
Cumhuriyet Bayramını kutladık.
86 yıldır kutluyormuşuz!!..
Bir yandan da gittikçe artan bir şiddetle cumhuriyeti dövüyorlar..Cumhuriyet... Atatürk... Devrimler... Laiklik... Tam bağımsızlık... Bütün bu kavramlar teşrih masasında.
N'oluyor?!..
Cumhuriyeti demokrasiyle taçlandırmak gerekirmiş.
Bir kısmı böyle yumuşak yumuşak yapıyor ameliyatı. Yani cumhuriyetle, cumhuriyetin kendisiyle, Atatürk'le devrimlerle bir alıp veremediği yokmuş da, işte eksikleri giderilsinmiş.
Bir başka kesim Mustafa Kemal'e bir şey diyemiyor: çünkü o zaman «ulan memleketi de mi kurtarmasaydı düşmandan, hain!...» diyiverecek diye korkuyor. Kolay değil, ülke resmen ve fiilen düşman işgali ve saldırısı altında iken buna karşı durulmasına dil uzatmak.
Ama, Mustafa Kemal'i istemeye istemeye sindirmek zorunda kalan bu kesim, «Atatürk» denince yine hemen demokrasiyi hatırlayıveriyor.
Çünkü bu kesimini kafasına göre Mustafa Kemal ile Atatürk farklı kimseler... Mustafa Kemal yurdu düşmandan kurtaran kahraman kumandan. Atatürk ise cumhuriyeti kurup devrimleri yapan bir münasebetsiz. Yurdu düşmandan kurtarmayı demokratik tartışma kapsamına sokmaya yürekleri elvermeyen bu yaratıklar, Cumhuriyet ve devrimleri demokratik tartışmanın kapsamına sokmakta hiç tereddüt etmiyorlar. Bunların arasında Kazım Karabekir ve öteki en yakın çekirdek arkadaş grubu bile vardır. Onlardan başlayıp bugünkü bir kısım Allah-din-iman tüccarlarına kadar gelebilirsiniz.Diyorlar ki;
- yurdu düşmandan kurtarmakla yetinip saltanata, hilafete dokunmasaydı, cumhuriyeti kurup devrimleri yapmasaydı...
Bir kesim daha var ki, onlar Atatürk'e olduğu kadar Mustafa Kemal'e de, yani cumhuriyet ve devrimlere olduğu kadar yurdun düşmandan kurtarılmasana da karşı. Der ki bunlar da:
- Ne olurdu İngiliz mandası veya Amerikan himayesinde oluverseydik. Bak kendi kendimize bir bok yapamıyoruz. Öyle olsaydı şimdiye çoktan kalkınırdık, gelişirdik...
Bunların bugün birleştikleri nokta, işte o meş'um «cumhuriyeti demokrasiyle taçlandırma» yavesidir!..
Bununla kast ettikleri, cumhuriyetin, kendisini kemirecek, tahrip edecek, yok edecek her türlü mikropla, düşmanıyla bir arada bulunmasında bir mahzur bulunmadığıdır.
Cumhuriyet, şeraitle bir arada oluverebilir; cumhuriyet bölücülükle bir arada bulunuverebilir... Cumhuriyet şeraiti de, bölücülüğü de hoş görmelidir. Hoş görebilir ve buna rağmen Cumhuriyete hiçbir şey olmaz...
Apaçık cumhuriyetten, Atatürk'ten nefret ettiklerini ifade edenleri, Atatürk'ün fotoğrafından, tablosundan bile rahatsız olduklarını belirtenleri bu yazının konusu dışında bırakıyoruz. Çünkü onların emelleri de, diğerlerinin demokrasi tacında mündemiç nasıl olsa!..
Şimdi...
Domuz gribimiz var... Normal gribimiz var... Ne yapıyoruz: temizliğe çok dikkat ediyoruz, vücudumuza durmadan vitamin depoluyoruz, bol su içiyoruz, temiz havayı önemsiyoruz. Kalabalığa girmemeye çalışıyoruz; hatta okulları kapatıp kalabalıkları dağıtıyoruz. Tokalaşmıyoruz, öpüşmüyoruz. Nihayet 40 milyon doz aşı ithal ediyor, ümmeti müselmanı aşılamaya kalkıyoruz. Değil mi?..
Niye peki? Çünkü grip virüsü vücudumuzun düşmanı. Bu tedbirleri almayıp, bu düşmanın vücudumuzda istediği gibi at koşturmasına izin verirsek yeniliyoruz, yatağa düşüyoruz, hatta ölüyoruz!!!..
Bir insana, hangi cins olursa olsun grip virüsüne karşı tedbir alma, vitamin alma, temizliğine dikkat etme, elini yıkama, ve saire ve saire denir mi?
Şeriat, bölücülük, emperyalizm de Cumhuriyetin düşmanı. Biz değil, kendileri söylüyorlar bunu. Hem de 86 yıldır.... Hem de ciltler, kütüphaneler dolduruncaya kadar...
- Şeriat, «cumhuriyet olmasaydı ne güzel hilafet, Osmanlı ve şer'i yönetim devam edecekti; eski harfler değişmeyecekti. Cumhuriyet beni dinden imandan uzaklaştırdı. Cumhuriyet günah rejimidir, tagutluktur» diye fütursuz ilan etmiş niye düşman olduğunu.
