Alçaklık Kol Geziyor! - Serdar ANT

Alçaklık Kol Geziyor! - Serdar ANT

İletigönderen Oğuz Kağan » Prş Eki 08, 2009 1:20

Alçaklık Kol Geziyor!

Türkiye’nin çivisi çıktı artık… “Düşünce” adı altında zırvaları, “çözüm” diye hainliği savunmak olağanlaştı. Lafı uzatmaya gerek yok, her şey herkesin gözü önünde oluyor. Türkiye masaya yatırıldı, nasıl parçalanır, nasıl yok edilir tartışması yapılıyor. Bu da “demokrasi”, “çalıştay”, “açılım”, “diyalog” gibi cici kavramlarla millete yutturulmaya çalışılıyor! Öyle bir dönemden geçiyoruz ki ikiyüzlülük “erdem” oldu. Milletin gözünün içine bakarak yalan söylemek; “barış” gibi, “kardeşlik” gibi en temiz kavramları, aşağılık bir kampanyanın maskesi olarak kullanmak artık sıradanlaştı. Irkçı bir milliyetçiliği ve Türk düşmanlığını içselleştirmiş olanlar, topluma yol gösteren, barış havarisi “aydınlar” olarak sunuluyor. Ama birileri çıkıp da Cumhuriyet’in egemenliğinden, milletin birliğinden, ülkenin bütünlüğünden bahsettiğinde, hatta Anayasa’ya ve yasalara gönderme yaptığında “aşırı milliyetçi” olarak suçlanıyor, kan dökülmesini istemekle itham ediliyor. “At izi, iti izine karıştı” artık, alçaklık kol geziyor.

İşte bu karmaşık ortamda o kanal senin, bu gazete benim diyerek gezip dolaşan ırkçı zihniyetlilerden biri de topluma “Kürt aydını” olarak sunulan Ümit Fırat… Tekil olarak Ümit Fırat’ın zerre kadar önemi yok aslında, adını anmaya bile değmez. Ama takılan maskelerin ardındaki yüzlerin gerçek niteliğini gösteren somut bir örnek olduğu için Ümit Fırat’a biraz daha yakından bakmakta fayda var. Kimdir Ümit Fırat?

Ümit Fırat, 1969’da kurulan ve ilk yasal Kürt örgütü kabul edilen Devrimci Doğu Kültür Ocakları (DDKO) üyelerinden biriydi. 1992’de Helsinki Yurttaşlar Heyeti’nin kurucuları arasında yer aldı. 1994’te de İkinci Cumhuriyet düşüncesinin siyasal örgütü olarak ortaya çıkan Yeni Demokrasi Hareketi’nin Doğu ve Güneydoğu İlleri Örgütlenme Sorumlusu olarak görev yaptı. Bir dönem Kürtçü Serbesti gazetesi yazarlığı da yapan Ümit Fırat’ın, resmî olmayan bir görevi de var ki, onu da bir başka Kürtçü açıklıyor. Serbesti gazetesi Yazı İşleri Müdürü Ahmet Zeki Okçuoğlu, Rızgari adlı Kürtçü örgütün sitesinde 14.12.2004 tarihinde yayınlanan “Aslında Kürtler Hiçbir Şey İstemiyor” başlıklı yazısında, Ümit Fırat hakkında şunları söylüyor:

“Kendal Nezan yirmi yılı aşkın bir süredir faaliyet yürüten Paris Kürt Enstitüsü'nün değişmez ve değiştirilemez genel başkanıdır. Ümit Fırat ise aşağı yukarı aynı süreden beridir Kendal'ın TC'deki ayağını oluşturuyor…”

İşte böyle biri Ümit Fırat… Bugünlerde “barış”, “silahların bırakılması”, “demokrasi” vb. talepler Ümit Fırat’ın dilinden düşmüyor. Sürekli televizyon ekranlarında, gazete sayfalarında… Fırat, Türk toplumunda Öcalan’a karşı olan tepkiyi bildiği için, “Kürt Açılımı” adı verilen proje bir şekilde ilerlerse Öcalan’a ne olacağını da açıklıyor. Akşam gazetesinde yayınlanan demecinde şunları söylüyor:

