tarafların kurumlarını yıkmak, düzen ve güvenliğini sarsmak veya politik rejimini bozmak amacıyla silahlı çeteler, birlikler veya örgütlerin kurulmasını ve eyleme geçmelerini engellemeyi yükümlenir.” diyordu.
Atatürk’ün “yurtta barış, dünyada barış” ilkesi, hem güven veren, hem korku salan ve bu ikili özelliği ancak virgül (,) yerine eşit (=) konulduğunda doğru kavranabilen bir denklemdi.[“yurtta barış = dünyada barış”] denklemi, aynı zamanda [“yurtta savaş = dünyada savaş”]meydan okumasını da içeriyor ve bu yönüyle, Türkiye’nin içini dıştan çomak sokarak karıştırmayı tasarlayan “içsavaş” kışkırtıcılarına korku salıyordu. Yurtta barış, yani “içbarış”;ancak “içsavaş”la bozulabilir; “içsavaş” da ancak etnik, dinsel ya da sınıfsal egemenlik istemleriyle ulus devleti yıkmaya yönelik örgütlü eylemlerden doğabilirdi. Türkiye, kendi “içbarış”ını, ancak komşu devletleri Anadolu’daki etnik ve dinsel uzantılarını kışkırtmaktan uzak tutarak sağlayabilir; komşu ülkeler de, kendi “içbarış”larını, ancak kendi topraklarında yaşayan Türkler’in Türkiye tarafından kışkırtılmasını önleyerek sağlayabilirlerdi. Atatürk’ün “yurtta barış > dünyada barış” denklemi, bir anlamda, komşusunda “içsavaş” kışkırtanın, kendi “içbarış”ını koruyamayacağını dile getiriyordu. Atatürk, bu sözüyle, bir yandan “içimizi karıştırmayanın, içini karıştırmayız” güvencesini verirken, öte yandan “yurttasavaş > dünyada savaş” (yani, yurdumuzda içsavaş çıkartanın, yurdunda içsavaş çıkartırız) korkusunu yayıyordu.
Demek ki, “yurtta barış = dünyada barış” denkleminin özü, “Misliyle Mukabele”ydi. 5 Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile nüfusunun azımsanmayacak bölümü Müslüman-Türk olan Sovyet Rusya arasındaki ilişkileri de, yine bu “denklem” belirliyordu. Atatürk Türkiyesi,Sovyet Rusya’da yaşayan Müslüman Türkleri ayrılıkçılığa kışkırtmıyor; bunun karşılığında Sovyet Rusya da, Türkiye’de patlak veren ayrılıkçı ayaklanmaların bastırılmasına Kızıl Ordu’yu Türk sınırına yığarak katılıyordu. 6 İki ülke, birbirinin “iç barış”ının güvencesiydi. Bütün bunların 12 Eylül’le ilgisini az sonra göreceğiz.
Türkiye, 1945’lere dek komşularının iç işlerine karışmayan, komşularını da kendi iç işlerine karıştırmayan, kendi toprakları üzerinde ve komşularında ortaya çıkacak her türlü etnik, dinsel ayırımcılığa karşı, tek odaklı ulus toplum düzenini savunan, bu yönüyle bütün dünyanın ve komşularının saygısını üzerinde toplamış bir ülkeydi. İkinci Dünya Savaşı biter bitmez, ülkelerin birbirine düşman iki öbekte toplanarak “Soğuk Savaş”a tutuşmalarıyla birlikte, başını ABD’nin çektiği Anti-Sovyet, Anti-Komünist Cephe’ye katılan Türkiye; üzerine yüklenen askeri ve stratejik görevleri yerine getirirken, Atatürk’ün dış politikasından yavaş yavaş uzaklaşıp, komşularının iç işlerine karışan bir ülkeye dönüşecek; örneğin, Atatürk döneminde iç işlerine karışmadığı Sovyet Rusya’daki Türkleri örgütleyip Sovyet yönetimine karşı ayaklandırmak amacıyla gizli çalışmalar yürütecek, Irak, İran, Suriye, Mısır gibi ülkelerde yönetim değişikliklerine karşı sert tutumlar takınacak, kimi komşularındaki yönetimleri devirmek için, o ülkelerdeki Amerikan ya da İngiliz yandaşı etnik ayrılıkçıları koruyup kışkırtan bir ülkeye dönüşecek; salt yönetimi değişti diye Suriye’yi işgale davranacak; böylelikle Atatürk’ün “yurtta barış, dünyada barış” ilkesinden uzaklaşacaktı.
O günlerde, komşularımızın içbarışını bozmaya yeltenmemiz durumunda, kendi içbarışımızında tehlikeye düşeceğini; komşularımızın da Türkiye’deki ayrılıkçıları kışkırtıp ayaklandırabileceklerini anımsatanlar yok değildi kuşkusuz; fakat alay ediliyordu bunlarla.12 Eylül’den 25-30 yıl önce, Türkiye’de ve dünyada ortam buydu. İşte “Kıbrıs Sorunu” 1940’ların sonu 1950’lerin başında, böyle bir ortamda patlak verecekti. Lozan’da Türkiye, İngiltere’nin 1914’te ilhak ettiği Kıbrıs üzerindeki egemenliğini, [günün birinde adayıterkedecek olursa başka bir devlete değil Türkiye’ye bırakabileceği biçimde]- tanımıştı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, bir yandan Amerika, diğer yandan Rusya, İngiltere’yi bütün eski sömürgelerinden kovup oraları kendi egemenlikleri altına almak için yarışırken, gözlerini Kıbrıs’a da dikecek, İngiltere’nin Kıbrıs’tan da kovulması için çalışacaklardı.
Amerika ve Rusya, Kıbrıslı Rumları kışkırtarak adayı İngiltere’den kopartmaya yönelince, adanın gelecekte Yunanistan’a bağlanma olasılığı belirmiş ve 1947 Ekimi’nde Rumlar, İngiltere Sömürgeler Bakanına başvurarak, adanın Yunanistan’a verilmesini istemişlerdi. Adadaki Rumlar’ın sosyalist olanları Sovyet Rusya tarafından, diğerleri Amerika tarafından İngiltere’ye karşı bağımsızlık savaşı vermeye özendirilirken, İngiltere’nin adadaki egemenliğini korumak için yapması gereken şey, adaya daha fazla İngiliz askeri göndermekti kuşkusuz. Fakat, üç yüz yılı aşan sömürgecilik deneyimi bulunan İngiltere, yönettiği ülkelerde yaşayan toplumlar arasındaki etnik, dinsel ve mezhepsel ayrılıkları kışkırtıp onları birbirine düşürerek aralarına kan davası sokmak ve ne zaman bu topluluklardan biri kendisine karşı bayrak açacak olsa, onun karşısına aralarında kan davası bulunan diğer toplulukları dikerek, kendisine yönelik saldırıları başkalarına yönlendirip etkisizleştirmekte ustaydı. Kıbrıslı Rumlar, ABD, Rusya ve Yunanistan tarafından kışkırtılarak İngiliz yönetimine karşı eylemlere başladığında, birkaç provokatif eylemle onların karşısına Kıbrıslı Türkleri dikmeyi başaran ve böylece adadaki egemenliğini daha fazla İngiliz askeri getirerek korumak yerine, ada Türkleri’ni Rumlarla karşı karşıya getirerek korumaya yönelen İngiltere; dünya kamuoyu gözünde, adada Rum-Türk çatışmasını önleyebilecek, “varlığı gerekli” biricik güç olarak algılanacaktı.