Bölücülük, «cumhuriyet olmasaydı, Lozan olmasaydı, ne güzel Sevr olacaktı; benim de bir Kürdistanım olacaktı...» diye çarşaf çarşaf açıklıyor niye düşman olduğunu.
Emperyalizm ise, «Türkler yüz yıllarca Avrupa'nın ortasında beni yönetti. Müslüman-Türk boyunduruğu altında yaşadım Asya'dan gelmişlerdir, Asya'ya defolup gitsinler. Ya da öyle tam bağımsızlık filan olmaz; benim önüme kendilerini sömürmemem için engeller çıkarıp durmasınlar...» diye açıklıyor düşmanlığının nedenini.
Demek ki neymiş: Meselenin demokrasiyle filan alakası yokmuş. Herkesin derdi başkaymış. Ama herkes, düşmanımın düşmanı dostumdur, diye birbiriyle ensest halindeymiş.
Nitekim, Şeyh Sait'in torunu olup geçenlerde ölen Abdülmelik Fırat, «Dedeniz niye isyan ettiydi» diye soran Uğur Mumcu'ya önce «Efendim din yıkılmıştı» diye gibi bir kıvırtma cevap verip, Uğur Mumcu da «Aman yapmayın... Dinin nesi ortadan kalkmıştı? Camiye mi gidemiyormuş; namaz mı kılamıyormuş, oruç mu tutamıyormuş?» diye sıkıştırınca asıl cevabı şöyle veriyor:
- «- Şeyh Sait ile Atatürkçülük... Bunlar birbirine karşı iki olgudur. İki dünya görüşü ve iki ayrı siyasettir doğuda. Mustafa Kemal «Osmanlı İmparatorluğu batıyor, devlet yıkılacak. Bunun yerine, Batı'nın kültür sistemini, hukuk sistemini alıp Türk ulusunu yüceltebilirim» diye düşünüyor. Buna karşı «Osmanlı imparatorluğu yıkılsa bile yine kendi kültürünü, inançlarını yaşatıp Batı teknolojisini almak» fikri savunuluyor.
«Bu çarpışan iki fikirdir. Şeyh Sait Cumhuriyete karşı değildir. Bu Batı'lı, taklitçi düşünceye karşıdır. Şöyle düşünüyor: «Kürtler ve Türkler, İslam unsuru olarak kaldıkça bir devlet çatısı altında birlikte yaşarlar. Fakat İslam düşüncesi ortadan kalkarsa beraber devlet olmanın anlamı kalmaz.» Yani, İslam düşüncesi Kürtler ve Türkleri bir arada tutan unsurdur; bu kalktı... Bunu söyleyen Kürtler... Jön Türklerde nasıl Batı standardında bir devlet kurma fikri varsa, Kürtler arasında da Kürt devleti kurmak isteyenler vardır.
«İngiliz sosyologu Toynbee «Medeniyet Yargılanıyor» adlı kitabında diyor ki:
«Biz doğuluları tahrik ettik. Onlarla alay ettik. Onların kültürlerini küçümsedik. Ve onlardan bizim kültürümüzü taklit etmelerini istedik. Yanlış yaptık. Bu taklitçiler bizim kültürümüzü de mahvedecekler. Medeniyetimizi de...»
«Toynbee'nin görüşü bu. Ben bu görüşe katılıyorum. «Müslüman ülkelerde en büyük Batı taklitçisi Mustafa Kemal'dir» diyor. Ben de Doğu'lu düşünceye sahip biri olarak diyorum ki; Doğu'nun kültürü, tarihi kalsın; Batı'nın sadece medeniyet dediğimiz teknolojisini alalım. ... Bununla beraber, Şeyh Sait Olayının diğer yanı da Kürt ulusunun kendi başına devlet kurma fikridir. Bu fikir de var işin içinde. O iş de Şeyh Sait ile başlamıyor; bu da her milletin kendi kaderini tayin hakkından doğuyor.» (Uğur MUMCU, Kürt-İslam Ayaklanması, um:ag Vakfı Yayınları, 21. baskı, s. 148-150, Ankara, 1996.)
Eveeeeet!!!...Demek ki neymiş!!..
Öyle demokratik haklar, biz ezildik, büzüldük filan lafı güzafmış...
Sağ olsun Abdülmelik Fırat, her şeyi, yukarıda değinilen üçlü şer çetesinin niye ve nasıl bir araya geldiğini; dedesinin söylediklerinden hareketle şeriatin ve Kürtçülüğün, Toynbee'nin söylediklerinden hareketle Batı'nın emperyalistleşmeyi göze alacak kadar neden Cumhuriyete düşman olduğunu çok güzel, çok açık izah etmiş. Bunları biz söylesek kıyamet kopardı.
Bugünkü fiili durum elbette biraz farklı. Özellikle PKK terörü ve ona dayalı olarak sürdürülen Kürtçülük hareketi açısından... Bugünkü PKK terörü ve Kürtçülüğün Müslümanlığından, İslamcılığından söz etmek hayli zor. Evet Öcalan'ın, DTP'nin kimi eylemlerinde söylemlerinde İslamcılık izleri var; ama bunlar tamamen takiyye. Onlar da kendi tabanlarına AKP'cilik oynuyorlar. Bugün esamisi okunmasa da Marksizm'den, sosyalizmden, solculuktan geldiklerini iddia ediyorlar. DTP siyaset bilimi literatüründe resmen solcu sayılıyor. Fiilen de abdestle, namazla, niyazla, ilgileri yok. Lakin Lice'deki, Şırnak'taki sade Kürt'ün var. İster istemez din konusunda ustaca ve son derece kapalı davranıyorlar.
