
Guy De Maupassant, taşradan Paris’e geldiğinde hummalı faaliyeti hemen sezdi. Kentin göbeğine demir-çelikten bir kule dikiliyordu.
İtiraz etti, yazılar yazdı, protesto etti. Ama teşebbüsü bir türlü önleyemedi. Kule dikildi. Bir süre sonra yazarın her gün sabah kulenin dibine gelip oturduğunu, kahvaltısını orada ettiğini, yazılarını orada yazdığını, geç vakte kadar şarabını kulenin dibinde içtiğini görenler, sonunda dayanamayıp yanına gittiler. “Üstad” dediler, “Siz Fransa’da bu kuleye en fazla karşı çıkan kişiydiniz. Şimdi ise dibinden ayrılmıyorsunuz. Bu nedir?” Yazar cevap verdi: “Bu sefil kule sadece buradan görünmüyor.”
Kıssadan hisse:
Neyi görmek istemiyorsanız, gider onun dibine yerleşirsiniz. Türkiye’nin göbeğine çakılan AKP iktidarını görmek istemeyenler de gidip onun etekleri altına saklanmıyor mu?
* * * *
Türkiye, Türkiye olalı böyle zulüm görmedi!
“Operasyon yağmuru” kırkikindi yağmurlarına döndü, millet gündem manyağı oldu.
AKP, memleketi “ileri demokrasiye” geçirdi fakat herkes korkuyor.
Madem bu topraklara ilk kez demokrasi getiriyorlar acaba neden “korkutucu” demokrasiyi seçtiler? İnsan, kendi milletine böyle mi demokrasi seçer?
Medya’nın Hacivat-Karagöz’leri sabah akşam konuşup yazıyor, sahte analizciler döktürtüyor fakat yine de işin içinden çıkamıyorlar.
Çünkü sokaktaki vatandaş bu “psikolojik saldırının” da çaresini bulmakta gecikmedi.
Milletin yarısı analist oldu, öbür yarısı da stratejist!
Çarıklı erkan-ı harp uyanık, Erdoğan’a söz söylemiyor ama dünyada ne kadar kankası varsa, Berlusconi’den Sarkozy’ye; Putin’den, Ahmedinecat’a; Obama’dan Kraliçe’ye ana avrat dümdüz gidiyor.
Taksi şoförleri bile analizde Fehmi Koru’yu solladı.
2. Cumhuriyetçiliğin fikir babası geçinen Mehmet Altan, nedense Obama’nın Kaddafi operasyonu konusunda sus pus!
Obama seçildiğinde “Dünyada demokrasi kazandı” diye göbek atan Cengiz Çandar ise Obama’yı unuttu, Ahmet Davutoğlu’nun peşine takıldı. Cengiz Çandar’ı en son Turgut Özal ciddiye almıştı, Türkî cumhuriyetlere açılayım derken, fazla yemekten rahmetlik oldu.
Hazret, Radikal’deki son makalesinde, “Hrant Dink cinayetini” gönül rahatlığı ile Silivri’de yatanların üzerine yıkabiliyor. Bir insan ancak planlamanın içinde yer alıyorsa bu kadar emin olabilir. “İktidardan aldığı” yapay güç zehirlenmesi Cengiz Çandar’da, akıl zehirlenmesine yol açtı.
Bunların alayı aynı... Ortada analiz falan yok yaslamışlar hükümete sırtlarını önlerine geleni suçluyorlar.
Tıpkı Açık Radyo’cuların “analiz” konusunda birkaç hafta içinde çırak çıktıkları gibi... Kahire’nin Tahrir Meydanı’na internet üzerinden apartılan bindirilmiş kıtaları görünce “Mısır’da halk devrimi oluyor” diye sünnet düğünü başlatan yorumcuların dili içeri kaçtı.
İdareyi ele alan Ordu, “yeni anayasa yapalım mı” diye referandum yaptı ya... Katılım yüzde 41, Mısırlı sandığa bile gitmedi. Sandığa gidenlerin de yüzde 72’si askeri vesayet altında yapılacak olan yeni anayasaya evet dedi. Yeni anayasaya hayır diyenler ise yüzde 22’yi aşmadı.
Londra’nın paraşütle gönderdiği El Baradey cascavlak ortada kaldı; Hasan Cemal’in Tahrir meydanında üzerine çıktığı “devrimci tank” şişme tank çıktı!
Ömer Madra “Arap müziklerini” kesti, çünkü devrimin, umulduğu gibi “renkli devrim” olmadığı anlaşıldı, Amerikan Açık Toplum enstitüsünün “Soros türküleri” yeniden devreye sokuldu.
Ömer Madra tek başına olsa gam yemem, “eski bir proleter devrimci ‘renkli devrimlere’ gönül vermiş, canı sağ olsun” der geçerim ve lakin yanı başında Ahmet İnseller, Şahin Alpaylar, Cengiz Aktarlar... En büyük haber kaynakları da Taraf gazetesi, TESEV, MESEV gibi kıymetleri Amerikan NED’den menkul STK’lar, son şenlikte 5 bine yakın gönüllü destekçi buldular ama şenliğe büyük gölge düştü, çünkü Mısır’da devrim olmadı.