Öcalan birkaç sene daha yatar. Bu arada süreç toplumda genel bir memnuniyet, bir yaşam güvencesi sağlar. 'Eski günler geride kaldı' anlayışı hüküm sürerse Öcalan da bu sürecin mimarlarından biri olarak eski kinin ve öfkenin hedefi olmaktan uzaklaşır. Bu toplumun öyle kalıcı kindar bir hafızası yoktur.” (Akşam, 17.8.2009)

Gerçekten de Türk toplumu kindar değildir. Kindarlık, kendini “barışçı” olarak pazarlayan Ümit Fırat gibilere ait bir niteliktir. Oysa şiddete sözde karşı olan, “barış” ve “demokrasi” isteyen Ümit Fırat gibilerinin kin gütmek yerine, örneğin “kardeşlik” kavramına olumlu bakması gerekmez mi? “Binlerce yıldır et ile tırnak gibi olmuşuz, iç içe geçmişiz” sözlerini Kürtçülerin ağzından sıklıkla duyuyoruz bugünlerde. Hele kamuoyu önünde, televizyon ekranlarında konuşurken, Kürtçülerin ağzından bal damlıyor! Kardeşliğe yapılan bu vurguyu, “Helsinki Yurttaşı” Ümit Fırat da paylaşıyor mu peki?

Bu konuda türlü önyargılarla tahminlerde bulunmaya hiç gerek yok. Bırakalım da neler düşündüğünü Ümit Fırat’ın kendisi açıklasın bize. “Helsinki Yurttaşı” Ümit Fırat, Serbesti dergisinin Şubat-Mart 2003 tarihli 12. sayısında yayınlanan “Kardeş Olmak” başlıklı yazısında bakın neler diyor:

“Kimse tanımadığımız, bilmediğimiz, hatta anne ve babalarımızın gizlice de olsa kulaklarımıza bile fısıldamadığı kimselerle bizi kardeş olmaya zorlayamaz. …Ortada somut bir veri, kan veya DNA testi yokken, bütün bir halkın, hatta bütün halkların kardeşliği üzerine vaazlar işitince, ister istemez rahmetli anneme öfkeleniyorum; bu kadar çok ve bana benzemeyen kardeşim vardı da, neden bunlardan bana hiç söz etmedi? Ağırıma gidiyor doğrusu.” (s.59)

Ümit Fırat ve benzerleri o derece “uygar” ve “demokrat” insanlardır ki, kendileri gibi düşünmeyenleri “ırkçı”, “aşırı milliyetçi” diyerek karalarken, kardeşlik için “kan ve DNA testi” ararlar! Aksi görüşte olanlar, anneleri bile olsa öfkelenirler!

“Bu toplumun öyle kalıcı kindar bir hafızası yoktur” diyen Ümit Fırat, “kardeşlik” konusundaki düşüncelerini soyut bir şekilde bırakmıyor, somut bir örnek de veriyor üstelik… Diyor ki:

“…Bir sabah uyandığınızda, T.C. Resmi Gazete’de MGK kararıyla herkesin birbirlerini ‘kardeş’ olarak kabul etmeye mecbur edildiğini veya MGK’nın bize sormadan hepimizi ‘kardeş’ ilan ettiğinin yazdığını varsayalım. Ben şahsen bu tür bir işkenceyi göze alarak sayıları hiç de az olmayan insanı, asla kardeşliğe kabul etmezdim. Benim gibi düşünen, böyle bir kardeşliği reddetmek uğruna her türlü işkenceyi göze alabilecek birçok başka direnişçinin de ortaya çıkacağından eminim.” (s.60)

Ümit Fırat’a göre Cumhuriyet’in tüm yurttaşlarının birbirine “kardeşlik” duygularıyla bağlı olması “bir işkence”dir. Ümit Fırat, kendisi gibi düşünmeyenleri “asla kardeşliğe kabul etmeyeceğini” ilan ediyor, hatta bu konuda başkalarını da direnmeye, mücadele etmeye çağırıyor!

Açıktır ki mesele, Ümit Fırat değil! Şu yaşanan süreçte adını anmaya bile değmez. Ama kamuoyu önüne çıkıldığında; televizyon ekranlarında, gazete sütunlarında barıştan, demokrasiden, şiddete karşı olunduğundan bahsedildiğinde, takılan maskelerle etnik kökeni ne olursa olsun tüm vatandaşların nasıl aldatıldığını gösteren somut bir örnektir Ümit Fırat… Sözde “barış cephesi”, aslında iğrenç bir şovenizmden besleniyor!