İngiltere, adanın Rumlarca Yunanistan’a bağlanmaya çalışıldığından yakınarak TürkleriRumlara karşı doldurduğu sırada; tek Parti döneminin son Dışişleri Bakanı Necmettin Sadak, 23 Ocak 1950’de T.B.M.M.’nde yaptığı konuşmada; “Kıbrıs meselesi diye bir mesele olmadığını, İngiltere’nin adayı bir başka devlete (Yunanistan’a) vermek niyetinde bulunmadığını, bu nedenle gençlerin beyhude yere heyecana kapıldıklarını” söylemişti.(24.01.1950 Cumhuriyet)
Madem Kıbrıslı Rumlar adayı Yunanistan’a bağlamak istiyorlardı; Türkiye Lozan’da adanın İngiltere’ye ait olduğunu kabul ettiğine göre, sahibi olduğu adanın Yunanistan’a bağlanmasını önlemek de İngiltere’ye düşerdi; Kıbrıslı Türkler, İngiliz-Rum dalaşmasında taraf olmamalıydı. Dört yıl sonra, Menderes’in Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü de Türkiye için“Kıbrıs sorunu diye bir sorun var olmadığı” görüşünü yineleyerek, “Kıbrıs halen İngiltere’ye aittir.” diyecekti. (02.04.1954, Vatan)
Mademki Kıbrıs İngiltere’nin yönetimindeydi; madem ki Rumlar İngiltere’yi adadan kovup ABD ve Yunanistan’a bağlamaya çalışıyorlardı; eh, İngiltere’nin ordusu vardı, polisi vardı, uçağı vardı, donanması vardı, topu vardı, tüfeği vardı; Kıbrıs’ın tüm gelirleri İngiltere’nin kasasına giriyordu; öyleyse, adayı İngilizler’den alıp Yunanistan’a vermek isteyen Rumları bastırmak; ada halkının can ve mal güvenliğini sağlamak, İngiltere’ye düşerdi; ada Türkleri ve Türkiye, İngiliz’in Rum’a karşı savaş meydanına sürebileceği Gurkalar, Anzaklar değildi; ada Türkleri, Lozan gereği topluca Türkiye’ye gelip Türk uyruğuna geçmeleri önerilmişken o tarihte adada kalıp İngiliz uyruğuna geçmeyi yeğleyenlerdi; bunlar İngiliz yurttaşı idiler; güvenliklerini sağlamak da İngiltere’nin görevi değil miydi? İngiliz devleti tüm gücüyle adaya egemenken, Türk ordusu adanın iç güvenliğini sağlamak için Kıbrıs’a asker mi yığacaktı? Kıbrıslı Türkler, şayet can ve mal güvenlikleri kalmamışsa; pekala Türkiye’ye göçebilirlerdi…
Verdiği demeçle İngiltere’nin Türkiye’yi ve Türkleri Gurkalara, Anzaklara, sömürge askerlerine dönüştürmesine karşı çıkan Fuat Köprülü, İngiliz politikasını destekleyen gazeteler tarafından “Türk düşmanı”, “vatan haini” imiş gibi damgalanacak; fakat Türkiye’yi kendi çıkarları doğrultusunda kullanamayacağını anlayan İngiltere, adaya on uçak dolusu İngiliz askeri göndermek zorunda kalacaktı.
Bu olaydan sonra basın yoluyla Türkiye’nin Lozan’a dayalı Kıbrıs politikasını halkın gözünde vatan hainliğiyle eşdeğerde bir suç haline getiren ve sonunda Menderes’e “Kıbrıs sorunu milli bir dava haline gelmiştir” dedirten İngiltere, Türkiye’yi Kıbrıslı Rumların ve Yunanistan’ın karşısına dikerek, kendisini sanki “taraf” değilmiş gibi, “hakem” konumuna yükseltmeyi başaracak; Kıbrıs’ta Türklere yönelik Rum saldırılarına karşı 6-7 Eylül 1955’te Türkiye’de Rumlara yönelik İngiliz güdümlü “etnik saldırı”lar gerçekleştirilecek ve İngiliz politikasına ters düşen Fuat Köprülü, Dışişleri Bakanlığı’ndan uzaklaştırılacaktı.
Sömürgeler Bakanı Lennox Boyd, Aralık 1956’da Avam Kamarası’nda İngiltere’nin Kıbrıs’ta “etnik taksim” kozunu açıklayacak; Menderes, 28 Ocak 1957 tarihinde bütçe görüşmelerisırasında “etnik taksim” tasarısını benimsediğini vurgulayacak; İngilizlerin, adayı elindenalmak isteyen ABD ve Yunanistan’ı caydırmak amacıyla bir koz olarak öne sürdüğü “etnik taksim”, İngiliz yandaşı Türk gazeteleri tarafından “ya taksim ya ölüm” sloganına dönüştürülerek bütün Türkiye’ye yayılacaktı. Slogandaki “taksim” sözcüğü, İstanbul’un bir semti olan “Taksim” değil, Kıbrıs’ın siyasi anlamda “etnik paylaşımı” anlamına geliyordu. O tarihte belki de hiç kimse, Türkiye’ye İngiltere tarafından benimsetilen “etnik taksim” tasarısının, ileride Anadolu’nun taksimini isteyenler tarafından Türkiye’ye karşı kullanılabileceğini öngörmüyordu. İngilizlerin “etnik taksim” tehdidi, adayı Yunanistan’a bağlamak isteyen Rumlar’ı ürkütmüş; Türklerle barış içinde bir arada yaşayabileceklerinden dem vurmaya başlamışlar ve bir kaç yıl süren görüşmelerden sonra, aralarında bakanlar da bulunan altmıştan fazla Kıbrıslı Rum,Türk, İngiliz ve EOKA örgütü üyeleri, Manevi Cihazlanma Örgütü’nün İsviçre’de Caux’ta bulunan Şato’sunda buluşmuşlar; Fazıl Küçük ve Ahmet Emin Yalman’la birlikte orada bulunan Rauf Denktaş, EOKA’cı teröristlerin de günah çıkarıp tövbekar göründükleri bu Şato’da yaptığı konuşmada; “Bugün geçmişte olanlar için özür dilerim, Kıbrıs’ta Rumlarla Türklerin birlikte yaşamasının Allah’ın isteği olduğunu taktir edemediğimizden kan aktı. Devamlı şüphe ve korkularımızdan faydalananlar sadece komünistler olmuştur. Kendimizi ilk önce Kıbrıslı, daha sonra Türk ve Rum olarak kabul etmeliyiz.” demişti. [MRA- ManeviSilahlanma Mecmuası, 1960, sf. 18-20]
Gelgelelim, Kıbrıs’ta, yurttaş kimliğinin, etnik kimliğin üzerine çıkartıldığı ortam çok kısa sürecek, 1963-1964’lere gelindiğinde, Rumlar’ın Türklere yönelttiği saldırılar ve toplu kıyımlar doruğa tırmanacaktı. 7 Mart 1964’te TBMM, Türkleri Rum saldırılarından kurtarmak üzere adaya askeri müdahale kararı alacak; İngilizleri Rumlara kovdurtup adayı Yunanistan’a bağlayarak kendi güdümüne sokmayı amaçlayan Amerika, Türkiye’yi frenleyecek; jetlerimiz 7-8 Ağustos 1964’te Kıbrıs göklerinde uyarı uçuşları yapacak; uçağı düşen Cengiz Topel’in şehit olduğu haberi, Türkiye’yi yasa boğacaktı.