Bunları analiz konusunda taksi şoförlerinin yanına staja göndermek lazım ama gene de haklarını yemeyelim, analizler kendilerine ait değil, “çeviri” yapıyorlar sadece! Çeviri üzerinden entelektüalizm de işte bu kadar olur.
Durmadan ülkenin aydın ve demokratlarını suçluyorlar fakat ortada iktidarlarının işlediği “örtülü” suçlardan başka suç yok.
Bu bilmişler, Libya’da neler oluyor anlatsalar da aydınlansak bir miktar.
Koltuğa oturduğunun senesi dolmadan “Nobel Barış ödülü” verilen Obama, Libya’da acaba neyin antrenmanını yapıyor, daha doğrusu yaptırılıyor?
Amerikan Kongresi’ni ele geçiren Cumhuriyetçiler, Obama hükümetini çoktan kilitlediler, yakında kepenk indirmeye hazırlanıyor. Söylesinler bakalım, Kraliçe kendisini kurtarabilecek güçte mi?
* * * *
Sivil dikta yazılımlı robotlar ve vesayet rejimi!
Askeri vesayet rejimi diye diye kendi vesayet rejimlerini kuranlarla, onları alkışlayanların dışında herkes potansiyel suçlu, potansiyel şüpheli.
12 Eylül referandumunda “hayır” diyen yüzde 42’lik seçmen kitlesi, toptan örgüt(!) üyesi... Ortada bir örgüt yok ama olsun, “örgüt üyesi” denince zaten kimse ne örgütü diye sormuyor.
Sabahın köründe kapı çalındığında “kim o” diye soracak olursanız, polis artık “Sütçü değil!” diye cevap veriyor. Durum bu!
Türkiye’nin gerçek polisi, içine sızmış F tipi organizatörleri eline geçirdiğinde dolma gibi oyacak bunu bile hesap etmekten yoksunlar.
Medya dünyasında “robotize edilmiş” embedded unsurların muhabbetine bakarsanız, AKP iktidarı Üsküdar’ı geçti, Turkuaz devrim tamamlandı, şimdi milyonlarca Atatürkçüyü, cumhuriyetçiyi, AKP karşıtını nereye koyacaklarını düşünüyorlar.
Yardımcı olalım, Silivri yetmez, 1000 tane stadyum hazır etmeleri gerekir.
Sonra da şunun hesabını yapmalılar tabii:
Tarihte Türk milletini bu şekilde içeri tıkabilen bir kuvvet çıktı mı? Çıkabilir mi?
Medya üzerinden estirdikleri rüzgâra rağmen bütün güçleri meydanda:
Sayıları 50’yi geçmeyen yazar-çizer, güya demokrat sahte liberal aydın tayfası.
Bir o kadar istihbaratçı, analizci, raportör, emekli memur.
Bir o kadar, kriminal siyasetçi.
Bir o kadar da, iş adamı kisvesinde gezinen açgözlü, kravatlı dolandırıcı!
Hepsi bir araya gelse kaç yazar?
Sadece medya üzerinden “sanki çok güçlülermiş, sahiden iktidarlarmış gibi” aldatıcı bir rüzgâr estiriyorlar.
Sahiden iktidar olan bir hükümet, “NATO’nun Libya’da ne işi var” diye bağıra bağıra posta koyar da, iki hafta sonra saldırı güçlerine tam kadro iştirak eder mi?
“Biz Libya halkına silah sıkmayız!” diyerek bir de çocuk kandırıyorlar.
Silah ambargosuna katılınca, saldıranların elini güçlendirmiyor musun? Ne farkı var?
Açık açık anlatabiliyorlar mı millete, Libya’da ne aradıklarını? Hayır.
Irak’a gireceklerdi, giremediler. Şimdi Libya’da mecburi “staja” tabii tutuluyorlar. Bunun arkası nereye gider diye düşünen yok.
Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Erdoğan, Londra’yı ziyaret ediyor, dönüşte de bir matah yapmış gibi “Kraliçe’yi bilgilendirdik” diyor. Türkiye Cumhuriyeti, Kraliçe’nin bilgi toplama merkezi mi?
Neymiş, AKP güçlü iktidarmış! Duy da inanma...
Gazeteci yazar diye dolanan sivil dikta yazılımlı robotların da, yarısı The Guardıan’ın çevrisini, öteki yarısı Washington Post’un çevirisini yapıyor. Le Monde’u çevirenler gene bir matah yaptıklarını sanıyor.
Millete Avrupa Birliği diye masal anlatıyorlar, öte tarafta İngiltere Sarkozy ile Obama’yı kafalamış Libya’ya sürüklüyor, Almanlar ise New York Borsası’nı satın almak için iş çeviriyor, anlı şanlı analistlerden ses çıkmıyor. Görmek istemediklerini yok sayıyorlar, nasıl olsa hesap soran bırakılmadı ortalıkta...