Daha acısı da şu ki, bu ihanet kampanyasına en olmadık kesimlerden bile destek gelebiliyor. Örneğin 21 Ağustos tarihli Cumhuriyet’in manşeti milletin birliğinden ülkenin bütünlüğünden yana olanlara gözdağı verir gibi:

“Tarih onları yargılar”

Başlığın altında da üç ünlünün resmi var:

Yaşar Kemal… İsmail Beşikçi… Beşir Atalay…

İnsan başlığı okuyup resimleri görünce “tarihin yargılayacağı kişiler bunlar mı?” diye soruyor kendi kendine… Ama haberi okuduğunda nasıl yanıldığını anlıyor hemen. Meğer Cumhuriyet’in manşete taşıdığı cümle Yaşar Kemal’in uyarısıymış! “Usta yazar Yaşar Kemal, Kürt açılımı sürecinde gerginliği tırmandırmak isteyenleri uyardı” diyen Cumhuriyet, Yaşar Kemal’in “bugün Kürt olsun, Türk olsun, kim olursa olsun bu ülkede gerginliği artıracak söz ve eyleme girişeceklerin vebali ağırdır, tarih önünde ağır biçimde yargılanacaklardır, buna eminim” sözlerini aktarıyor. İnsan, “usta yazar Yaşar Kemal”in bu sözlerini okuyunca “acaba gerginliği arttıracak söz ve eylemler nasıl olabilir?”diye sormadan edemiyor.

Cumhuriyet’in birinci sayfasında Yaşar Kemal’in yukarıdaki sözlerinin hemen yanında yer alan Haluk Gerger, Fikret Başkaya ve İsmail Beşikçi’nin söyledikleri gerginliği arttırmıyor tabii… Cumhuriyet gazetesinin topluma “bilim insanı” diye sunduğu Gerger, Başkaya ve Beşikçi’nin demeçlerini şöyle özetliyor gazete:

“Bilim insanları Haluk Gerger ve Fikret Başkaya, hükümetin İmralı’ya ve Kürtlere kulak vermesi gerektiğini savundu. Kürt sorunuyla ilgili görüşleri nedeniyle yıllarca hapis yatan İsmail Beşikçi ise devleti özeleştiri yapmamakla suçladı. Beşikçi, kardeşlik edebiyatının da ‘çok çirkin bir yalan’ olduğunu söyledi.”

Bu bir haber mi, yoksa kamuoyunu şekillendirmeye yönelik bir psikolojik savaş örneği mi, anlamak zor değil! On binlerce insanın ölümünden sorumlu bir ayrılıkçı örgütün yargılanıp ağırlaştırılmış ömür boyu hapse mahkûm olmuş sözde liderinin, abuk sabuk görüşlerini muhatap almanın önerilmesi gerginliği arttırmıyor. Ya da bölücü terör örgütünün bir başka sözde lideri olan Murat Karayılan’ın “devlet özür dilemeli” demesi gibi, Cumhuriyet’in “bilim insanı”(!) olarak nitelediği PKK teorisyeni İsmail Beşikçi’nin “devleti özeleştiri yapmamakla suçlaması”nın manşetlere taşınması da gerginliği tırmandırmıyor. Hele Beşikçi’nin “kardeşlik edebiyatının da çok çirkin bir yalan” olduğunu söylemesi gerginliği hiç tırmandırmıyor!

Bu zırvaları geveleyenlerin vebali ağır değildir, tarih önünde ağır biçimde yargılanmayacaklardır! Ama eğer birileri çıkıp “ülkemizi böldürmeyiz, Türk-Kürt cepheleşmesi yaratılmasına izin vermeyiz, vatan bir bütündür bölünemez, Türk-Kürt hepimiz aynı Cumhuriyet’in eşit vatandaşlarıyız, hepimiz kardeşiz” derse, işte onlar gerilimi tırmandırıp ağır bir vebalin altında kalmış oluyorlar! İşte “onlar tarih önünde ağır biçimde yargılanacaklardır”! İşte onlar “suçludur”!