Burada asıl açık tavır Müslüman-Cıların, AKP'nin ve sairenin. Bu takım çok açık bir şekilde en baştan, MSP'den itibaren, dinin etnisite sorunlarına, İslamiyet'in PKK sorununa karşı bir çimento işleviyle çözüm olduğunu söyleyip duruyorlar.
Ayrıca... «Ümmet»in «millet»le, ümmetçiliğin milliyetçilikle bağdaşmayacağını, bu konularla ilgilenen dağdaki deli de evdeki veli de biliyor. Çünkü millet ümmeti parçalıyor.
Gerçekten çok ilginçtir: Millet Arapça kökenli bir sözcük olmasına rağmen, Arap ülkelerinde bizdeki ulus karşılığında kullanılmıyor millet. Özellikle tek tek uluslardan, Türk ulusundan, Irak ulusundan, vesaire söz ederken... Halk da Arapça ama o da kullanılmıyor. «Şaab» diye çok özgün bir sözcük var bunların yerine.
Dolayısıyle, bir din veya bir İslam devleti kurmak isteyen bir hareketin bizim ulus kavramı karşılığında millet sözcüğünden hoşlanmaması, hatta bu amaç uğrunda gerekiyorsa bunu milleti parçalamak için kullanmaya çalışması veya en azından milletin parçalanmasından hiç rahatsızlık duymaması, millet gibi bir hassasiyetinin olmamasında anlaşılmayacak bir yan yok.
AKP'nin ve sürdüregeldiği hareket de bu. Uyguladığı politikalar da bu.
O nedenledir ki, «maalesef başbakan» RTE sürekli sayıyı artırarak Türkiye'deki etnik gruplardan (şimdilik galiba 36'ya kadar çıkarmıştı) söz edip Türkleri de bu etnik unsurlardan biri olarak kabul etmekte hiç tereddüt etmiyor. O nedenledir ki gayet rahat «Birisi ne mutlu Türk'üm diyene, derse, başkası da kalkar ne mutlu Kürt'üm diyene der» diyebiliyor. O nedenledir ki, «Türk Milleti» nden göreceği, görebileceği tepkiyi hiç umursamadan, hatta hiç öngöremeden Kürt veya Ermeni açılımlarına kalkışıp PKK teröristlerini karşılamaya genel müdür, müsteşar, vali, savcı, hakim gönderebiliyor; teröristlerin beş dakikalık yargılamadan sonra salıverilmesini emredebiliyor; onlara niyeyse geçici ikamet izni verilmesini sağlayabiliyor (gelenler Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı değil miydi?!..).
Ama bütün bunları DTP ve PKK yemiyor; şimdi bu nedenle Kürtlerin yoğun olduğu yörelerde AKP ile DTP arasında büyük bir çatışma var, onların oyları uğruna... Gerekirse DTP elinde Kuran'la Kürt imam çıkarıyor kürsüye; gerekirse AKP Kürtçe mevlit okutuyor, kuran okutuyor. (Tabi öte yandan da Kuran'ın, ezanın Türkçe okunmasına, ibadetin Türkçe yapılmasına büyük bir hınçla karşı çıkıyorlar cümbür cemaat. Kuran Kürtçe okunabilir, ama Türkçe okunamaz... Ne yaman ve alçak bir çelişkidir!.. Arapça bilmediğimizi biliyorlar ya... Ve öğrenip bilmemizi istemedikleri ne varsa Kuran'da...)
Toynbee'nin 80 küsur yıl önce söylediklerininse bugün Samuel Hantington'un Medeniyetler Çatışması'nda söylediklerinden hiçbir farkı yok.
«Medeniyetler Çatışması»nı önce 1993'te bir makale olarak Foreign Affairs dergisinde, sonra 1996'da makaleyi kitap hacminde genişletip Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması (The Clash of Civilizations and the Remaking of World Order) adıyla yayınlayan Amerikalı Siyaset Bilimcisi Profesör Samuel P. Huntington, Prof. Emre Kongar'a göre 21. yüzyılın din ağırlıklı bir uygarlıklar çatışması ile belirleneceğini söylüyor. Karşısına aldığı toplumlara «Batı uygarlığı aslında evrensel değildir, emperyalisttir. Siz bizden farklısınız ve bunda haklısınız!» diyerek onları bütünüyle dışlıyor
Kongar'ın anlatımıyla Huntington'a göre modernleşme, Batılılaşma demek değildir; batılı olmayan toplumların batılılaşması sonucunu vermez.
Batılı olmayan uygarlıklar, genellikle, kendi kültürlerinin değerli olduğunu yeniden fark etmektedir. Uygarlık temeline dayalı yeni bir dünya düzeni kurulmaktadır: Kültürel yakınlıkları olan toplumlar işbirliğine gitmektedir. Toplumları bir uygarlıktan ötekine aktarmak konusundaki çabalar başarısız olmuştur. Ülkeler, mensup bulundukları uygarlığın lider devletleri etrafında gruplaşmaktadırlar.
Batı uygarlığının evrensel değerlere sahip olduğu iddiası, onu, öteki uygarlıklarla gittikçe daha çok artan bir çatışma ortamına sokmaktadır. Çünkü Batı için «evrensel» olan, öteki uygarlıklar için «emperyalizmdir». Bu çatışmaların en ciddileri, İslam uygarlığı ve Çin uygarlığı ile Batı uygarlığı arasında olanlardır.