Nerede Avrupa Birliği? Birlikten geriye kalan batık ülkeler, Yunanistan, İspanya, Portekiz, Çek, Macar, Lehistan, Bulgar cumhuriyetleri, Yugoslavya’dan türettikleri küçük memleketlerin alayı can çekişmekte. En son kurulan 500 milyar Euro’luk Avrupa Fonu’nun en büyük kasası Almanya, de facto bütün Avrupa’yı kucağa oturtmuş durumda, bunlar bize hala Avrupa Birliği’nden dem vurmakta.
Yıllardır medyada AB müktesebatını anlatarak şöhret yapan Cengiz Aktar, “AB’yi anlatamaz hale geldi” farkında değiller.
Bir tek Mehmet Altan ile dublörü Eser Karakaş papağan gibi hala AB deyip duruyor, kulak asan yoksa da...
*******
“İşadamı” kılıklı robotçuklar
Bir de “işadamı” kılıklılar var.
Cem Boyner örneğin.
Terziler ne zamandan beri anayasa yapmaya başladı ki?
Sıradan bir terzi, eline makas verseniz gömlek biçemez ama memlekete “anayasa biçmeye” soyunuyor.
Nitekim, Ergun Özbudun’un yıllardır pişirdiği anayasa taslağını savunurken, ansızın bir vecize yumurtladı:
“Türkiye’deki insanların özgürlüğü ve onuru; ülkenin bölünmesinden, daha önemlidir” dedi.
Bu yüzden işte dünyanın hiçbir yerinde devletlerin bütünlüğüne terziler karar vermiyor.
Ayrıca Ergun Özbudun nam profesörün Amerikan “NED” bağlantılarını araştırsın bakalım, ardından kimler çıkacak?
Okuyucu bu arka planı “Project Democracy” diye okuyabilir.
Cem Boyner o skandal açıklamayı yapınca, gazeteciliğim tuttu, İstanbul AVM’lerinden birindeki parıltılı Boyner mağazalarından birine girdim, küçük bir alışveriş yaptım ve sabah 10.00, akşam 22.00 deli danalar gibi çalışan mağaza personeline sordum:
Maaşlarınız hangi düzeyde diye...
El cevap: Asgari ücret!
Günde 20 liraya 12 saat çalıştırdığı insanların saat ücreti 2 liraya bile gelmiyor, Boyner’in evinde beslediği kedilerin günlük masrafı kaç para acaba?
Ama cibilliyet bu işte!
Aslan gibi gençleri İstanbul’un göbeğinde 20 lira yevmiye ile çalıştıracaksın, TÜSİAD üzerinden memleketi “bölmeye” yönelik anayasayı servise sokacaksın, sonra da “halkın mutluluğunun” önemini anlatacaksın. Bu arada da “eşinin” arkasına saklanacaksın.
Bir de kalkmış, insan “onur”undan dem vuruyor utanmadan.
20 liraya çalışan gençte sağlam onur mu kalır?
Sen önce çalışanlarını “kurtar”, sonra Türkiye’ye bakarsın...
Sadece Cem Boyner değil tabii.
İş âlemi tarafından “yalamaya” alıştırılmış Türk medyası da olaylara “küresel” bakmaya şartlandığı için, “insan” denilen mahlûkatı tamamen terk etti, sadece “makro” rakamlara bakıyorlar, hükümetin önlerine attığı kemikleri huzur içinde manşete çakabiliyor:
Türkiye’nin gayrisafi milli hâsılası trilyonu buldu.
Kişi başına gelir 10 bin dolar!
Ama gençlerimiz, o da iş bulabileni asgari ücrete talim ediyor. Bu mudur?
Kibirli liberal, dilinden “insanı” düşürmez ama dönüp de insana bir defa bile bakmaz. Bu ülkede, dünyanın ezilen horlanan birçok ikliminde olduğu gibi asgari ücret, bırakın yoksulluk sınırını, “açlık sınırının” bile altındaymış ne gam?
10 milyon emeklinin durumu da farklı değil.
Kamu işçisi 4C’ye mecbur ediliyor, köylü çiftçi çoktan havlu attı.
Ama “insan” bunlar için istatistikte bir sayı.
“Birey” lafı ise göz boyamak için rimel.
Ege Cansen, Güngör Uras gibi iktisat ustaları, poposunu yırtarak “AKP’nin 8 yıllık iktidarında milli gelir sadece yüzde 31 düzeyinde artmıştır”, ayrıca “toplam gelir artışı herkesin gelirinde artış anlamına gelmez” diye gerçekleri anlatsalar da Pavlov’un “gazetecileri” iktidar adına manşetlerde düğün dernek yapıyor.
Gazetecinin vicdanı kalmamışsa çek kuyruğunu gitsin...