Örneğin 10 Ağustos 2009 tarihli Cumhuriyet’te Emre Kongar’ın “Kürt Açılımında Üç Yanlış İki Eksik” başlıklı bir yazısı yayınlanıyor. Emre Kongar sıradan biri mi? Ünlü bir sosyolog, tanınmış bir akademisyen, deneyimli bir yazar, toplumun bildiği bir aydın… İnsanın bu kadar niteliği olursa, söylediklerine kulak verilmez mi? O zaman kulak verelim Emre Kongar’a… Kürt sorununun çözümü konusunda yapılan ilk yanlışı şöyle ifade ediyor yazarımız:

“Konunun çözümlenmesinde ve müzakere edilmesinde aktif taraflar olan Washington ve Brüksel’i dışlayıp ‘Açılım’ adı altında sorunu on beş Türk gazeteci ile müzakere etmeye başlamak büyük yanlıştır. … Ciddi bir çözüm çabası Washington’un ve Brüksel’in de masada olmasını gerektirmektedir.”

Olur, ama bu kadar mı “açık sözlülük” olur? “Ne yaparsız ne ederiz de Türkiye’nin ocağına incir dikeriz” diye atmadık takla bırakmayıp, olmadık kalıba giren cümle mandacı-liboş takımı bile “Washington’un ve Brüksel’in de masada olması” gerektiğini söylemeye cesaret edemezken, “Atatürkçü” Cumhuriyet’in “aslan sosyal demokrat” yazarı Emre Kongar, Allah için hepsini gölgede bırakacak önerilerde bulunuyor!

Emre Kongar Washington ile Brüksel’i masaya oturttuktan sonra, bu sefer de sorunun tanımının yapılmamasının ya da müzakerenin sınırlarının çizilmemesinin ikinci yanlış olduğunu ileri sürüyor ve soruyor:

“Çözümleme ve müzakerelerin ana hedefi nedir? Sorunun çözümü hangi sınırlar içinde gündemdedir? Örneğin federasyon ve ayrılma ya da bunlara yol açacak siyasal haklar ve gelişmeler söz konusu mudur?”

Gerçekten de ABD ve AB gibi süper güçlerle masaya oturup çay-kahve sohbeti yapılmayacağına göre, “müzakerenin ana hedefi” ve sorunun “hangi sınırlar içinde” çözüleceğini önceden belirlemek gereklidir! Kısacası, Türkiye’nin kendisini hangi sınırlar içinde pazarlık masasına süreceğinin belirlenmemiş olması Kongar’a göre ikinci yanlıştır!

Bu aşamada “ayrılıkçı terör örgütü PKK için bir genel affın gündeme gelmesi de söz konusudur.” Kongar, bu durumda kendi tutumunu açık bir şekilde belirliyor:

“Ona da tamam!”

Şu “açılım” adı verilen ihanet sürecinde, Cumhuriyet gazetesine düşen görev yurtseverleri, Kemalistleri, ulusalcıları “suçluluk psikolojisi” ile teslim alma hamlesine çanak tutmak mıdır?

Bütün bu “Büyük Oyun” içinde Başbakan Erdoğan ve lideri olduğu siyasi hareketin rolü yadsınamaz. Başrolde onlar var! Örneğin Başbakanımız Kürtleri çok seviyor! Sadece Kürtleri mi? Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Boşnak, Gürcü, Arap, Ermeni, Tatar… Say sayabildiğin kadar… Etnik kimlik soslu, “et-tırnak” edebiyatı ile süslenmiş içi boş nutuklar atmakta “İmam Hatipli Recep” ile boy ölçüşebilen beri gelsin…

Erdoğan halkı o kadar seviyor, o kadar seviyor ki, Türkiye işsizlikte dünya dördüncüsü! En iyimser tahminle yüzde 20-25’lik bir işsizlik oranı var ülkemizin. Milli Gelir azalıyor, sanayi üretimi ve kapasite kullanımı daralıyor, ihracat düşüyor, bütçe açığı geçen yıla göre 13 kat artıyor ve bütün bunların faturası da Türk’ü, Kürt’ü, Arap’ı, Laz’ı, Çerkez’i, Boşnak’ı, Ermeni’si ile Erdoğan’ın o “çok sevdiği”, halka çıkıyor.