Bu süreç tırmanırken 4 Şubat 1964 günü Amerikan New York Times gazetesinde yayımlanan demecinde Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Kıbrıs’ta “etnik federasyon”dan başka hiç bir siyasi çözümü kabul etmeyeceğini dünyaya ilan eden Başbakan İsmet İnönü, 16 Nisan 1964 günü bu görüşünü yineleyerek; “Batı ittifakı yıkılır, yeni şartlarla yeni bir dünya kurulur; Türkiye bu yeni dünyada kendisine yer bulur; Kıbrıs için razı olacağımız asgari çözüm, federasyondur.” diyecekti.
1964’te Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Kıbrıs sorununa önerdiği “siyasi çözüm”; “Etnik Federasyon”du.Adada etnik ayırımcılığa, etnik teröre başvuran ve etnik bir egemenlik peşinde koşan Rumlar,siyasal istemlerini hep “Bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti” gibi etnik çağrışım yapmayan adlandırmalarla dile getirme kurnazlığı göstermişlerdi. Aynı kurnazlık, ayrılıkçı Kürtler’in etnik istemlerini “Demokratik Cumhuriyet” vb. gibi etnik çağrışım yapmayan adlandırmalarla dile getirmelerinde de görülüyor. Buna karşılık, az önce Rauf Denktaş’ın konuşmasında gördüğümüz gibi, siyasal özlemleri gerçekte “eşit yurttaşlık” tan başka bir şey olmayan Türkler ise, istemlerini hep “taksim”, “federasyon” vb. gibi etnik adlandırmalarla dile getirme yanılgısına düşmüşlerdi. Türkiye, pekala Kıbrıs’ta Türklerin yaşadığı bölgede bir “Kıbrıs Yurttaşlar Cumhuriyeti” Kurulmasını önerebilir; Türk bölgesinde Rumların da eşit yurttaşolarak yaşayabilecekleri etnik ayırımcılığa dayanmayan bir ulus devlet tasarısı sunabilirdi.
Fakat öyle olmamıştı. Türkiye’nin Kıbrıs’ta Türkler için “etnik federasyon” istemesi, Türkiye’deki ayrılıkçı Kürtlerle Batı’daki Ermeni örgütlerini ayağa kaldıracak ve Sevr özlemini diriltmek için bahane arayan Batı; Türkiye’nin Kıbrıs’ta Türkler için istediği “etnik federasyon” kurma hakkının, Türkiye tarafından Türkiye’de yaşayan Kürtlere de tanınmasını isteyecekti. Kırk yıldır sesi soluğu çıkmayan Ermeni örgütlerinin, 1965 yılında birden bire harekete geçip ABD ve Avrupa’da “Soykırımın 50. Yılı” kampanyaları başlatmaları ve aynı yıl Türkiye’de gizli “Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi” kurulması; Türkiye’nin KıbrısSorunu’ndaki “federasyon” talebine, Batı’nın, ayrılıkçı Kürt ve Ermeni örgütlerini kullanarak verdiği “federasyon”cu bir yanıt olacaktı.
Türkiye’de hangi etnik kökenden olursa olsun her bireyin eşit yurttaş olarak tüm olanaklardan yararlandığı; oysa Kıbrıs’ta Türkler’in böyle bir olanaktan yoksun bırakıldıkları; can ve mal güvenliklerinin bulunmadığı; Türklerin Kıbrıs’taki durumuyla Kürtlerin Türkiye’dekidurumunun asla birbiriyle karşılaştırılamayacağı ortadaydı. Fakat Türkiye, terazinin bir kefesine “Kıbrıs’ta Türklere federasyon” tezini koyunca; Batı, öbür kefeye derhal “Anadolu’da Kürtlere, Ermenilere federasyon” tezini yerleştirecek ve Başbakan İsmet İnönü, kendisine New York’tan gönderilen bir mektupta; “Kıbrıs’ta Türk Federasyonu” > “Anadolu’da Kürt Federasyonu” denklemiyle karşı karşıya kalacaktı. 27 Mayıs’tan kısa süre önce Türkiye’den kaçıp ABD’ye iltica eden Demokrat Parti Milletvekillerinden Mustafa Remzi Bucak, Başbakan İnönü’ye seslenen ve kimi Türk gazetelerine de postaladığı 3 Ocak 1965 tarihli mektubunda 8 , Amerika’da kurulan bu denklemi şöyle açıklıyordu:
“Türkiye Cumhuriyeti Başvekili Sayın İnönü’ye Açık Mektup Yahut Federasyon Neden Türkiye’de Tatbik Edilmesin!
Sayın İnönü, Kıbrıs’ın geleceğine ilişkin görüşlerinizi, 4 Şubat 1964 tarihli New York Times gazetesinde ilgiyle okumuştum.(…) Kıbrıs’ın iç yapısına ilişkin görüş ve önerilerinizi, yani “iç otonomi”yi, “federatif” yönetim biçimini bilmem bizzat Türkiye Cumhuriyeti için bir an olsun düşündünüz mü?(...) Cumhuriyet devleti sınırları içerisinde yoğun olarak en az sekiz milyon Kürt yaşamaktadır ve bunlar örneğin Kıbrıs’taki Türkçe konuşan kitlenin sahip olduğu siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik hakları özgürce kullanmaktan vazgeçtik, kendilerine Kürt diyebilmek, anadillerini serbestçe konuşmak ve okuyup okutabilmek hakkına bile sahipdeğillerdir.(...) Çözüm, sizin alt tarafı 80.000 Kıbrıs’lı Türkçe konuşan topluluk için düşünüp uygun gördüğünüz “federatif” yönetim biçiminin bizzat Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşamakta bulunan 8.000.000’luk Kürt topluluğu için de kabul edilip uygulanmasıdır.(...) Kıbrıs’taki kardeş kanının akıtıl masını önlemek için, Kıbrıs’a “federasyon” öneren Sayın İnönü, acaba neden Başbakanlığını yaptığı devlet sınırları içindeki 8.000.000’luk Kürt kitlesinin bir an evvel ızdıraptan kurtulmasını aklından olsun geçirmez?(...) Sizin Kıbrıs’taki Türkçe konuşan kitle için bir hak görüp önerdiğiniz “federatif” yönetim biçimi, yönetimini üstlendiğiniz devlette de uygulanmayacak olursa sonuçta ayrılma gerçekleşecektir. Ve bundan doğacak her sorumluluğun bütünüyle Cumhuriyet devleti yöneticilerinin boynunda kalacağını kesin olarak bilmek ve kabul etmek zamanın gelmiş ve geçmekte olduğunu görmeniz gerekir.(...) Anayasa buna uygun biçimde değiştirilerek devlete yeniden bir çeki düzen verilir, duruma ve ortama en uygun olan “federatif” yönetim biçimi kabul edilerek uygulamaya geçilir, bir iç kanama ve operasyona tabi tutulmadan devlet hakkıyla iç huzuruna kavuşmak mutluluğuna erişir.(...) Federatif Kürt-Türk Cumhuriyet Devleti’ni görmek ümit ve dileğiyle.(...) En derin saygılarımızla,
Mustafa Remzi Bucak.