*******
“Devşirme” gazetecilik
Bu “liberal” tayfa, yıllardır desteklediği AKP iktidarından yumruk yemekten de iyice “dayak arsızı” haline geldi.
Şu sıra, savcı Zekeriya Öz’un görevden alınması ile aldıkları darbenin şokundalar.
İlkinde Nedim Şener ile Ahmet Şık’ın tutuklanmasıyla abandone oldular, arkasından basılmamış kitap yakalandı, imha edildi “dumura” uğradılar.
“Ama ayıp oluyor sayın AKP, bir kitaptan ne istiyorsunuz” dediler, “İnsanların yıllarca suçlarını dahi bilmeden tutuklu yatırılması neyse de bir kitabı ‘imha” etmekle bizi mahvettiniz, şimdi biz insanlara ne anlatacağız” diye sızlanmaya başladılar.
Bunlar için, insanların perişan olması, ölmesi, ezilmesi, kişiliklerinin çiğnenmesi önemsizdir ama bir “kitap” takibata uğramaya görsün, anında aslan kesilirler.
Daha embriyon halde iken entel “formasyona” kavuştukları için kitap denince akan sular durmalıdır.
Tanzimat aydınının torunları, insana karşı suç serbest, kitaba karşı suç ayıp!
“Bedenime sahip olabilirsin ama kitaplarıma asla!”
Aksi halde “entel faça” bozulmuş olur.
İnsana değer vermeyip “yazılı neşriyatı” savunmaları, Türk insanına Londra’dan, Paris’ten veya Washington’dan bakmalarına dayanıyor.
Türkler zayi olabilir ama kitaplar olamaz.
Bakınız, geçen Ay Kahire’ye gidip Tahrir meydanında tankın üzerine zıplayan Hasan Cemal, New York’a gitmiş, her zaman oturduğu kafeye oturmuş, Amerika’lara gidip üniversite konferansında Ermeni Diasporası ile “hasret gidermekten” mutlu, çünkü Asala cinayet örgütü Marslılar’ın diplomatlarını öldürmüştü, yine de ben Ermeni Diasporası’na acıyorum, Hasan Cemal’e kaldılarsa yanmışlar demektir.
Kimlik, aidiyet, kültür ortaklığı sıfır! İşte size bir liberal prototipi, ama kusura bakmayın cuntacılıktan, baasçılıktan devşirilince de bu kadar oluyor.
Tıpkı FKÖ tipi devrimcilikten, küreselciliğe devşirilince ortaya Cengiz Çandar’ın çıktığı gibi...
Hasan Cemal efendi, Nilüfer Göle’den alıntı yapıyor:
“Aydın olmanın bir parçası da kendine yönelik şiddet. Yalnızca dışarıdaki değil, kendi içinizdeki taşları da sürekli yerinden oynatmak zorundasınız. Çünkü aydın olmak için kendinize ihanet etmek zorundasınız.”
Kabul! Kendinize istediğiniz kadar ihanet edebilirsiniz de sakın siz “kendimize ihanet ediyoruz” derken memlekete ihanet ediyor olmayasınız. Ayrıca öyle bir “aydın” tarifi de yoktur, ancak pazarlamacı tarifidir o.
* * *
AKP-liberal boks maçı devam ediyor
Entel zevat, AKP’den yediği darbeleri atlatmaya çalışırken, küüüt diye Zekeriya Öz görevden alındı.
Hoppala, eniştem savcıyı niye öptü? Enişte kim?
Dantel dünyasında kendilerine yer yapmaya çalışan ikinci kademe kalemler hemen sarıldı işe, “Bu bir terfidir, Ergenekon davasında bir aksama olmaz” demeye başladı.
Kıvırtmakta daha usta olanlar ise şimdilik susuyor.
Susuyorlar çünkü yedikleri yumruğun tesiriyle ringde iki seksen uzanmış yatıyorlar.
Durum kelek!
Dört yıldır Türkiye’yi kasıp kavurmuş, yediden yetmişe milleti operasyon manyağı yapmış bir “süper dizinin” jön prömiyeri diziden ayrılıverdi.
Polat’ı çek Kurtlar Vadisi’nden, aynen o vaziyet.
Şimdi oturdular, “pi” sayısı olmadan çember problemi çözmeye çalışıyorlar.
Dere geçerken at değiştirilir mi?
Veyahut savaşın en can alıcı anında komutan görevden alınır mı?
Alınmaz ama kim bilir Zekeriya Öz, belki de “menüsküs” olmuştur.
Bu noktada bir itirafta bulunmama izin verin, bendeniz aslında savcı Zekeriya Öz’e acıyorum.
İcbar edilmemiş veya aklını peynir ekmekle yememiş hiçbir savcı, 10 bin sayfalık iddianame hazırlamaz.
Bunun adı hukukta “ortada ciddi bir iddianame yok” demektir.