Erdoğan’ın çok sevdiği halkımız sefalet denizinde kulaç atarken, “Bankaların toplam kârı yılın ilk yarısında geçen yıla göre yüzde 32,6 artıp 11 milyar dolara” dayanıyor. (Milliyet, 6.8.2009)

Peki, kim çözecek halkın bu işsizlik, aşsızlık, yoksulluk sorununu? Bu sosyal adaletsizliği ortadan kaldırmak kimin işi? Bir zamanlar “3Y” nutukları atan, şimdi de “açılım” üstüne “açılım” yapan siyasi iktidarın mı? Halkın sorunları ile boğuşup onlara çözüm getirmek hükümetin işi değil mi?

Ama AKP’nin ne yoksulluk ne de işsizlik umurunda… AKP’nin “işi” var! İçişleri Bakanı “çalıştay” yaparken, Başbakan fırsat buldukça milletvekillerini toplayıp “şiirli”, etnik kimlik soslu nutuklarla iman tazeliyor! AKP gurubu da gözyaşları içinde bu “büyük oyun”da kendisine verilen rolü oynuyor.

Oysa Başbakan’ın çok sevdiği o Kürt, işsiz… Tıpkı Türk gibi… Kürt, çağdaş anlamda eğitim ve sağlık hizmetlerinden yararlanamıyor… Tıpkı Türk gibi… Kürt iş, aş, sosyal güvenlik, kaliteli eğitim ve sağlık hizmetine ihtiyaç duyuyor. Tıpkı Türk gibi…

Devleti iç ve dış borç yoluyla soyan, kamu mallarını özelleştirme adı altında talan eden büyük sermaye karşısında Türk’ün de Kürt’ün de kaderi aynı… Para babası işadamı, kârı düştüğü için fabrikanın kepengini indirip emekçiyi kapının önüne koyarken, hangisinin “Kürt” hangisinin, “Türk” olduğuna bakmıyor! Çünkü “anayı kızına düşman eden” paranın etnik kimliği yok!

Kürt işsiz, aç, sosyal güvenlikten yoksun ve umutsuz… Ama onun haklarını sözde savunan, örneğin Ahmet Türk’ün kaç köyü var? Ahmet Ağa’nın karnı tok, sırtı pek, bölmek istediği devletten süper emekli olmuş, keyfi gıcır!

Ve tarih, Kürtleri çok seven Başbakan Erdoğan ile “ağa” Ahmet Türk’ü TBMM çatısı altında buluşturuyor. 4 Ağustos’ta “Bu süreçte muhatap alacağımız seçilmiş meşru bir parti DTP'dir. Ben DTP’yi PKK’yla aynı kefede değerlendirmiyorum” diyen Başbakan Erdoğan, bölücü terör örgütüne övgüler düzen, çözüm için PKK ve Öcalan’ın adres olduğunu söyleyen, DTP Başkanlık Heyeti ile görüşüyor. Diğer bir ifadeyle Türkiye Cumhuriyeti, aslında PKK ile dolaylı olarak görüşmeye başlıyor! Zira PKK lideri Murat Karayılan Mayıs ayının ilk haftası içinde Milliyet gazetesi yazarlarından Hasan Cemal ile yaptığı söyleşide şunları söylüyordu:

“İlk adımda silahlar susacak. Sonra diyalog başlayacak. Diyalog yeri İmralı’dır. Kabul edilmiyorsa, diyalog yeri biziz. Bizi de kabul etmiyorsa, siyasal olarak seçilmiş iradedir. Bu da olmuyorsa, o zaman ortak bir komisyon kurulur bir yerde, akil adamlar bir araya gelir. Örneğin İlter Türkmen, (eski Dışişleri Bakanı ve Büyükelçi) gibi, sizin gibi insanlar toplanır, böyle bir mekanizma harekete geçer, çalışmaya başlar... Böyle bir mekanizma muhatap alınır diyalog için devlet tarafından...” (Milliyet, 5-9 Mayıs 2009)

Başbakan Erdoğan düşünüp taşınıyor ve en sonunda PKK’nın diyalog için önerdiği seçeneklerden “siyasal olarak seçilmiş irade”(!) olan DTP’yi seçiyor. Erdoğan, PKK’ya dolaylı olarak masaya oturuyor.