3 Ocak 1965, 619 W 176 apt. 5 K.
New york-33 N.Y.”
Mustafa Remzi Bucak’ın dilini güncelleştirerek özetlediğimiz 30 sayfalık mektubunda,“Ağrı” dağından Ermenice adıyla “Ararat” diye söz etmesi, Türkiye’nin Kıbrıs’ta etnik federasyon tezine karşı Amerika’da “Soykırımın 50. Yılı” kampanyası başlatarak; “mademTürkiye Kıbrıs’ta Türkler için etnik federasyon istiyor, öyleyse Ararat (Ağrı dağı) ve dolaylarıda Ermenilerindir.” diyen Ermeni örgütleriyle dayanışma içinde bulunduğunu ele veriyordu. New York’ta Amerikan İncil Derneği (American Bible Society) üyesi olan Mustafa Remzi Bucak’ın kızı da Teksas Baptist Hıristiyan Kolej’de (Texas Baptist College) okumaktaydı. Uluslararası İnsan Hakları Derneği’nin (International League for the Rights of Man) yönetim kurulu üyesi olan Bucak, bu örgütte “Kürt Hakları Uzmanı” olarak çalışıyordu. 9 İnönü, 5 fiubat 1965 günü Başbakanlık’ tan istifa edip yerine Suat Hayri Ürgüplü’ nün Başbakanlığında yeni bir koalisyon hükümeti kurulunca, Bucak, aynı mektubu 23 Şubat 1965 günü, bir kez de Ürgüplü’ye de gönderecekti. O tarihte Ürgüplü’nün Başbakan yardımcısı olan Süleyman Demirel, seçimleri kendi partisinin kazanmasıyla birlikte Başbakan olunca, Bucak’ın [“Kıbrıs’ta Türk federasyonu” > “Türkiye’de Kürt federasyonu”] denklemi bu kezde onun önüne konacaktı. Merhum general Vedii Bilget, bir makalesinde Amerika’dan ulaştırılan “Federatif Kürt-Türk Cumhuriyet Devleti” tasarımının, Başbakan Demirel tarafından Genelkurmay’a iletildikten sonra reddedildiğini yazacaktı. 10
Ocak 1965’te Amerika’da tasarlanan [“Kıbrıs’ta Türklere federasyon” > “Türkiye’de Kürtlerefederasyon”] denklemi, 11 Temmuz 1965’te Diyarbakır’da kurulan gizli “Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi”nin belgeleri arasında da bulunacaktı. Sosyalist Rus yandaşı Kürt örgütlerine karşı; Amerikancı Kürt aşiret reislerinin, Kürt toprak ağalarının, Kürt ulema ve mollalarının çıkarlarını savunan; 19 Ocak 1968’de üyeleri yakalanıp yargılanan, fakat bir yöneticisinin kimliği saptanamayan bu gizli parti, Amerika’da yaşayan Remzi Bucak’la bağlantılıydı. “1914-Doğu Anadolu Islahat Projesi”nde Ermenilere tanınan bütün ayrıcalıkları, “Ermeni”yi silip yerine “Kürt” sözcüğünü yazarak Kürtler için istemekten ibaret olan parti programı, özetle şöyleydi:
“Parti bütün esir milletlerin yardımcısıdır. Birleşmiş Milletler fikrine bağlıdır. Türkiye Cumhuriyeti’nde meskun Kürtlerin siyasi, iktisadi ve kültürel haklarının tanınmasını amaçlar.Türk Anayasası’na şu kayıtlar konmalıdır:
“Türkiye Cumhuriyeti, Kürt ve Türklerden teşekkül eder. Bu iki millet her hususta eşittirler.”Türk Parlamentosunda Kürtler nüfus oranına göre temsil edilmeli, vekiller heyetinde yer almalıdırlar. Türkiye ve Kürdistan bölgelerinin sınırları belirtilmelidir. Kürdistantopraklarına muhacir yerleştirilmemelidir. Kürdistan vilayet ve köylerinin isimleri değiştirilmemeli yahut değiştirilmiş olan varsa eski isimlerine çevrilmelidir. Kürdistan şehirlerine vali, idare amirleri, adli ve bütün memurlar Kürtlerden olmalı, Kürtlerin örf veadetleri kanunlarda yer almalıdır. Türkiye Kürdistanı’nda resmi dil Kürtçe olmalıdır. Tahsil Kürtçe olmalıdır. Ama Türkçe de öğretilmelidir. Kürdistan Üniversitesi kurulmalı, Kürtlerintahsili devlet tarafından karşılanmalıdır. Kürdistan’da Kürtçe radyo kurulmalıdır. Kürtçekitap gazete mecmua neşredilmelidir. Alim ve molla ile ibadethaneler de devlet tarafından karşılanmalıdır. Petrol ve madenler çıkartılmalı ve Kürdistan’da tasviye edilmelidir. Kürdistan’da çıkan petrol ve madenlerden temin edilen kârın %75’i Kürdistan’a sarf edilmelidir. Türkiye Kürdistanı 46 yıldır Türkiye’nin sömürgesidir. Türkiye Kürtlere jenosid (soykırım) uygulamıştır. Kıbrıs’ta Rumlardan federasyon isteniyor da Kıbrıs’ın birliğibozulmuyor. Amacımız, Türkiyelileşmektir. 11
1962’den başlayarak Amerikan Barış Gönüllüleri’nin doluştuğu Diyarbakır’da 11 Temmuz1965 günü kurulan gizli “Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi”nin yukarıda özetini verdiğimiz programında Amerikan parmağı bulunduğunu ele veren olgu, 1. maddede geçen “Esir Milletler’in Yardımcısı” deyimiydi. Bu, Amerika’da, Chicago’da, ABD Başkanı Eisenhower tarafından 1959 yılında özel kanunla örgütlenen “Captive Nations Friends Committee” adının Türkçe çevirisinden oluşuyordu. 12
Bu örgütün her yıl Temmuz ayında düzenlediği “Esir Milletler Haftası” nın baş rol oyuncularıErmenilerdi. Anlaşılan, 11 Temmuz 1965’te, yani ABD’de “Esir Milletler Haftası”etkinliklerinin yapıldığı günlerde, belki de o tarihte Diyarbakır’da bulunan kimi Ermeni kökenli Amerikan Barış Gönüllüleri’nin iteklemesiyle kurulmuş olan gizli “Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi”, Amerika’da Ermenilerin etkin olduğu bu komiteye bağlılığını, programın ilk maddesinde partinin “Esir Milletlerin Yardımcısı” (Captive Nations Friend) olduğunu belirterek vurgulamıştı. Parti üyeleri 1968 yılında MİT tarafından izlenip yakalanır yakalanmaz, Amerikan Uluslararası Af Örgütü (Amnesty International of the U.S.A.) devreye girip Türkiye’nin Washington’daki Büyükelçiliği’nden bilgi isteyecek ve Amerikanörgütleri, bu partinin kılına zarar gelmemesi için var güçleriyle çabalayacaklardı. 13
Partinin yukarıda özetini verdiğimiz programı dikkatle okunduğunda, bugün gazetelerde, televizyonlarda en yüksek sesle savunulan görüşlerin tümünün; gerçekte, 45 yıl önce 1965’te Amerikan parmağıyla kurulan bu gizli parti tarafından ortaya atıldığı görülecektir. Daha dailginci, bu Amerikan güdümlü etnik federasyoncu partinin görüşleri; 1960’ların sonunda kurulan Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin programında aynen yinelenmişti.