Batı uygarlığının varlığını sürdürmesi, Amerikanın Batılı kimliğini yeniden benimsemesine ve Batılıların uygarlıklarının evrensel değil, tek ve benzersiz (unique) bir uygarlık olduğunu kabul ederek, onu batılı olmayan toplumlardan gelen saldırılara karşı yenilemek ve korumak için birleşmelerine bağlıdır.
Huntington, birden çok uygarlığın etkisinde olan ülkeler için «bölünmüş ülkeler» diyor: Meksika, Latin-Amerika ve Batı uygarlıkları arasında, Eski Yugoslavya, Batı, İslam ve Slav-Ortodoks uygarlıkları arasında, Güney Afrika, Batı ve Afrika uygarlıkları arasında, Keşmir, İslam ve Hind uygarlıkları arasında, Türkiye, İslam ve Batı uygarlıkları arasında, Rusya, Slav-Ortodoks ve Batı uygarlıkları arasında bölünmüştür.
Huntington, «batı dışındaki uygarlıkları» «farklı» ilan edip zaman içinde ne kadar modernleşirlerse modernleşsinler, bu farklılıklarını koruyacaklarını söylemekte, «Siz farklısınız, farklı kalın. Bize bulaşmayın» demektedir. Ve dilinin altındaki asıl bakla da şudur:
- «Batı kendi kendine yeter. Sizin düşmanlığınız sayesinde kendi kendini de yenileyecektir. Dünyanın sınırlı kaynaklarından ise, ancak bizim uygun göreceğimiz ölçüde pay alabilirsiniz. Modernleşerek bize benzediğinizi ve sofraya eşit koşullarla oturacağınızı sanıyorsanız aldanıyorsunuz.»
Ana tezlerini Kemalizm'i yorumlayıp reddederek geliştiren Huntington'a göre, batı uygarlığı dışındaki ülkelerin hangi yolla olursa olsun, «batılılaşması» olanaksızdır.
Yani, aslında kitabın temel hareket noktası ve hatta asıl üzerinde durduğu konu Atatürk'ün, Müslüman ve feodal bir imparatorluktan, «Batılı ve çağdaş bir devlet» yaratma projesinin yadsınmasıdır; hatta kitap neredeyse esas olarak bu amaçla yazılmıştır demek bile mümkündür.
Huntington'a göre, Batı uygarlığı dışındaki ülkelerin batılılaşmaya ve modernleşmeye karşı üç tepkisi oluşuyor: Birinci tepki reddiyecilik. 16. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar Japonya'da görüldüğü gibi hem modernleşmenin hem de batılılaşmanın yadsınması biçiminde gelişiyor. İkinci tepki Kemalizm. Türkiye'de olduğu gibi hem modernleşmenin hem batılılaşmanın kabul edilmesi biçiminde ortaya çıkıyor. Üçüncü tepki reformculuk. Mısırda Mehmet Ali Paşa, Çin'de Ch'ing hanedanının son yılları ve 1870-1920 arası Osmanlı İmparatorluğu örneklerinde görüldüğü üzere, çağdaşlaşmanın kabulü fakat, batılılaşmanın yadsınması biçiminde oluşuyor.
Huntington, bu her üç tepkinin de farklı nedenlerle batı dışındaki toplumların «Batılılaşmasını» sağlayamadığını söylüyor. Böylece, Amerika, Kanada, Batı Avrupa ve bir ölçüde Avustralya ile Yeni Zelanda dışındaki ülkelere, «Ne yaparsanız yapın, bize benzeyemezsiniz, bizim dışımızda kalmaya mahkumsunuz» diyor.
Huntington Türkiye için de, batı uygarlığının içinde ikinci sınıf bir ülke olmaktansa, İslam uygarlığı içinde bir merkez-lider ülke olmanın daha uygun olduğu kanaatinde. (Nitekim içinde bulunduğumuz günlerde Batının önde gelen gazeteleri, Erdoğan'ın Suriye, İsrail, İran üzerinden yürüttüğü dış politikayı bir bakıma bu kanaatin uygulaması olarak yorumluyor. A.T.) Atatürk'ün toplumu laikleştirmesinden dolayı, Osmanlı İmparatorluğu'nun İslam uygarlığının merkez ülkesi olma rolünü Türkiye'nin devam ettiremediğini, bu rolü yine laik olduğu için şimdi de üstlenemeyeceğini belirten Huntington'a göre, Batı'nın laik ve demokratik düzeninde yeterince deneyim kazanmış olan Türkiye, artık İslam aleminin lideri olabilir. Ama bunu yapması için, Rusya'da Lenin'in reddedildiğinden daha şiddetle Atatürk'ün mirasını reddetmelidir. Bu ise ancak hem siyasal hem de dinsel açıdan meşruiyet sahibi olan üstelik de Atatürk kalibresinde (terim Huntington'undur) bir lider tarafından gerçekleştirilebilir.
Kitabının 145'inci sayfasında ise şunu söylüyor Huntington: Kuzeyden gelen büyük tehlikeye karşı Türkiye'nin bir siper olarak Batı için yararı kalmamıştır. Artık, Körfez savaşında olduğu gibi, güneyden gelen daha küçük tehditler için olası bir müttefiktir.
Kongar'ın yorumuyla Huntington'un söyledikleri de bu.