PKK’nın hükümetin açılımına yanıtı, 30 Ağustos günü Hakkâri’den geliyor:

“Şemdinli’de bomba: 4 şehit”

Başbakan Erdoğan’ın bu alçak saldırı hakkında yaptığı yorum ise çarpıcı:

“Kardeşliğe atılmış bir bomba”

Şaka gibi…

Sanki birkaç hafta önce bu katillerin TBMM’deki temsilcilerini karşısına alıp konuşan Başbakan Erdoğan değildi!

Erdoğan ile görüşenlerden DTP Genel Başkan Yardımcısı Emine Ayna değil miydi, “Kürt sorunun çözümünde muhatap Kürtler, DTP, PKK ve Sayın Öcalan'dır. Yoksa çözemezsiniz. Hak mücadelesi verenlere terörist derseniz, barış dili olmaz. Şiddet dili olur” (Milliyet, 31.7.2009) şeklinde konuşan?

Erdoğan ile görüşenlerden DTP Diyarbakır milletvekili Selahattin Demirtaş değil miydi, “İster aydınlarla ister DTP ile ister Öcalan'la görüşürsünüz. Bir gün mutlaka masaya oturmalısınız. DTP'nin, Öcalan'ın yaptığı diyalog çağrısı önemlidir. Başbakan DTP'ye 'Terör örgütüyle aranıza mesafe koyun' diyorsa, bundan vazgeçecek. Batman'dan sesleniyoruz. Bu muhataplardan biriyle mutlaka er ya da geç görüşeceksiniz" (Sabah, 22.6.2009) diyen?

Başbakan Erdoğan, yıllardan beri asker, sivil, çoluk çocuk, yaşlı, genç demeden can alan, kan dökenlerin temsilcileriyle el sıkışıp görüştüğünde bu kişilerin amaçlarını, niyetlerini, düşüncelerini bilmiyor muydu?

Dahası, bu görüşmeden sonra da DTP, PKK’nın muhatap kabul edilmesini, Öcalan’ın sözde “yol haritası” benimsenmezse çözüm olamayacağını defalarca açıkladı. DTP Genel Başkanı Ahmet Türk, “Öcalan’ı muhatap almak zorundasınız” demedi mi? Hatta bu alçak saldırıdan iki gün önce DTP eş Başkanı Aysel Tuğluk, “Kürt sorunuyla ilgili çözümün muhatabı Öcalan’dır” şeklinde konuşmadı mı?

Bütün bu açıklamalara rağmen, İçişleri Bakanı Beşir Atalay, “Kürt açılımı” turları çerçevesinde DTP yönetici ve milletvekilleriyle bir kere daha görüşmedi mi?

Askerlerin de üye olduğu Milli Güvenlik Kurulu (MGK), bütün bu girişimlere “yeşil ışık” yakmadı mı?

Medya adı verilen işbirlikçi takımı, günlerce “Öcalan’ın yol haritası” haberleri yaparak Türkiye’ye İmralı’dan yol göstermeye soyunan bu “kargayı”, sanki matah bir şeymiş gibi bir “umut” olarak kamuoyuna pazarlamadı mı?

PKK adındaki katiller sürüsü, bütün bunlara yanıtını 30 Ağustos’ta Hakkâri’den verdi:

Bombalı saldırı… 4 şehit…

Ve bunun üzerine Türkiye’nin Başbakan’ı çıkıp “kardeşliğe atılmış bir bombadır” diye açıklama yapıyor!

Hangi kardeşlik?

“Öcalan ve PKK muhatap alınsın” diyenler midir sizin kardeşiniz? Türk askerini şehit edenleri savunanlar mıdır kardeşiniz? PKK’lı katilleri “hak mücadelesi verenler…” diye tanımlayanlar mıdır sizin kardeşiniz? "Kimse bizden kardeşlerimize terörist dememizi beklemesin." diyenler midir kardeşiniz?