“Kıbrıs’ta Türk Federasyonu” > “Anadolu’da Kürt Federasyonu” denkleminin Türkiye’ye ilk kez dayatıldığı 1965 yılından günümüze dek Türkiye’de hangi dış etkilerle ne gibi siyasal bozunumlar yaşandığını “Bütün Dünya”nın Kasım 2009 sayısında yayımlanan “Yurttaşlığın Küresel Düşmanları” başlıklı yazımda ayrıntılarıyla anlattığım için, burada yinelemeden geçiyorum. İngiltere’nin, kendisini Kıbrıs’tan kovmaya çalışan Amerikan, Rus, Yunan destekli ada Rumlarının karşısına 1945’lerden başlayarak çeşitli provokasyonlarla ada Türklerini dikip, iki toplum arasına kan davası sokarak adadaki varlığını koruma sürecinde, olaylar giderek tırmanmış; sonunda Türk ordusu, İngiltere’nin kendisini adaya çekmek amacıyla kasten engel olmadığı bu katliamlara bir son vermek üzere, “1974 Kıbrıs Barış Harekatı”nı gerçekleştirmişti. Anımsamakta yarar var: Amerika, kapalı kapılar ardında Saddam Hüseyin’i Kuveyt’i almaya kışkırtmış; Amerikan Büyükelçisi Bayan April Glaspie, 25 Temmuz 1990 günü yaptıkları görüşmede, Kuveyt’i almaya kararlı olduğundan söz eden Saddam’a; “Sizin Kuveyt'le olan sorununuz ya da Arap dünyası ile çekişmeleriniz bizi ilgilendirmez. Dışişleri Bakanımız Baker, bunu size açıkça bildirmemi istedi, 1960'larda bu sorun ilk çıktığında da söylediğimiz gibi, Kuveyt ABD'nin müttefiki değildir.” diyerek, ABD’nin tarafsız kalacağını bildirmiş; fakat Irak ordusu 2 Ağustos 1990’da ABD’nin sözlü güvencesine dayanarak Kuveyt’e girer girmez, aynı Amerika, Saddam’a derhal işgalci damgası vurup Irak ordusunu Kuveyt’ten çıkartmak üzere bütün dünyayı ayağa kaldırarak Irak’a milyonlarca ton bomba yağdırdıktan sonra; askeri, siyasi, ekonomik ambargolar uygulamaya başlamış; 12 yıl süren ambargolar sonunda, hastahaneleri tedavi yapamaz, uçakları uçamaz, silahları kullanılamaz, sanayisi üretemez, petrolü satılamaz hale gelip bütün kurumları çöken Irak’ı, 2003 yılında, bir kaç gün içerisinde işgal edivermişti. 1974 Kıbrıs Barış Harekatı’na, kapalı kapılar ardında hayır demeyen ABD ve İngiltere’nin, Türk askeri adaya ayak basar basmaz Türkiye’ye işgalci damgası yapıştırıp; daha sonra da ekonomik, askeri, siyasi ambargo uygulayarak, Türkiye’ye açıktan açığa “federasyon” dayatmaları; 12 Eylül Askeri Darbesi’ne giden yolda Türkiye’nin yazgısını belirleyen belki de en önemli olaydı.
1974 Kıbrıs Barış Harekatı’ndan sonra 1975’te “Kıbrıs Türk Federe Devleti” kurulmuş; buna karşılık ABD ve Batı, bir yandan Türkiye’ye silah ambargosu uygularken, aynı anda ayrılıkçı örgütleri silahlandırmaya hız vermiş ve 1975 yılında kurulan Ermeni ASALA örgütü Türk diplomatlara ardarda suikastler düzenlemeye başlamıştı.
1976-1977-1978 yılları, “federasyoncu”luğu sosyalizmin besmelesi imiş gibi benimsetmeye koyulan sol örgütlerin silahlı eylem dozunu artırdığı yıllar olmuştu. 12 Eylül’e 2 yıl kala; sokakları kan gölüne çeviren dış destekli siyasal terör; ordunun ambargo nedeniyle yedek parçasızlıktan ve bakımsızlıktan çürüyen savaş araç gereçleri; dış borç musluklarının kapanması nedeniyle Demirel’in deyimiyle “yetmiş sente muhtaç” duruma düşmemiz; Merkez Bankası’ndaki döviz rezervinin 10 milyon dolar gibi gülünç bir düzeye düşmesi; dışa bağımlı sanayinin en yaşamsal dış girdilerinden yoksun bırakılması; ihracatın da ithalatın da uluslararası ekonomik ve siyasi engellere toslaması; 14 ülkenin ordusunu, maliyesini, sanayisini hızla çökertiyordu.
Türkiye, 1974 Kıbrıs Barış Harekatı’ndan sonra Batı’nın uygulamaya başladığı ambargolarla,4 yıl içinde çöküşün eşiğine gelmişti. Batı’nın gerek Türkiye’ye gerekse Kıbrıs Türkleri’ne ambargo uygulamasının nedeni, Türkiye’nin Kıbrıs’ta Türkler için hak saydığı “etnik federasyon”u, Anadolu’da Kürtler için hak görmeyerek, Birleşmiş Milletlerin etnik federasyonlara yasallık sağlayan sözleşmesini imzalamamasıydı. Türkiye ne zamanKıbrıs Türk Federe Devleti’nin tanınması için uluslararası girişimlerde bulunsa, “Anadolu’da Kürtler için etnik federasyon kurmadıkça, Kıbrıs’ta Türkler için kurduğunuz “etnik federasyon”u tanımayız” denilerek geri çevriliyor; Türkiye’yi adım adım yıkıma sürükleyen ambargoların kaldırılması, bu uyduruk, haksız, dayanaksız denklemin çözülmesine bağlanıyordu. Türkiye, yıkıcı ambargolardan kurtulmak için, “çifte standartçı devlet” konumundan bir anönce çıkmak; bu düğümü bir an önce çözmek zorundaydı. Devlet yönetiminde görevalan sivil, asker, bürokrat, diplomat ve siyasetçiler arasında; “Ambargolara daha fazla direnemeyiz; Batı’nın dayattığı federasyonu kabul edip Ambargolardan kurtulalım” diyenlerin sayısı her geçen gün artıyordu. Tümden yok olmaktansa “federasyon”a dönüşerek var kalalım, diyenlerin görüşü; Orgeneral Kenan Evren’in 7 Mart 1978’de Genelkurmay Başkanı olmasıyla birlikte ağır basacak ve Türkiye’nin federasyon sözü vermesi karşılığında Amerika,Türkiye’ye uyguladığı ambargoyu 25 Eylül 1978’de kaldıracaktı.