Şimdi tekrar soralım.
- Var mı bütün bunların demokrasiyle, Cumhuriyeti taçlandırmakla alakası? Türkiye'nin bugün bir demokrasi sorunu varsa bunun Cumhuriyetle, Atatürk'le ne alakası var? Sonrakiler demokrat olacaktı da Atatürk'ten mi korktular? Başka ellerini kollarını bağlayan mı vardı?
Hayır!..
Bu organize eşkıya çetesinin derdi demokrasi filan değil; bizatihi Cumhuriyet!!.. Bu çetenin üyelerinden her biri Atatürk'ten esasında apaçık «niye Cumhuriyet'i kurdun» diye nefret etmektedir; niye demokrat olmadın diye değil.
Şerait demokrat mıymış, hilafet demokrat mıymış, Osmanlı demokrat mıymış, Abdülhamit, Vahdettin demokrat mıymış? Düvel'i muazzama, Osmanlı'yı demokrat olmadığı için mi parçalamış?
Söyledikleri düpedüz şu:
- Vücudunuza domuz gribi mikrobunu alın, ama sakın ola tedbir almaya kalkışmayın!.. Yani Cumhuriyet, bırakın şeraiti, bölücülüğü, emperyalizmi bünyesine alsın, ama zinhar buna karşı tedbir almasın, almayın; yoksa demokrat olamazsınız; cumhuriyeti demokrasiyle «taçlandıramazsınız»...
Domuz, ayı, eşek, kuş, ne olursa olsun grip virüsünün vücudun düşmanı olduğu belli. Bünyeye girer, sen de tedbir almazsan, öldürmesi bile mümkün; bu da belli.
Şeriat, bölücülük ve emperyalizm ister Şeyh Sait, ister Abdülmelik Fırat, ister Arnold Toynbee, ister Saidi Nursi, ister Samuel Huntington, ister AB İlerleme Raporu, ister ABD Dışişleri Bakanlığı Dinsel Özgürlükler raporu ağzından, ister ABD Ordu dergisinden, ister NATO resmi toplantılarından, Cumhuriyet'in düşmanı olduğunu hiç gizlemeye gerek görmeden ilan ediyor; bizim iddiamız değil bu.
Ama aynı zamanda diyorlar ki; siz bu dediklerimizi yapın, korkmayın ne İslam Cumhuriyeti olursunuz, ne parçalanırsınız. Sadece demokrat olursunuz...
Olur canım... Başka bi «emrin» var mıydı?!.. Bari gözümüzün içine baka baka söyleyip, yazıp çizmeseler...
Şeyh Sait'in, Saidi Nursi'nin, Abdülmelik Fırat'ın Toynbee'nin, Huntington'un söylediklerinde hiç demokrasi var mı; demokrasinin -d-si var mı?!.. E bu demokrasi de demokrasi, cumhuriyeti demokrasiyle taçlandırmak da taçlandırmak neyin nesi?
Yersek, pek muhterem başvekil muavinimiz, sabık meclis reisimizin ifadesiyle şeyini şey ettiğimin şeyi!..
Hadi gidelim, bizimkilerin pek sevdiği, hörmette kusur etmediği, nihayet pek özendiği İran'a... Ve hadi bir Laik Parti... Türbana (Çarşafa) Hayır Derneği... Alkollü İçkiye Hoşgörü Vakfı Kuralım. Sıkıyorsa... Bırakın Tahran'ı... Hadi Ankara'daki İran büyükelçiliğine bir kadın olarak başınız açık girin!.. Sıkıyorsa... Tek seçeneğiniz var: Girmemek...
Hadi gidelim Amerika'ya da bir komünist veya sosyalist parti kuralım bakalım, ne olacak!..
Obama veya mensubu olduğu Demokrat Parti güya demokrat Amerika'nın solu, solcusu, sol partisi. Adam, sosyal güvenlikten tamamen mahrum 40 milyon gariban Amerikalıya asgari düzeyde bir sağlık yardımı öngören bir sağlık reformu yapayım dedi; 1 (yazıyla bir) milyon Amerikalı sokaklara dökülüp Beyaz Saray'ın karşısında Obama'yı «bizim vergilerimizle onlara ilaç veremezsin» diye... Evet aynen böyle: «bizim vergilerimizle 40 milyon Amerikalıya ilaç veremezsin» diye protesto etti!!..
Bu kırk milyon kişi Patagonyalı değil, protestocular gibi onlar da Amerikalı, ABD yurttaşı, vatandaşı bir...
İki, bu zibidi protestocu Amerikalılar, hükümetleri Irak'ta kimyasal silahları bulmak, Irak'ı demokratlaştırmak bahanesiyle bu sosyal güvenlik paketi maliyetinin kim bilir kaç katını harcarken hiç seslerini çıkarmamak bir yana, gencecik Amerikalı çocukların ABD bayrağına sarılı tabutları gelirken dahi böyle bir protestoya gerek duymamışlardı.