Savcıları tepe tepe kullanan, medya üzerinden bilgi kirliliğini yürüten “istihbari kadro”, şimdi de küçük bir “yasal değişiklik” ile haklarında “yargıyı etkilemek” ve dahi “özel hayatı faş etmek” suçlarından dava açılmış “kullanılmış gazeteci” kadrosunu tereyağından kıl çeker gibi temize çıkarmaya girişti.
4 yıllık böyle küresel bir operasyonun sonunda kendinizi lütfen Zekeriya Öz’ün yerine koyar mısınız?
Hem çırak çıkartılmışsın hem de bundan sonra anneler yaramazlık yapan çocuklarını “Seni savcı Zekeriya’ya veririm” diye korkutacak!
Acımazsınız da ne yaparsınız.
Nazlı Ilıcak, Cengiz Çandar tayfasının savcının arkasından “teşekkür” yazısı yazmalarını da böyle okumak lazım:
“Yaktık seni ama kusura bakma!”
İster Zekeriya Öz ile gitsin isterse başka türlü yönetilsin, Silivri davasının bir hukuk davası, “suç ve ceza” davası olmayıp külliyen bir “siyasi dava” olduğu çoktan aşikâr.
Bu gerçeği, entel çetenin yıllardır sanki sahiden bir hukuk davası “sürmekteymiş” gibi takındığı tiksindirici tavır bile kanıtlamaya yeter.
Yassıada mahkemelerindeki “hukuksuzluklara” bayrak açarak kendiliğinden “demokrat”(!) sınıfına intikal eden Nazlı Ilıcak, “Savcı Öz’e hizmetlerinden ötürü teşekkür yazısı” yazıyorsa, davanın ne kadar siyasi olduğu zaten ortadadır.
Medyadaki görevli(!) personel, Silivri sürecinin aslında bir “hukuk davası” olmadığını herkesten çok biliyor.
Bilmeselerdi, içlerinde birkaç vicdan sahibi çıkar da “kör gözüm parmağına hukuksuzluklara” cılız da olsa itiraz ederdi.
Mehmet Barlas mesela, sorabilir, “hem ileri demokrasi hem de özel yetkili mahkemeler nasıl oluyor da bir arada oluyor” diyebilirdi.
*****
Özel yetkili mahkemeler ve Brüksel zihinli enteller
AB’ci Mehmet Altan örneğin, gazetedeki köşesinde “Avustralya’da gençlerin lisede okurken askerlikten tezkere aldığını” anlatarak memlekete “askeri don” biçeceğine, Başbakan’a seslenebilir, “10 yıl tutukluluk olur mu hacı abi?” diyebilirdi.
Avustralya dediğin yer, dayamış sırtını Britanya kraliçesine, oturmuş kucağa, “askerliği” önemsemeyebilir. Zaten gene Britanya yüzünden Çanakkale’de dersini almış, askerlikten pek hazzetmiyor olabilir, peki ya dünyanın kilit taşı Anadolu’dan hala sökülüp atılmaya çalışılan Türklerin durumu aynı mı, behey şaşkın?
Ha, biz de Kraliçe’nin kucağına oturup rahatımıza bakalım diyorsan o başka!
Bu memlekette 12 Mart rejimi tarafından ihdas edilen DGM’lerde (özel yetkili mahkemeler) yüzlerce genç süründürüldü, TCK 141, 142 ile...
1976’da kaldırılan DGM’ler, 1985 yılında Turgut Özal tarafından yeniden hortlatıldı.
Dikkatlerinizi istirham ederim, Cengiz Çandar Turgut Özal’ın danışmanı, Mehmet Barlas ise kankasıydı. Yani bu arkadaşlar liberal, demokrat ama kendilerine dokunmayacak her türlü özel yetkili mahkemeye karşı sempatiyle dolu.
Üzerinize afiyet, Sabah gazetesinde DGM’lere karşı az hukuk mücadelesi vermedim, bir ara Türkiye’ye akın etmiş “nataşa” ismiyle anılan zavallı kadınları yargılamaya başlamışlardı, bendeniz de “pezevenkler tarafından zorla fuhuş yaptırılan kadınların devlet güvenliği ile ne ilgisi var?” diye isyan etmiştim.
Entel tayfa görmezden geldi ama bu defa AKP iktidarı, “uyum yasaları” çerçevesinde DGM’leri 2004’te kaldırıyor, onun yerine “özel yetkili mahkemeler”, özel yetkili savcı ve hâkimler sistemine geçiyordu.
Derdi hiçbir zaman demokrasi ve barış olmayan Avrupa’nın çakalları, bu “kurnaz” değişikliğe bilerek göz yumuyor, haliyle buradaki işbirlikçileri de göz yumuyordu.
AKP iktidarında zerre kadar demokrasi ve hukuk “bilinci” olsa ülkeye “özel yetkili mahkeme sistemini” getirir mi?
Özel yetkili yargı sistemi, özel yetkili hâkim ve savcı ihdası çok açık olarak şu anlama gelir:
“Ben istediğimi kanunları ve kanun adamlarını kullanarak yapacağım!”
