
Asker ve “liboş”! Yan yana gelmesi, birlikte anılması zor, hatta olanaksız iki kavram! Liboş denilince aklımıza geleni açıklarsak, neden bu iki kavramın birlikte anılmasının zor olduğu da anlaşılacaktır sanırım. Bu deyimle anlatılmak istenen, neo-liberal akımın temsilcisi, gününü gün eden, paradan başka bir değeri olmayan, çalışmadan, ter dökmeden kazanıp, keyifli ve lüks bir yaşam için alışveriş merkezlerinde, eğlence mekanlarında yorulup ter döken, kendi menfaatini ABD’nin menfaati ile bir tutan, dünyanın lanetli bekçiliğini yapanlara sırtını dayamış ve onların her yaptığını kutsayan bir kişilik, daha doğrusu kimliksizliktir. Böylesi bir tanımlamayla, sömürgeci ve emperyalist bir ordunun askeri değilse, asker kavramı birlikte anlatılamaz. Kavramın kendisi de, tanımladığı görev alanı da, içerisinde yer aldığı yaşam biçimi de “liboş” olmaya engeldir.
Hele de, bu asker, milli bir ordunun neferiyse, halkına, milletinin tarihine, Kurtuluş Savaşı vermiş ve kazanmış bir geçmişe sırtını dayamışsa, bu iki kavram birbirini dışlar ve iter. Başka türlü olması da düşünülemez.
1947’lerde başlayan yabancılaştıran bir serüvenin, 1952’de NATO’ya kapağı atmamızla tırmanışa geçen, “Gladyo” örgütlenmesiyle halkına, milli değerlerine, bağımsızlık ülküsüne karşı saldırganlaşan, ihtilallerle kendisine ithal misyonlar üstlenmiş bir anlayışın yozlaştırmaya çalıştığı yolda maalesef çürümüş kafalar, kokuşmuş beyinler türemiştir ve bu iki kavram da arada bir yan yana, kol kola görünür olmuştur.
Türk ordusunun, Türkiye ile sorunu olan herkesi rahatsız eden bir yapısı, bir temel taşı vardır ama: Kemalizm. Allah’tan bu temel taşı ve askerimizin millilik vasfı yerli yerinde de, bunca yılın yozlaşmasına, kokuşmasına rağmen, “liboş asker” tipleri kendi camiasında da ayrık otu gibi duruyor.
Özünde, neo-liberalizmi ve Amerikancılığı sorgulatan olay, alttan alta varlığını koruyan milli refleksin açığa çıkmasını da sağlayan, 1991 Körfez Savaşı sonrası yaşananlardır. ABD’nin PKK’ya her çeşidinden kol kanat germesi, yardımda bulunması gözleri açmış, yıllardır uyutulan devin uyanmasını, silkinmesini, olan biteni sorgulamaya başlamasını sağlamıştır. Bütün bunlara bir de, BOP söylemleri ile resmen ülkemizin de, diğer Ortadoğu ülkeleriyle birlikte, bölüneceğini işleyen haritalar eklenince…
Askere karşı yürütülen gayrı milli kampanyaların altındaki öfke de, bundandır. Yoksa, liboşlaşmış veya daha güncel başka bir ifadeyle “ılımlılaştırılmış” bir asker, bu coğrafyada hesabı olanlar için bulunmaz bir “Hint kumaşı”dır!
Golf oynayan paşamız, Hint kumaşından bahsettik ya, Hindistan İngiliz sömürge idaresi altında iken bu ülkede yaşanılan manzaraları hatırlattı bana: Kraliyet ailesinin, İngiliz aristokrasisinin cafcaflı subaylarının bu kıtada kurdurduğu golf sahalarını, polo oyunlarını vs. Yaşam tarzlarını sömürgelere de taşıyan, taşımakla da kalmayıp oraların halklarına, daha doğrusu özenti “elit”lerine bulaştıran bu züppelerin hayat hikayeleri bilinir; çokça romana, filme de konu olmuştur.
Bize nasıl bulaştı bu işler peki? Sanırım, bu bulaşmada kilometre taşlarından birisi Harbiye Ordu Evi gibi estetikten yoksun, halkla alay eden, Amerikanvari yaşam tarzının, gösterişin timsali yapıların yükselmesi ile başlamıştır. Üstelik, bu tür yapıların yükseldiği zaman diliminin 12 Mart 1971 askeri müdahalesi ile çakışması da tesadüf olmasa gerek! Sonra, Güneydoğu bölgesine tayin edilmek istendiğinde gitmeyen, gitse de karargahtan dışarı burnunu çıkartmayan, zora geldi miydi de istifa edenlerle devam etmiştir. En sonunda da, golfçu paşalarımızla zirve yapmıştır.