Üç. Amerika'nın Vietnam'daki My Lai Katliamı utancını, Irak'taki Ebu Greyb alçaklığını deşifre etmiş, bu nedenlerle de Pulitzer ödülü almış, bilinen en ünlü ve saygın araştırmacı gazetecisi Seymour Hersh, içinde bulunduğumuz 2009 Ekim'in 20'inci günü akşamı, yani bundan sadece 10 (on) gün önce, ülkesindeki Duke Üniversitesi'nde yüzlerce öğrencinin merakla izlediği konuşmasında ne diyor:
- «Amerikan Ordusu sadece Irak ve Afganistan'da savaşmıyor; Ordu aynı zamanda Beyaz Saray'a karşı da bir savaşın içinde. Zayıf ve renginin yanlış olduğunu düşünüyorlar. Evet, Pentagon'da ırkçılık var. Bunu düşünmek hoşumuza gitmeyebilir, ama bu doğru; ayrıca hepimiz de biliyoruz.
Ordudaki bir çok komutan Obama'nın başarısız olmasını istiyor. Pentagondaki (ABD Genelkurmayı) pek çok kimse Obama'nın zor durumda kalmasından memnuniyet duyacak. Afganistan'daki ABD ordusunun komutanı General Stanley McChrystal ilave 40 bin Amerikan askeri gönderilmezse Afganistan'daki savaşın kaybedileceği doğrultusunda basına bilgi sızdırarak Obama'yı yenilgiye mahkum ediyor. İstedikleri takviyeyi gönderirse de siyaseten kaybedecek; göndermezse de siyaseten kaybedecek.
Obma'nın tek çıkış yolu generallere karşı durması. Ya Pentagon'un kendisi üzerine gelmesine izin verecek; ya kendisi Pentagon'un üzerine gidecek. Gitmezse, bu unsurlar onun başkanlığını mahvedecek. Af-Pak durumu, yani Afganistan ve Pakistan'da gittikçe yaygınlaşan savaş, Obama'nın temel sorunu.» (http://www.informationclearinghouse.inf ... e23783.htm)
Buyurun buradan yakın!..
Amerika... «Demokrasinin beşiği» .. Ama Amerikan ordusu, başkanlık sisteminin uygulandığı, dolayısıyla Başkan'ın tek başına yürütme, yani bizdeki «hükümet» demek olduğu Amerika'da Başkan'a, yani hükümete karşı!!!.. Amerikan ordusu, Genelkurmayı, Afganistan ordusu komutanı, Başkan'ı, yani hükümeti zor durumda bırakmak, başarısız olmasını sağlamak, hatta nihai olarak devirmek için elinden geleni ardına koymuyor. Yetmiyor, basına yalandan bilgi sızdırıyor.
Doğrudur. Çünkü yine, tıpkı bizdeki gibi ancak internette yayınlanabilen Amerikan muhalif basınına ve onun yazar çizerine göre Afganistan'da 200 bin ABD-NATO askeri var.
Yanlış okumadınız: 200 BİN!..
Kime karşı? Kıçı kırık Taliban'a karşı...
Dünyanın en gelişmiş ülkelerinin en modern silahlarıyla ve teknolojisiyle donatılmış, en iyi eğitilmiş 200 BİN kişilik ordusu, entarili, mekap ayakkabılı, sarıklı, elinde en çok kalaşnikof, belki bir miktar havan ve uçaksavar bulunan Taliban çapulcularıyla başa çıkamıyor, ilave asker istiyor, verilmezse «yeniliriz» diyor.
Bizim ulusal ordu-savaş gelenek ve teamüllerimize göre, hele bir savaş anında bunları yapan, yapmaya kalkışan, yapmak isteyen ordu, ordu komutanı en azından korkaktır, korkaklıkla suçlanır; ama daha ötesi divanı harp kararıyla kurşuna dizilir. Çünkü bu, sıradan bir hükümet devirme komplosu değil, hükümeti zor durumda bırakmak amacıyla da olsa ihanettir.
Üstelik bütün bunların çok saçma, ilkel, gerici, manyakça bir gerekçesi var: Obama zayıf ve zenci imiş de ondan!!!...
İşte bize günde üç vakit demokrasi dersi veren (beş vakit demokrasi dersini AB veriyor) Amerikan demokrasisinin hali pür melali!.. Amerikan ordusu Obama'ya ülkenin laik veya şeriatçı, komünist veya kapitalist, faşist veya demokrat rejimini, demokrasi sinsiliğiyle değiştirmeye çalıştığı için, bu yüzden ABD Anayasa mahkemesince mahkum edildiği için karşı çıkıyor değil. Sadece zayıf ve zenci olduğu için karşı çıkıyor. Seymour Hersh'in söylediği bu.
Tam bizim Ergenekonluk vaziyet!.. O Amerikan Genelkurmayını, Afganistan'daki o ordu komutanını, bunların sızdırdığı bilgileri yayınlayan Amerikalı gazetecileri Amerikan Ergenekonlarında sürüm sürüm süründürmek lazım.
Bizim «maalesef başbakan», müstakbel ziyareti sırasında muhatabı Obama'ya bu yönde tavsiyelerde bulunur mu dersiniz? Öyle ya, «maalesef başbakana» Ergenekon aklını veren, ABD. Bizimki «E Obama efendim; bana verdiğin aklı niye kendin uygulamıyorsun» dese haksız mı olur, kabalık etmiş mi olur?
Buraya, hadi Amerika'da bir komünist, sosyalist parti kuralım noktasından geldik.
Amerika ölçülerinde «solcu» (!) Obama'nın, sırf hiçbir sosyal güvenliği olmayan 40 milyon Amerikalıya minimum sağlık yardımı yapmak istediği için bir milyon Amerikalı tarafından «bizim vergilerimizle onlara ilaç veremezsin» diye protesto edildiği, daha da vahimi sırf zayıf ve hele hele zenci olduğu için başarısız olmasının, devrilmesinin bizzat Amerikan ordusu tarafından istendiği Amerika'da komünist, sosyalist parti mümkün mü?!!..