Türkçesi de şudur:
“Hitler, Stalin, Mussolini veya El Beşir olacağım ama ‘kanun’u kullanarak olacağım.”
8 yıllık AKP iktidarının boynunda üç büyük suç asılı duruyor:
Küresel angajmanlar, gizli anlaşmalar.
Devasa yolsuzluklar, akçalı indirmeler.
Ve özel yetkili mahkemeler.
(Yani demokrasi, hukuk ve insan haklarının ırzına geçilmesi!)
Bir taraftan da millete “namuslu” görünmek için “hadım yasası” çıkartıyorlar.
Özel yetkili mahkeme sisteminde, terörle mücadele yasasıyla pekiştirilmiş “özel katalog suçları” üzerinden tutukluluk sürelerinin 10 yıla kadar tırmandırılması “turnusol” niteliğindedir.
Kimin gerçekte ne olduğunu, bilerek ya da bilmeyerek nereye çalıştığını anlamak istiyorsanız, Türkiye’de bugün yegâne ölçü budur.
Mesele kanun maddeleri değil, hukuk nosyonudur. Mekteb-i hukukta hocalar bilhassa bunu öğretmeye çalışır talebelere.
Engin Ardıç mesela sık sık hocası Tahir Alangu’dan sitayişle bahsediyor lakin hocasını hiç anlamamış.
Alacak kafa kalmadı ama bir defa da ben anlatayım:
Bugün bütün ülkelerde en ağır suç, “vatana ihanet” suçudur. Çünkü dünya düzeni, devletlerin bekası üzerine kurulmuştur.
Birkaç liberal hempası, “Ulus devletler bitmiştir” diye ciyaklasa da bu böyledir.
Bu suç, hemen bütün ceza kanunlarında zaten en ağır cezalarla müeyyidelendirilmiştir.
En ağır suçu söyledik, cezası da belli.
Bundan sonra, “suç ile ceza arasındaki uygun orantı” prensibiyle bütün suçlar ve cezalar tayin ve tespit edilmiş varsayılır.
Eksiklik veya kusur varsa Meclis’te düzeltilir, düzenlenir.
Hal böyleyken, bir iktidar veya iktidarlar “özel yetkili mahkemelere” niçin ihtiyaç duyar?
Maksat nedir?
Vatan hainlerini mi bulacaksınız?
O suç yazılmış zaten, cezası da belli.
O halde neyi, kimi bulacaksınız, derdiniz ne?
Basit cevap verelim:
Amaç çok net; toplumu susturmak, muhalifleri derdest etmek ve rejimi dönüştürmek!
Yani “Mutlak İktidar!”
Bu turnusolü alın Erdoğan’ı koyun, Abdullah Gül’ü koyun, Bahçeli’yi, Kılıçdaroğlu’nu koyun...
Tanıdığınız yazarları çizerleri koyun.
Dünyaya, bu memlekete yeni bir anayasa yapmak için geldiğini zanneden Prof. Ergun Özbudun’u koyun...
Bekaa’da Öcalan ile sevgi dolu tokalaşan kendisi değilmiş gibi şimdi ulusalcı kesilen Doğu Perinçek’i koyun...
“Çatlak” profesör Yalçın Küçük’ü koyun.
Liste bitmez.
“Özel yetkili mahkemeler” üzerinden hukuksuzluk üretenler ile yarın aynı yöntemi benimseyebilecekler arasında nitel fark yok.
Bilerek kamplaştırılan iki taraftan da ne hukuk çıkar ne de insan hakları.
Çıksa çıksa kaos çıkar, bu millet, bu memleket kaybeder, zaten oyunu kuranların da asıl stratejisi bu.
Özel kanunlar ve onları uygulayan özel mahkemeler sistemi, tarihte daima mutlak iktidarların ve diktatörlüklerin kullandığı yöntemdir.
Tersinden anlatmak da olasıdır:
Bir hakim, zaten “yasa uygulayıcı” olarak toplumdaki öteki mesleklere nazaran “fevkalade yetki” ile donatılmış iken, ayrıca “özel yetkili “hakim”in anlamı ne olabilir?
Yoksa “düz hakim”, “düz savcı” iş bilmez, yetki kullanamaz halde de, bunun için mi ille de “özel yetkilisi” gerekiyormuş?
Bu mantıkla okununca, AKP iktidarı için Türk yargısı “kullanılamaz” haldedir, bu yüzden de “özel yetkili” hakim ve savcılara ihtiyaç vardır.
Ne için?
Kullanabilmek için!
Çok açık ki, “özel yetkili” mahkemeler sistematiği, iktidarın yargıyı istediği gibi yönlendirme operasyonunun belkemiğini oluşturmaktadır.
Bu sisteme bizim “liberal” demokratların sessiz kalması ise onların yaşarken öldüklerinin belgesi!
Yoklar aslında, kendilerini inkâr ettiler ama hala yaşadıklarını sanıyorlar.
Hepimiz biliyoruz, hukuk ruhu itibariyle politiktir!