Ambargonun Amerikan üslerini kapatma tehditlerimizin sonucu olarak kaldırıldığına inanlar vardı. Oysa, 1978’e dek Cumhuriyet tarihi boyunca tek-odaklı ulus devleti dillerinden düşürmemiş olan sivil, asker, bürokrat, diplomat ve siyasetçilerden pek çoğunun, 1978’de ambargo kaldırılır kaldırılmaz “eyalet”, “federasyon” havarisi kesilmeleri; Amerikan ambargosunun, federasyon ödünü karşılığında kaldırıldığını gösteriyordu.
Gelgelelim, 1978’de Türkiye’de halk desteğinden yoksun bir avuç ayrılıkçı dışında kendisini Kürt sayanlar dahil geniş kitlelerin “etnik federasyon” istemi bulunmadığı gibi, “sen Kürtsün, ben Türk’üm” gibi etnik kimliği öne çıkartan sürtüşmeler dahi parmakla sayılacak denli azdı. Böyle bir Türkiye’de, Hükümetlerin durup dururken “etnik federasyon”dan söz etmeleri, herşeyden önce kendi milletvekilleri ve seçmenleri tarafından alınlarına hain damgası vurulmasına yol açacağından; ortada ayrılıkçı bir terör örgütü ve bütün Türkiye’yi sarsan ayrılıkçı eylemler olmalıydı ki, hükümetler “çözüm getiriyoruz” diyerek halka “etnik federasyon”u benimsetebilsinler. İşte, MİT'in kullandığı bir büroda çaycılık yapmış, İslamcı şair Necip Fazıl'ın hayranı, Milliyetçi-Mukaddesatçı Abdullah Öcalan'ın, 24 Mayıs 1978 günü bir MİT mensubunun kızıyla evlendikten 6 ay sonra 27 Kasım 1978'de kurduğu “etnik federasyon”cu ve de “sosyalist” maskeli PKK; Amerika'nın ve Eylül 1978'de Amerika'ya federasyon sözü veren Türk yöneticilerin, toplumu “federasyon”a ikna etme gereksinimlerini karşılayan bir örgüt olarak o kesimlere böyle bir “hizmet” yapacaktı. Nitekim, 1999’daKenya’da yakalanan Öcalan’ın uçaktaki ilk sözleri; “Eğer bir hizmet gerekiyorsa yaparız. Türkiye’ye dönünce hizmet edeceğim. Fırsat verirseniz ederim. İyi hizmet edeceğime inanıyorum. Bir fırsat verilirse, bir hizmet imkanım varsa, ki inanıyorum vardır, hizmet yapabilirim.” olacaktı. 15
Batı’nın Anadolu’da “etnik federasyon” dayatmasını 1978’de kabul eden sivil, asker, bürokratve siyasetçiler arasında, bunu halka Osmanlı’dan kalma “eyalet” adıyla benimsetmenindaha kolay olacağını düşünenler çoğunluktaydı, çünkü o tarihte “federasyon”, “özerklik” gibisözler halka doğrudan Sevr’i çağrıştırdığından, vatan haini diye damgalanmaktan korkuyorlardı.
Başbakan Demirel’in; “Türkiye’yi Ankara’dan yönetmek imkanı kalmamıştır. Türkiye 15 bölgeye ayrılmalı, her bölge için ayrı plan yapılmalı.” 16 sözleri, 1979’un Aralık ayında işte böyle bir ortamda yayınlanacak ve ”Eyaletçi” 12 Eylül Askeri Darbesi, Demirel’in budemecinden çok değil 10 ay sonra gerçekleştirilecekti.
Anımsatalım: O tarihte doğrudan devlet güçlerine, devlet kurumlarına yönelik bir “etnik terör” yoktu. PKK, bu darbeyi –her nasılsa?- aylar öncesinden haber alıp Suriye’ye taşınmışve o tarihte bu örgüt henüz Türkiye’de askere polise yönelik etnik ayrılıkçı nitelikte bir tek saldırı dahi gerçekleştirmemişti. Yıllarca Türkiye’yi kan gölüne çevirip bir türlüyakalanamayan diğer teröristler ise, darbeden sonraki bir kaç gün içerisinde -kuşku verici bir hızla- yakalanmışlar ve ülkede iç güvenlik bütünüyle sağlanmıştı.Darbeye direnen yoktu. Böylesine süt liman bir ortamda, darbenin Genelkurmay Başkanı, bir yandan alanlarda birlik beraberlik söylevleri çekip “Kürt diye bir şey yoktur" diyerek ayrılıkçılığa ver yansın ederken; öte yandan, aynı anda, kendi buyruğunda çalışan Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etütler (ATASE) bürosu, Türkiye’yi Atatürkçü bir görünümle “federasyon”a geçirebilmenin yollarını yöntemlerini oluşturmaya çalışıyordu.Bu doğrultuda, darbeden altı ay sonra tamamlanan bir tasarı, 10 Mart 1981 günü Genelkurmay’ın ilgili odaklarına ulaştırılacaktı. Türkiye’nin, bizzat darbe yönetimi tarafındanve Türk yöneticiler eliyle Kürt federasyonuna bölünmesinin “en Atatürkçü” (!) yolunugösteriyordu bu Genelkurmay tasarısı...İlk kez Şubat 1997’de “Belgelerle Türk Tarihi Dergisi”nde, bizzat kaleme alan generaltarafından gizliliği kaldırılıp yayımlanan 10 Mart 1981 günlü Genelkurmay ATASE belgesi, 12 Eylül’ün derin misyonunun Atatürk’ün kurduğu tek-odaklı Cumhuriyeti, Atatürkçügörünerek çok-odaklı “federasyon”a dönüştürme işinin nasıl yapılacağını özetle şöyle açıklıyordu:
“T.C. GENELKURMAY BAŞKANLIĞI - ANKARA
10 Mart 1981
ATASE: 7130 – 81 SEK.
KONU: Özel bir Jeo-politik İnceleme-12 Eylül 1980 Sonrası Tedbirleri ve TürkiyemizinYakın Geleceği Üzerine Bir Rapor Denemesi:
(...) Milletin Ankara’ya güveni ciddi biçimde sarsılmıştır ve Türkiye’miz bugün tek merkezden idare edilebilme imkanını yitirme sınırına gelmiştir.
(...) Her il merkezi, teşrii (yasama), icrai (yürütme) ve kazai (yargı) yetkileriyle techiz edilerek 67 il merkezimizde, Millet Meclisleri kurulmalıdır.
(...) 1919-1938 yılları arasında, Ankara’daki tek lider Gazi Mustafa Kemal Atatürk, bütünTürkiye’ye yetiyordu. Ancak köprülerin altından çok sular geçti, Bugün tek değil, her vilayette bir Atatürk’e; 67 adet 23 Nisan 1920 Meclisine ihtiyaç vardır.