Basit bir sağlık reformuna karşı çıkmak üzere bir milyon kişinin sokağa döküldüğü; başkan zenci diye Ordunun muhalefet hareketi başlattığı Amerika'da bir sosyalist parti kurulur, hele iktidara gelmeye kalkar, hele hele gelirse neler olur, o bir milyon kişi kaç milyona çıkar, Ordu neler yapar düşünebiliyor musunuz?!?!!!.. Kennedy'yi bizim Mehmet Ali Ağca mı öldürdüydü?!..
Amerika başlangıçta 13 eyaletin oluşturduğu bir Birleşik Devlet'ti. Ama bu «birleşik» liğe ulaşmak için önce «karındaşları», en azından kardeşleri, kuzenleri olan İngiltere'ye karşı uzuuuun bir bağımsızlık savaşı vermek, sonra kendi aralarında yine uzuuuun bir iç savaş yaşamak zorunda kaldılar. 13 eyaletin kuzeyde olanları birleşik devlet isterken güneydekiler buna itiraz etmiş, bizim anlayacağımız ifadeyle «PKK'lık»etmişlerdi.
Kuzey, çok kanlı bir iç savaştan sonra, yani silah zoruyla güneyi, yani kendisi için bir bakıma PKK'yı birleşmeye mecbur etti. Yani «peki. Madem istemiyorsunuz; siz ayrı devlet kurun» demedi. Üstelik kuzey eyaletlerinin, güney eyaletleri arasındaki ilişki sureti katiyyede Kürtlerin Türklerle olan ilişkisi değildi. Hemen hemen hepsi aynı veya yakın tarihlerde, çok çok bir yüz yıl içinde yeni kıtaya gelmişler, o noktaya gelene kadar herkes bildiğini yapıp başının çaresine bakmıştı.
Amerika Cumhuriyeti, Amerika Birleşik Devletleri, Amerikan «birliği» ancak böyle, itiraz edenler kanla, silahla boyun eğdirilerek kuruldu. Kurulduktan sonra uzuuunca bir süre devlet otoritesi, yargı, hukuk pek ortada görülmedi. Bizim kovboy filmlerinden, çizgi romanlarından hatırladığımız üzere, bileği kuvvetli olanın, tabancasını daha hızlı çekenin kazanmasına izin verildi. Gözünüze güzel bir arazi kestirdiniz de sizden önce gelen biri mi yerleşmiş; adamın biri bir yerde petrol mü bulmuş, bir maraza çıkarırsınız, silahlar çekilir, kim ayakta kalırsa... ABD Irak'a da, Afganistan'a da, Vietnam'a da hep aynı mantıkla, aynı görgü ve kültürle saldırmıştır.
Çizgi romanları hatırlayın. Üç temel kahraman vardır: Şerif, Yargıç, bir de... Bir de cenaze levazımatçısı... Her düellodan, çatışmadan önce ortalığa çıkıp çarpışacak olanların tabut için boy ölçüsünü alan... Şerif mutlaka çarpışacaklardan birinin adamıdır; yargıç da ya şerifin ya da yine çarpışacak taraflardan birinin adamı...
Bu Amerika'da öyle bizim alıştığımız biçimde örgütlü, kurumsal darbe yapılmaz. Başkan'dan hoşlanmıyorsanız çeker vurursunuz. O kadar!...
Kuruluşundan bu güne kadarki 44 ABD başkanından 4 tanesi suikast sonucu öldürülmüş; bir tanesine iki kez olmak üzere üç tanesi suikastlerden yara almadan kurtulmuş, bir tanesi yaralanmış; bir başkan adayı da kampanya sırasında öldürülmüş. Hele Abraham Lincoln'ün öldürüldüğü suikastte yardımcısı ve dışişleri bakanı da ölmüş.
Şimdi aynı Amerika bize, PKK ne istiyorsa yap, AKP, şeriat ne istiyorsa yap yoksa Cumhuriyeti demokrasi ile taçlandıramazsın diyor. Benim cumhuriyetim için benden çok telaşlanıyor.
PKK, AKP demokrat mı?.. PKK istediği bölgede istediği devleti kursa, içinde ister istemez Kürt'ten başka unsurlar da bulunacağına göre, mesela içindeki Türklerin bir Partiya Kerkeran TÜRKistan (PKT) kurmasına, kendisine karşı silahla bağımsızlık, demokrasi özgürlük, mücadelesi yapmasına, okullarında Türkçe eğitim verilmesine, Türk kasabalarında kaymakamlık gönderlerine Türk bayrağı çekilmesine izin verecek mi? Verir mi?
Bırakınız o kadar ileri gitmeyi, Abdullah Öcalan bugün kendi örgütüne, örgüt mensuplarına karşı demokrat mı? Bir zamanlar Türk basının kimi unsurları için «Ankara'daki genelkurmaya selam duruyorlar» diye kızan Kürtler ve Kürtçüler de o zaman Bekaa'daki, şimdi İmralı'daki, ikinci derecede Kandil'deki genelkurmaya selam durmadı mı, durmuyor mu?