***

Şimdi bir an için, bütün bu siyasal gelişmeleri, söylenenleri, yapılanları unutalım. Kendimizi bir an için 30 Ağustos günü şehit olan o gençlerin aileleri yerine koyalım. Anneler, babalar, acılı eşler, kardeşler, dostlar… Bizler bu alçak saldırıları haberlerde okuyoruz, televizyonda seyrediyoruz, "vah vah..." diyoruz ya da "alçaklar..." diyoruz... Sonra da ya kanal değiştiriyoruz ya da başka bir işimizle ilgileniyoruz. Birkaç gün sonra kimse anımsamıyor bile olanları... Bırakın şehit olanların isimlerini, bu gencecik insanların öldürüldüğünü bile anımsamıyor kimse...

5007 kişi oldu oysa…

5007!

Büyük bir çoğunluğu, belki yüzde 95'inden fazlası, 30 hatta 25 yaşından küçüktü bu gençlerin... Kendi 25-30 yaş dönemimi hatırlıyorum da, ne hayallerim, ne umutlarım vardı!

Onların da yok muydu peki? Her şey bir yana, yaşama hakları vardı! Belki sefalet içinde, belki sıkıntılarla, belki acılara katlanarak, ama yaşamak yine de güzeldir. Şairin dediği gibi “yaşamak güzel şey be kardeşim!” Ne var ki onlar yaşayamadı, bu hakları ellerinden alındı! Alçakçasına, haincesine, kalleşçesine…

Evlat acısı, dünyanın en büyük acısıdır! Şimdi bir ananın 20-25 yaşındaki evladını yitirdiğini düşünsenize... Ama şöyle ayrıntılı bir şekilde düşünün, kendinizi o ananın yerine koymaya çalışın bir an için... Yani o çocuk nasıl doğmuştur, ne zahmetlerle büyümüştür, tek evlat mıdır, üzerine nasıl titrenmiştir, saçının teli incinse o ananın içine nasıl dert olmuştur? Sonra, bir gün gelip size cenazesini veriyorlar! Kimi mayına basmış, ortada bir beden bile kalmamış! Kimi delik deşik olmuş!

O ananın acısı nasıl bir acıdır, duyumsayabilir miyiz? O babanın, o kardeşin içinde büyüyen çaresizliğin yarattığı kızgınlığı tahayyül edebilir misiniz? Emin olun, hiçbirimiz o ananın hissettiklerinin milyonda birini bile hissedemeyiz!

Şimdi o ananın, o babanın, o kardeşin duyabileceği kini kim eleştirebilir, kim bu duyguyu “barbarlık” olarak niteleyebilir? Ve birileri günün birinde karşınıza geçip, o katilleri şöyle ya da böyle övdüğünde, onların taleplerini dillendirdiğinde, bu kişilerin temsilcileriyle el sıkışıp görüştüğünde, o "5007 şehidin" ailesi, akrabası, dostu, arkadaşı olanlar neler hisseder bir düşünün...

Türkiye'ye ölüm tohumları ekiyorlar!

Kin ekiyorlar!

Ve yarın, bu vahşette çocuklarını, eşlerini, kardeşlerini kaybedenler, acılarını bağrına basıp bugüne kadar susanlar "yetti artık" diye dikilip, kendi hesaplarını kendilerini görmeye kalkarlarsa, kim onlara "durun bakalım, ne yapıyorsunuz siz?" diyebilir? Derse eğer, haklı olur mu?

Güzel ülkemiz, çok tehlikeli bir uçuruma doğru sürükleniyor!


Serdar ANT - Ekim 2009, Müdafaa-i Hukuk
Namık KEMAL:
"Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini,
Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini?"


Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK:
"Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini,
Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini."



http://www.guncelmeydan.com/pano/tayyip-erdogan-a-gonderilen-cfr-muhtirasi-kuresel-ihale-t18169.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/abd-disisleri-abdullah-gul-u-biz-yetistirdik-t23656.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/dun-malta-surgunleri-vahdettin-bugun-ergenekon-tayyip-t18151.html

KAÇAMAYACAKSINIZ!
Kullanıcı küçük betizi
Oğuz Kağan
Genel Yetkili
Genel Yetkili
 
İletiler: 12355
Kayıt: Sal Oca 27, 2009 23:04
Konum: Ya İstiklâl, Ya Ölüm!

Şu dizine dön: Gazete Köşe Yazarları

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 0 konuk

x