(...) Yunanlılar eski Osmanlı vatandaşlarıdır.(...) Yunanistan’la bir federasyon kurmalıyız.
(...) Kıbrıs dörde bölünüp Girne Türkiye’ye bağlanabilir, Baf Yunanistan’a bırakılabilir,bunlar dışında kalan topraklarda da federe bir devlet kurulur: Türk - Rum Federe Devleti.
(...) TRT ve diğer yayın organlarında Osmanlı İmparatorluğu’nun azınlıklara karşımüsamahası uygun vesilelerle dile getirilmelidir.
(...) Bilgi ve gereğini arzederim. Mahmut Boğuşlu. Tümgeneral. As. T. ve Str. E. Bşk”
Daha 1981’de “yerinden yönetim”le “merkezsizleştirme”yi kurtuluş olarak gösterip, sanki her il bir milletmiş gibi her ilde yasama, yürütme, yargı eşdeyişle devlet yetkileriyle donanmış bir Millet Meclisi kurulmasını ve her ilin kendi Atatürk’ü (yani, kurtarıcısı, devlet kurucusu)tarafından yönetilmesini savunmak; her ilin kendi yasama, yürütme, yargı organları olmalı diyerek böylece çok hukukluluğa yönelmek; bir yandan Türkiye’de 67 eyaletli bir federasyonoluşturulmasını isterken bir yandan da “Türk-Yunan Federasyonu” önermek; Girne’yi Türkiye’ye bağlayıp Kıbrıs’ın geri kalanını bırakmak, vs... bütün bunlar; Kıbrıs’ta kurulanTürk Federe Devleti’ni Anadolu’da bir Kürt Federe Devleti kurdurarak ödetmek isteyen Batı’ya, ambargoyu kaldırması karşılığında vaadedilmiş olan federasyonu, “Atatürkçü, çok Atatürkçü”(!) görünerek gerçekleştirebilme çabalarının bir sonucuydu.
12 Eylül Genelkurmayı’nın kapalı kapılar ardında gizlice “federasyon” tasarladığını gözler önüne seren bu belgenin altı sayfadan oluşan eksiksiz tıpkı basımını, “Türkiye’nin Siyasiİntiharı: Yeni-Osmanlı Tuzağı” adlı kitabımın 673-681. sayfalarında yayımladım.Okuduklarına inanamayan kimi gazeteciler, 12 Eylül Darbesi’nin Devlet Başkanı +Genelkurmay Başkanı + Milli Güvenlik Konseyi Başkanı olan Orgeneral Kenan Evren’ekoştular. Evren’in 28 Şubat 2007 günlü Sabah gazetesinde yayınlanan:
“Bölge valilikleri belki de eyalet olur diye düşünmüştük. Bundan korkmamak lazım.”
(...) “Kaç senesi var bilmiyorum ama Türkiye ileride eyalet sistemine geçebilir.”
sözleri şok yaratacak; bütün gazete ve televizyonlar, daha fazla demeç almak için Evren’in kapısına yığılacak ve Evren, 1 Mart 2007 günlü Hürriyet gazetesinde yayımlanan demecinde:
“Aslında bu düşüncem yeni değil. Daha 1980'li yılların başında bunları düşündüm.”
(...) “Bölge idare mahkemelerini kurarken bu zihniyetle hareket ettik. Türkiye'yi birtakımbölgelere böldük. Yetkileri oraya devrettik.”
(...) “Cumhurbaşkanı iken Bavyera'yı ziyarete gitmiştim. Baktım üç bayrak çekmişler. Bir Türk, öteki Alman bayrağıydı. Bu üçüncüsü ne bayrağı diye sordum. 'Burası Bavyera Eyaleti, onun bayrağı' dediler.”
(...) “Türkiye bir gün mutlaka bu adımları atacak. Yoksa huzur bulmamız mümkün değil.”
(...) “Tutturmuşlar bir karış toprak vermeyiz diye. Bunlar dünyaya ayak uyduramayan insanlar. Huzur bulmak istiyorsak cesur adımlar atmalıyız.”
(...) “Geldiğim yaş ve yaptığım işler bana bu cesareti veriyor. İşte ben de çıkıp söylüyorum.” diyecekti.
Daha önce, “Türkiye’de Valileri seçilmiş dört eyalet istedim, olmadı” sözleri 28 Mayıs 2000 tarihli Yeni Binyıl gazetesinde yayımlandığında kimsenin dikkatini çekmeyen Evren; 2007’de verdiği bu dikkat çekici demeçlerle, “Türkiye’nin Siyasi İntiharı” kitabımda belgelerle gözler önüne serdiğim “12 Eylül’ün derin misyonu federasyondur.” saptamamı, en yüksek düzeyde doğrulamış oldu.
Gelgelelim, kendisini Kürt sayanlar dahil, toplumun ezici çoğunluğunun “federasyon” diye bir talebinin bulunmadığı; dahası, PKK’nın bile henüz devlet güçlerine karşı eylemlere başlamamış olduğu 1980 yılında; bir Türk Genelkurmay Başkanı’nın amaçları arasında nasıl olup da Türkiye’yi “federasyon”a geçirmenin bulunduğu; darbeci generallerin nasıl olup da PKK’dan önce “federasyon”cu olabildikleri sorusu, kimsenin usuna gelmedi.
12 Eylül Genelkurmayı, bir yandan 7 Kasım 1982'de yürürlüğe soktuğu Anayasa'da “Madde3- Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür” derken, öte yandan kapalı kapılar ardında Türkiye'yi federasyona dönüştürmek üzere sinsi çalışmalar sürdürecek; federasyona geçişte ilk adım olduğu 27 yıl sonra Evren tarafından ifşa edilen “BölgeValiliği” kararnamesini, 6 Kasım 1983 seçimlerinden bir ay önce, 4 Ekim 1983 günü ResmiGazete'de yayımlayarak yürürlüğe sokacaktı. Atatürkçü subaylara; “8 jandarma bölgesinde 8 bölge valiliği kurarak sivil idareyi askeri yapılanmaya uyarlıyoruz” diye yutturulan bu kararnamenin kanuna dönüştürülme işini büyük bir kurnazlıkla sivil parlamentoya bırakanDarbe Yönetimi; parlamentoya girecek sivil yandaşlarının kararnameye “bölge valilerinin halk tarafından seçilmesi” maddesini ekleyerek kanunlaştırılmasını ve böylelikle “bölücü” damgasının gelecek kuşaklarca darbeci askerlere değil, seçimle toplanmış sivil parlamentoya yapıştırılmasını tasarlıyordu. Seçimlerden sonra parlamento gündemine getirilen bu federasyoncu kararname; kimi milletvekillerince “valilerin halk tarafından seçilmesi” koşuluyla savunulurken, çoğu milletvekilince “bu, Türkiye'yi böler!” diye eleştirilecek ve askerin hazırlayıp yürürlüğe soktuğu federasyon kararnamesi, sivil parlamentoda reddedilerek yürürlükten kaldırılacaktı. Bu “sürpriz” sonuç, hem Batı'yı, hem 12 Eylül Genelkurmayı'nı, hem PKK'yı çok öfkelendirecek; Evren'in federasyon kararnamesi yürürlükte olduğu sürecehiç bir eylem yapmadan “paşa paşa” bekleyen PKK, -bölge valiliği kararnamesininfederasyon için tasarlanmış ilk adım olduğu sırrını Evren 2007'de ifşa etmeden önce, daha1983-84'te her nasılsa biliyor olmalı ki- bu kararnamenin 11 Temmuz 1984'te sivillerce yürürlükten kaldırılması üzerine derhal silaha sarılarak 15 Ağustos 1984 günü Şemdinli-Eruh Baskını'yla ilk etnik federasyoncu terör eylemini gerçekleştirecekti.