Yani cumhuriyeti demokrasiyle taçlandırmak isteyenlerin hiç birinin tenceresi temiz değil, dolayısiyle en küçük samimiyeti yok. Cumhuriyeti istemiyorlar, ama bunun gereğini demokrasi memokrasi diye alalayarak gerçekleştirmek istiyorlar. Bunların başında içerideki AKP, onun Recep'i ve bunların içerideki dışarıdaki hempaları geliyor. Mesela «maalesef başbakan...» Pakistan ziyaretinde en büyük özlemini deriiiin bir iç çekişle ifade etmiş: «Keşke bizim mecliste de kararlar ittifakla alınsa...»
Ne demokrasi, ne demokratlık ama!..
Ama bir marifet(ler)i daha var ki, ört ki ölem.
Her milli bayramda ve her fırsat düştükçe, yüzlerinde hain, alçak bir gülümsemeyle, Atatürk'ü de anarak «Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir. Millet ne istiyorsa o olacak» demiyorlar mı, götür hepsini Atakule'den at!.. Cahilliklerinden de olabilir, ama ben sanmıyorum.
Demek istiyorlar ki, bizim yapmak istediklerimize, çıkarmak istediğimiz yasalara, yapmak istediğimiz anayasa değişikliklerine, yaptığımız atamalara, aldığımız kararlara, dış politikamıza karışmayın, müdahale etmeyin, hele zinhar muhalefet etmeyin. Çünkü madem bizi halk seçti, bizim her istediğimiz ve yaptığımız halkın istediği ve yaptığı demektir. E, demokrasi de bu değil mi zaten!?!.. Bize karşı çıkarsanız, siz demokrat olamazsınız, faşist olursunuz.
Peki Atatürk «Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir» derken bunu mu kast etmişti?
- «Efendiler! İçinde bulunduğumuz şartlara rağmen safsatayla, münakaşayla, nazariyatla vakit geçirdiğimizi görüyorum. Hakimiyet ve saltanat hiç kimseye ilim icabıdır diye münakaşa ile mügalata ile verilmez. Hakimiyet ve saltanat kuvvetle, kudretle, zorla alınır. Türk milleti de hakimiyet ve saltanatı bil fiil isyan ederek kendi eline almıştır.Bu olmuş bitmiş bir durumdur. Mesele, «hakimiyet ve saltanatı bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız» Meselesi değildir. Mesele bu zaten olmuş bitmiş durumu ifade etmektir. Bu herhalde ve mutlaka olacaktır. Burada toplananlar meclis ve herkes,meseleyi bu şekilde görürlerse fikrimce uygun olur. Aksi takdirde yine hakikat ifade olunacaktır. Fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir.»
Atatürk bu sözleri nerede, ne zaman, kimlere karşı, hangi vesileyle sarf etmişti, eminim «maalesef başbakan» ve şürekası da bilir. Saltanatın kaldırılması, ilgili meclis komisyonunda savsaklanınca söylemiştir Atatürk bunları. Ve maalesef başbakan ve avenesinin pek bayılarak arkasına saklandıkları «egemenlik kayıtsız şartsız milletindir» sözlerinin açıklamasıdır, moda tabirle açılımıdır.
Var mı bu sözlerde halkın seçimle iktidarı, yani aslında görevi geçici olarak verdiği bir takım yaratıklar her istediğini yapabilir, ona karşı çıkılmaz anlamı?!.. Millet kime karşı isyan etmiş de zorla almıştı hakimiyeti?!!..
PAADİŞAHTAAAAAANNNN!!!...
Evet, Atatürk «Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir» derken, düpedüz «HAKİMİYET KAYITSIZ ŞARTSIZ PADİŞAHIN DEĞİLDİR!!!» demek istiyordu. Muradı buydu. Anlamayanlara da bunu yukarıdaki sözlerle, «Fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir» diye anlatmış, nitekim komisyonun hacı-hoca takımından üyeleri de:
«- Afedersiniz efendim. Biz meseleyi başka şekilde mütalaa ediyorduk. Şimdi aydınlandık» diyerek pek güzel anladıklarını göstermişlerdir.
«Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir» demek, padişahı attık yerine, sırf halk seçti diye maalesef başbakan Recep'i koyduk demek değil!.. «Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir» demek, «HAKİMİYET KAYITSIZ ŞARTSIZ PADİŞAHIN DEĞİLDİR!!!» demek değil de, «kral öldü yaşasın kral» demekse, gitti padişah geldi maalesef başbakan demekse insanlığın bin yıldır, Roma'dan itibaren üç bin yıldır, bizim iki yüz yıldır verdiğimiz mücadelenin ne anlamı kalır!.. Demokrasi, Duverger'nin deyimiyle «seçilmiş krallar» mı demek?!..
İkinci dünya savaşının çıkacağını, bunda Rusya'nın en karlı olacağını savaştan yedi yıl önce öngörebilmiş Atatürk, «Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir» diye, cumhuriyeti getirip, «al koçum. Ananın ak sütü gibi helaldir. Tepe tepe kullan» diye bir maalesef başbakanın ve avenesinin küçücük kafasına teslim edecek, etmiş, öyle mi?!!!...
Cumhuriyeti demokrasiyle taçlandırmak, usulen seçilmiş imam devlet başkanına imam başbakana teslim etmekse Erbakan çok haklı: Kanlı mı olacak kansız mı?
Bu ihtimal var olduğu sürece Cumhuriyet Bayramınız kutlu olsun mu olmasın mı, siz karar verin.
Ali TARTANOĞLU, 2 Kasım 2009, HEDDAM