Gazi Mustafa Kemal’le ilgili bir anı belleğimde çalkalanıp duruyor: Gazi’nin Yalova’da, Termal’de kaldığı yıllarda, Bursa İnegöl yolunda bir eşkıya çetesi güpegündüz yolu kesip bir otobüsün yolcularını soymuş. O yıllardaki yolları şimdikilerle, otobüsleri de günümüz otobüsleriyle sakın kıyaslamayın. Şehirlerarası yol dediğiniz, çoğu stabilize, toprak eski yollar. Olayı öğrenen Gazi, Bursa valisini ve jandarma komutanını arayıp, eşkıyanın hemen derdest edilmesi talimatını veriyor. Gece boyunca bu iki görevliden işlerini yaptıklarına, eşkıyayı tepelediklerine dair bir haber alamayınca da, Gazi, sabahın dördünde yaverini kaldırıp otomobili hazır etmesini, kimseye herhangi bir haber vermemesini, Bursa’ya gideceklerini, hareket talimatını veriyor. Dedik ya, o tarihlerde yollar eski: Yalova Bursa arası dört saatte alınır. Vilayete gittiklerinde vali henüz ortalıkta yoktur. Jandarma komutanı da epeyi sonra telaş içinde vilayete gelir. Meğer, Gazi’nin açık talimatına rağmen, bu iki devlet görevlisi geceyi bir ziyafette tamamlamışlar ve sabah kendilerine gelmekte, ayılmakta da zorlanmışlar. Gazi’nin tepkisini anlatmaya gerek yok: İkisi de kovulurlar huzurdan. Eşkıya mı? Gazi’nin işi ele almasından kısa bir süre sonra haber gelir: Bir dağ kovuğunda yakalanıp tepelenmiştir eşkıya.
İşte size devlet adamı örneği: Reisicumhur’un işi mi üç-beş eşkıyayı yakalatmak? İşi olmalı ki, her düzeyde devleti temsil edenler de aynı sorumluluğu duysun. Makamlar, saltanat sürmek için değil, millete hizmet için vardır.
Ve, işte keyfine düşkün bir paşa! Özrü kabahatinden büyük, askeri havaalanlarında golf sahaları yaptırmakla meşgul bu paşa, kendi timsalini İngiliz sömürge ordusu veya Pentagon subaylarında buluyor olabilir! Ama, yeri TSK değil…
Sorumuz ortada mı kaldı: Askerden liboş olur mu?
Olması için ne kadar çok gayret gösterildi halbuki: 5 yıldızlı oteller yapıldı, askeri talimatnameler Amerika’dan getirtildi, beyinler antikomünizm umacısıyla yıkanılıp, Atatürk’e dahi sansür uygulandı, ihalelerle, rahat ve keyifli yaşam olanaklarıyla, yani paranın sarhoşluğu ile gönüller hoş edilmeye çalışıldı.. olmadı, Şemdinli provokasyonu ile, “Ergenekon” derin operasyonları ile korkular salındı.. hatta, arada, 4 Temmuz 2003 günü olduğu gibi, başlara çuval geçirildi…
Sahi, o çuval nerede ve kimin başına geçirildiydi?
Aklım karıştı: Çuval olayı nerede ve kimeydi? Yeri Süleymaniye miydi, Ankara mı? Çuval hala kimin, kimlerin başında duruyor?
Belleği zayıf olan halk mı, yoksa yöneticilerimiz ve sözde aydınlarımız mı?
Askerden liboş olmaz, ama, monşer kılıklılar çıkar. Batıcı/Amerikancı, Batıya teslimiyetten yana, küreselleşmeyi savunan, NATO karargahlarından icazetliler yani… Tam bağımsızlık dendi miydi, beti benzi atan, dilleri tutulanlar…
ABD’nin yamağı olanlar, eşgüdüm başkanlığını üstlendikleri BOP’un fedailiğine soyunanlar dökülen kanların, verilen şehitlerin hesabını ödeyemezler!
Türkiye’yi, ABD’nin isteği doğrultusunda, Amerika’nın İsrail’den sonra birinci stratejik müttefiki olan Irak’taki aşiret reisleriyle masaya oturtanlar, bu kanlı oyunların hesabını ödeyemezler!
Askerimizi Amerikan çıkar ve hesaplarına göre hizaya sokmaya çalışanlar da, bu hesabı ödeyemezler!
Kafası hala soğuk savaş döneminde donmuş kalmış, ülke güvenliği için yaşanan gerçekleri anlamakta ve gereğini yapmakta aciz, günü doldurup savuşturmakla görevini sözüm ona tamamlamaya çalışanlar da bu hesabı ödeyemezler!
Kıbrıs’tan, Ermenistan’dan bahsetmeye gerek bile yok!..
Türkiye için kurtuluşa ermenin, PKK’dan, BOP’çulardan, fetoşçulardan, velhasıl içerideki ve dışarıdaki ihanet ağlarından kurtulmanın yolu, bütün bu ağların baş sorumlusu olan ABD gerçeğini masaya yatırıp, ülkemiz için yeni bir strateji oluşturmaktan geçmektedir.
Özünde bu strateji yeni de değildir: Bağımsızlık benim karakterimdir diyen irade, yol haritasını da göstermiştir.
Arif EKİM, 14 Ekim 2008
http://www.turkdirlik.com/Bilgimece/Siy ... im0030.htm