O günden bu yana PKK'nın her kanlı eyleminde, yurttaşlarımız -[12 Eylül Generkurmayı'nın gizli tasarısının federasyon olduğunu bilmeden salt PKK'yı lanetlemekte]- “federasyon” utartışmakta ve Türkiye, otuz yıldır “Eyaletçi Generaller”in örsü ile “Federasyoncu PKK”nınçekici arasında dövüle dövüle “federasyon”a sürüklenmektedir.
1974’te Kıbrıs’ta, Beşparmak dağlarını bir kaç yüz şehit vererek 3 günde Rumlardantemizleyen ve basında, televizyonda, bir tek şehit fotoğrafı dahi yayımlatmayan Türk Genelkurmayı’nın; coğrafi yapısı askeri harekata Beşparmak dağlarından daha elverişli olan Kandil dağını 20 yılda PKK’dan temizleyememiş olması; 2008’de eksi 20 derece soğukta 1,5 metre kar altında PKK’ya karşı sınır ötesi harekata gönderilen birliklerin, bir kaçgün sonra “donacaksınız, dönün!” emriyle geri çağırmaları; PKK’nın topluma, Amerika’dan alınacak anlık istihbaratlar ve İsrail’den alınacak Heron’lar olmazsa yenilemeyecek bir örgüt olarak tanıtılması; toplumu yılgınlığa, yenilgi psikolojisine sokan yayınların hiç bir yasal sınır tanımadan sürdürülüyor olması; bir saat önce şehit olan bir askerimizin, ilkokul, sünnet, nişan, düğün fotoğraflarıyla bütün aile albümü, en özel anılarıyla, sevgilisine, nişanlısına, eşine, dostuna, anasına, babasına, çocuğuna, yavuklusuna yazdığı “özel yaşamın dokunulmazlığı” kapsamında izinsiz yayımlanması kişilik haklarına saldırı oluşturan mektuplarıyla birlikte, henüz cesedi bile soğumadan, televizyonlarda “reality show” gibi kurgulanmış haberle konu olabilmesi; şehitlik haberinin görevli subaylarca aileye bildirileceği gün ve saatin, aileden önce televizyonlara haber verilerek, kameraların o andaorada hazır bulunmasının sağlanması; şehit ailesinin kapısını çalan subayın omuz başından, apoletlerinin üzerinden çekim yapan kameraların, kapının zilinin çalındığı andan itibaren kayda girmesi; ocağına ateş düşen bağrı yanık anaların, babaların, eşlerin, çocukların çığlıklarının, haykırışlarının, ağlamalarının, dövünmelerinin, ağıtlarının “reality show”lara taşçıkartırcasına montajlanıp üzerlerine müzikler bindirilerek tekrar tekrar gösterilmesi, vs... bütün bu saçmalıkların anlamı, 12 Eylül’ün “derin misyon”unda gizlidir.
12 Eylül’ün “derin misyon”u, “etnik federasyon”dur. Türkiye’yi “federasyon”a götürmeyeyönelik ilk silahlı eylem, PKK’nın 15 Ağustos 1984 Şemdinli-Eruh Baskını değil, ondan önce gerçekleştirilen, 12 Eylül 1980 Darbesidir. 12 Eylül Eyaletçi Federasyoncu Askeri Darbesi’nden bu yana otuz yıldır toplumumuz, Batı’nın federasyon istekleri doğrultusunda;
•Bir yandan; Evren’in çizgisini sürdürerek, tıpkı onun gibi, Atatürkçü görünüp birlik beraberlik söylevleri çekerken, bir yandan da kapalı kapılar ardında federasyoncu etkinliklerde bulunan kimi askerler ve onların sivil yandaşlarınca,
•Bir yandan; “Federasyoncu PKK” ve onun sivil yandaşlarınca,
•Bir yandan; medyanın federasyoncu “genel yayın kurmayları”nca,
üç başlı bir “sacayağı” tarafından, “federasyon”a hazırlanmaktadır.
Şimdi, Karagöz: “Ayrı eve çıkacağım” (konfederasyon) diye tutturdu.
Hacivat “Evin içinde ayrı oda (federasyon) vereyim” diyecek; ve medya bu “Hacivat -Karagöz” oyunuyla federasyonu Türkiye’ye “ehven-i şer” (kötünün iyisi) olarak kabulettirecektir. Ne diyelim? “Allah devlete millete zeval vermesin”
Amin...
1 Lozan Antlaşması, 45. madde.
2 Lozan Antlaşması, 30-36. maddeler.
3 Lozan Antlaşması, 16, 17, 20, 21. maddeler.
4 Dr. Erdoğan Karakuş, “Türk-İngiliz İlişkileri”, IQ y., 2006. sf. 272-279.
5 Uğur Yıldırım, “Misliyle Mukabele”, Truva y.
6 Cengiz Özakıncı, “Dersim Dersi”, Bütün Dünya dergisi, 2010-1 sayı , 45 sf.
7 Time Dergisi, 3 Ocak 1964: “Greece 850, Turkey 650, Britain 10,000 troops at two baseson the island.”
8 Mustafa Remzi Bucak, “Bir Kürt Aydınından İsmet İnönü’ye Mektup” Doz y., 1. bs.,1991
9 Bilal N. Şimşir, “Kürtçülük II”, Bilgi y., 2. bs., Şubat 2009, c.2, sf. 228-233.
10 Vedii Bilget, Cumhuriyet gazetesi, makale,
11 - Şefik Epözdemir, “Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi” 1968/235 Antalya DavasıSavunması, Peri y., 1. bs. Mart 2005
12 Russell Warren Howe- Sarah Hays Trott, “Washington Kulisleri”, Milliyet y., Nisan1978, sf. 144.
13 Bilal N. Şimşir, “Kürtçülük II”, Bilgi y., 2. bs., Şubat 2009, c.2, sf. 232.
14 Alber Bilen, “Türk Sanayiinde Kırk Zorlu Yıl”, ıst., 1988, Final Matb., sf. 373-379
15 Milliyet, 18.02.1999
16 Arslan Bulut, Yeniçağ gazetesi, 20 Ekim 2006 “Demirel yıllar önce neler savunmuş”.(Ferit Öngören, Günaydın gazetesi, 6 Aralık 1979, sf.12, “Demirel neler vaadetmiş”.)
Cengiz ÖZAKINCI, “Bütün Dünya”, Eylül 2010
cengizozakinci@butundunya.com.tr