Ama bu kadar da “iktidar süngüsü” haline gelmesini uygar ve gerçek bir demokrat asla kabul edemez, içine sindiremez.
Aynı cümleden mülhem, gerçek bir hukuk insanı, hâkim veya savcı “özel yetkili mahkemede” görev almaz. Almamalıdır.
Bu sebeple Zekeriya Öz görevden alındı, yok terfi etti yok şu oldu, bu oldu tartışmaları da beyhude tartışmalar.
Zekeriya Öz’e teşekkür yazısı kaleme alanların açığa düştükleri nokta işte tam da bu nokta.
Herhalde savcı Zekeriya Öz, şu sıralar hayatının en acı günlerini geçirmektedir.
Buna karşılık Buckingham’da oturan ihtiyar kraliçe, ellerini ovuşturarak yaverine usulca şöyle demektedir.
“Özel yetkili mahkemelerle serseme çevrilmiş Türkler, ileri demokrasi yalanı ile nasıl da uyuyorlar. Bunlar mıydı eskiden imparatorluk falan kuranlar?”
* * * *
“Hidayete eren” gazeteciler
30 yıl profesyonel gazetecilik yaptım, görmediğim kargaşa, hükümet, tartışma kalmadı, ne yazık ki bu kadar “hafızasını kaybetmiş” bir basına tanıklık etmedim.
Sabah’ın genel yayın müdürü Erdal Şafak, 4 Nisan tarihli makalesinde “gerçek gazetecilik yapalım, militan haberciliği bırakalım” diyor ama aynı günkü sürmanşetinde “ÖSYM’den ikna turu” başlığı ile 1 milyon 700 bin gencin güveni, umutları ve hayalleriyle oynayan ÖSYM başkanı Ali Demir’i “örtülü biçimde” arkalamayı ihmal etmiyor.
25 sene aynı gazetede birlikte çalıştık, Erdal ağabey, söyle bakalım, sen bizi “salak” yerine mi koymaktasın yoksa hafızanı bu kadar mı yitirdin?
Yoksa biz de mi bırakalım gazeteciliği, Ali Demir’i ÖSYM’nin başına paraşütle indiren makamın Abdullah Gül olduğunu, skandal patlak verdiğinde saniye tereddüt etmeden “Ben başkanın açıklamalarından tatmin oldum” diye beyanat patlatanın da yine Abdullah Gül olduğunu görmezden mi gelelim?
Belki sen hafızanı sildirdin, biz de mi sildirelim yani?
Birlikte tanıklık ettiğimiz konulara hiç girmiyorum. Mesele kişisel değil çünkü.
Sana sadece bir tek şey sorarım:
Sen ne vakit liberal oldun?
Hadi diyelim 60’ından sonra hidayete erdin “liberal-demokrat” oldun, uçağında süklüm püklüm oturduğun Tayyip Erdoğan’ın “demokratlığından” hangi kriterlere bakarak emin olabiliyor, 4 yıldır Çankaya’da oturan Abdullah Gül’ü “hangi performansına bakarak” huşu içinde destekliyorsun?
Bak, bendenizden 1998’de Sabah gazetesinde yayınlanmak üzere “Fethullah Gülen Cemaati” için dizi yazı isteyen Ergun Babahan’a hiç soruyor muyum, “Bu arada neler oldu da sen Gülen Cemaati ile bu kadar kaynaşabildin, helal olsun” diye...
Sana sadece “politik” soru soruyorum, çünkü teknik gazetecilik reflekslerini biliyorum ve inan hayret ediyorum, “sana nerede ve nasıl bir ameliyat yaptılar” aklım havsalam almıyor.
Ameliyat deyince aklıma geldi:
Gerek Erdoğan’ın, gerekse Gül’ün uçaklarında dolanan gazetecilere dikkatli bakılmalı.
Hepsi “ilaçlı” gibi!
Süt dökmüş kediye dönmüşler.
Kimse söz isteyip de soru, ama gerçek anlamda soru sormuyor.
Aksesuar gibi dolaşıyorlar iktidarın çevresinde...
Dünyanın etrafında gezinen ayın bile bir çekim kudreti vardır.
Bunlar, “uydu” bile değil, iktidarın etrafında uzay çöpleri gibi şuursuzca dönüp duruyorlar.
Türkiye kamuoyu, bundan 25 kadar yıl önce üstelik de 12 Eylül’den yeni çıktığı tarihlerde “partiler kanunu” ile “seçim kanunlarını” tartışıyordu.
“Demokratik değil, tek adam sistemini pekiştiriyor” itirazlarıyla.
8 yıllık AKP iktidarında böyle bir tartışma duyan oldu mu?
Bırakın tartışmayı, Başbakan Erdoğan “Kanun Hükmünde Kararname” yetkisi isteyerek ceketinin cebinde gezdirdiği milletvekillerinden tam yetki istiyor.
Size de lüzum yok, kanun yapmaya da gerek yok.
Ben her şeye kadirim, karar veririm, ben her şeyi bilirim.
