
Ankara’yı sırf ‘çatık kaşları’ ile anar kimileri.
‘Devlet ciddiyetini’ sulandırmak, dolaylı atışlarla ‘düne sövmek’ isteyen zıpçıktılar ya ‘bürokrasi’ lafının arkasına sığınır, ya da daha ileri gidip ‘ceberut’ ifadesini kullanırlar.
Bir de ‘devlet-millet kaynaşması’ adı altında tuluat sergilenir ki, o son dönemde hayli moda hale geldi.
‘Kendileri’ devlet, yaptıkları hiçbir şeyi sorgulamadan karşılarında ‘el etek’ duranlar da millet.
Her söylediklerine kafa sallayan, el çırpanlar, millet sınıfının ‘seçkin’ zümresidir.
İtiraz eden, yanlışlara dikkat çeken, dönülmez yola girildiğinden dem vuranlar ya ‘statükocudur’ ya da ‘darbecidir” hazretlerinin gözünde.
Teslimiyet iktidarı ile birlikte siyasi literatürün baş tacı kelimesi haline gelen ‘bîat’ aslında işin özünü ortaya koyuyor.
Lakin her yaptıklarına bir ‘kutsiyet’, bir ‘ulvi dava’ süsü verenler bundan da pek gocunmuyor:
- “Bîatsa bîat. Maksat menzile varmak ise eğer bunda ne kötülük olabilir ki?”
Gelin görün ki, ‘ulvi’ davaları su koyuvermeye başladı; ‘arpalıklarda’ yer kalmadı. Herkesi ‘aynı anda’ hoş tutmak, dileyene dilediğini bahşetmek mevsimi geçiyor.
‘Kapacak’ köşe kalmayınca, ‘daha önce kapılmış’ köşelere göz dikiliyor.
***
İşte Ankara bu ‘yağma’ sürecinin sonunda kaçınılmaz olarak, gerçekten de ‘ceberut’ bir hal almaya başlıyor.
Kimin ‘arkası’ sağlamsa, kimin cebinde ‘birkaç vekilin kartı’ bulunuyorsa onun borusu ötmeye başlıyor. Hele ‘çiçeği burnunda bir bakan yakını’ konumunda bulunuyorsanız, işiniz iş; ‘açılmayacak’ kapı, ‘halledilmeyecek’ müşkülat kalmıyor.
‘Parti içi’ dengeler, ‘yancıların’ pozisyonu, ‘yalakaların’ performansı ’paylaşımda’ bir dereceye kadar etkili.
Fakat insan işte, ‘hırs’ girdi mi işin içine doymak, yetinmek asla mümkün olmuyor.
Tam da bu noktada kutsallar, davalar, idealler üçüncü, hatta dördüncü plana atılıyor.
Herkesin elinde ‘bir kalıp sabun’ diş bilediğinin, gözüne kestirdiğinin ayağının altına yuvarlayıveriyor.
AKP, yandaşları, yanaşmaları, dışarıdaki destekçileri, içerdeki goygoycuları ile bir ‘proje’ ise, bu projenin uzun vadedeki misyonu, ‘kutsal’ olarak nitelendirilen her değerin dibine kibrit suyu dökmektir.
Yaşayan, bir gün mutlaka nasıl kandırıldığını, nasıl ‘ters köşeye’ yatırıldığını anlayacaktır.
***
‘Akçeli’ işler için, ‘köşeleri’ tutmak için mahir bir şekilde ‘kullanılmaya’ müsait ‘mayın eşekleri’ öne sürülüyor; ‘sırası gelenin’ de defteri dürülüyor.
Kamuda ‘yemlenecek’ kaynaklar azaldıkça, ‘kamu yararına’ hizmet eden kurumlara yöneliyorlar; lakin o kurumlar da öyle ‘sınırsız kaynaklara’ sahip değil.
İşte bu telaş, bu ‘açgözlülük’ daha şimdiden kavganın ipuçlarını vermeye başladı. Ankara gerçekten ‘ceberut’ olma yolunda emin adımlarla ilerliyor.
Başkenti kırıp geçiren ‘fıkra’ gibi bir gerçek, mevcut durumu bakın nasıl özetliyor:
Rizeli bir vatandaş, sıkıntısını gidermek için başkentin yolunu tutar. Hangi kapıyı çalsa yüzüne kapanır. “Yüzde 10 komisyon” laflarına itibar etmez. ‘İmam Hatip’ ten arkadaş bulur, olmaz. ‘Meslekten’ bir tanıdığa ulaşır beceremez. ‘Vekil’ akrabasını arar, yine yok. En son bir arkadaşı akıl verir:
- “Git falanca ilçe başkanına o senin işini tereyağından kıl çeker gibi halleder.”
Gider ama, yine işi olmaz. Arkadaşı çay faslının ardından vatandaşa sorar:
- “Partimizi nasıl buluyorsun?”
Vatandaş, hışımla ayağa kalkar:
- “Ula kalkinmanuza bir şey demeyirum amma, adaletinizun içine tüçüreyum.”
***
‘Ulvi’ davalar, ne yazık ki ‘dava tüccarları’ tarafından ‘çıkar sofralarının’ değişmez bir mezesi haline getirilmiş bulunuyor.
‘Belli bir süreci’ yaşamadan da ‘ikiyüzlü’ suratları gizleyen maskeler düşmüyor.
İsrafil K. KUMBASAR, 4 Eylül 2013
israfilkumbasar@yenicaggazetesi.com.tr