Sümme haşa sanki Allah’ın yeryüzündeki gölgesi, halefi-i ru-i zemin hazretleri Kanuni Sultan Erdoğan!
Eee, kanka Beşar’ı zorluyorlar, hayrına bir el atıverip çeki düzen versene, eline mi yapışır.
Bak Abdullah Gül, Gana’ya kadar uzandı, gariban balıkçıya “motor” gönderecekmiş!
Tweeter üzerinden de kendi gündemini kendi aslanlar gibi yaratıyor.
Başbakan, ömrünü uçaklarda tüketip kendine “konacak” bir yer ararken, Abdullah Gül deniz kıyısında çıplak ayakla hayatın tadını çıkartıyor.
Bir yanda sevimli, sempatik cumhurbaşkanı, bir yanda sinirli, öfke küpü başbakan!
Bu fotoğraf hayra işaret değil. Abdullah Gül’ün bu rahatlığının bir sırrı olmalı, değil mi?
Tıpkı, Erdoğan’ın bu stresinin de bir sırrı olduğu gibi...
Davul-tokmak ikilemi!
Bakalım en manidar maniyi kim söyleyecek?
* * * *
Kendi ülkene, kendi milletine ve kendi devletine kazık atmayacaksın
Türkiye muhteşem bir laboratuar, öyle bir tiyatro yaşıyor ki, bir daha yaşamamacasına.
AKP iktidarında 50 yıllık 100 yıllık dersler saklı.
“Eksen” muhabbetleri külliyen abartı, külliyen suni.
Dünyada gidilecek eksen yok.
Japonya, “deprem” üzerinden sopayı yedi.
Çin’in ilacı olsa kendi başına sürer, önce milyonlarca vatandaşının karnını doyursun, sonra çıksın sahneye.
Rusya, soğuk savaş denkleminde Amerika’nın karşısına konulmuş olmasının ekmeğini yiyor hala. Bolşevizm travmasını atlatabilmesi için milletini votkadan vazgeçirmesi lazım.
Avrupa Birliği fiilen çökmüş durumda, ar belasına sürüyormuş gibi yapıyorlar.
ABD ise gırtlağına kadar borçlu, halkını demokrasi ve liberalizm ninnileriyle robot tüketiciler haline getirmiş, içi boş bir çınar ağacı. Her dalında başka bir devlet oturuyor. ABD’yi bekleyen asıl felaket, eyalet devletlerin kapışmasıdır.
Bu genel fotoğrafı gören İngiltere, küresel sermayeyi arkalayarak, yeniden dünyaya nizamat vermeye kalkıştıysa da önce iki meseleyi halletmesi gerekiyor:
Soygunculuktan sabıkalı küresel sermaye ile nereye kadar?
İkincisi, Londra’nın ana caddelerindeki apartman merdivenlerinde üzerlerine battaniye örterek sabahlayan evsiz İngilizler’e rağmen küreye hükmedemezsin. Bizim işbirlikçi palyaçoların “Magna Carta” muhabbetiyle övgüler düzdükleri Britanya’da yüz binlerce İngiliz “sabah sporu” olsun diye gösteri yapmıyor.
İşbu ahvalde, “eksen” denince akla sadece Türkiye gelir.
Anadolu!
Beşikler vermişim Nuh’a salıncaklar hamaklar...
Havva anan dünkü çocuk sayılır...
Anadolu’yum ben...
Tanıyor musun?
Anadolu’yu tanımazsan, adamı çarpar.
Kendi ülkene, kendi milletine ve kendi devletine kazık atmayacaksın.
Tayin edici kural budur!
Gerisi fasa fiso.
Kusur da kabahat de insanlar için.
Ama raconu bozmayacaksın.
Bu şartlarda, Amerika’da, İngiltere’de, Fransa’da, Rusya’da veya Almanya’da kendisine ekmek arayanın karşısına çölde kutup ayısı çıkar.
Tecrübe, cesaret, feraset ve adalet ne varsa hepsi Anadolu’da...
Anadolu’daki çarıklı erkan-ı harbin, ekmek parasına takılıp da sessiz durduğuna kanılmasın.
Vurduğu zaman katır tepmişten beter eder.
Hanlar hanı Kanuna Sultan Süleyman’dan bile nihayet bir beyit kalmadı mı:
Kaddi dilde kimi arar dedi kimi elif...
Herkesin maksudu bir amma rivayet muhtelif...
Demem şu ki...
Türkiye’de hâkim hale gelen “ecnebi maksatlar” fazlaca sinir bozmaya başladı.
Cumhuriyet’in, demokrasinin, hukukun ve laikliğin her gün alenen ırzına geçilirken, Fatmagül’ün Suçu ne ile millete “namus pazarlamayı” ahlaksızlığın daniskası olarak nitelendiriyorum.
AKP iktidarının “tek taş pırlanta dönemi” ne yazık ki tarihe böyle kaydedildi.
İlker SARIER, 8 Nisan 2011