Domuz Gribi Aşısı ve Üret(e)meyen Türkiye!Ceyhun Balcı, 24 Ekim 2009Yaşadığımız çağa gündelik yaşamımıza yansıyan teknolojik kolaylıkların da etkisiyle cilalı sözlerle adlandırmalar yapıldığını duyar dururuz. ”İletişim”, “bilgi”, “uzay” gibi adlar kulaklarımıza sık çalınanlardan birkaçıdır.
Kuşkusuz bu bağlamdaki kimi yanlışlar tarih yapılırken değil de yazılırken anlaşılacaktır. Günün birinde tarih yazanların şu günlerde yapılmakta olan tarihi “korku çağı” olarak adlandırmaları şaşırtıcı olmayabilecektir.
Bilginin sıradan ayrıntı sayıldığı, bilgiden çok korkuyla kamuoyu oluşturmanın kolaylaştığı bu dönemde aklınıza gelebilecek hemen her olgu ya da gelişme “korku” öğesine dönüş(türül)ebiliyor.
Gündemden ve gerçeklerden kopartılmış toplumların güncel “domuz gribi” gerekçesiyle konuya odaklanması ve bu odaklanışın da korku üzerinden yönlendirilişi tüm çıplaklığıyla gözlerimizin önündedir bu günlerde.
Hastalık biçim değiştirip daha hastalandırıcı ve öldürücü olur mu yoksa bu gidişini koruyarak zamanla etkisini yitirir mi?
Aşı kitlesel olarak mı yapılmalı, yoksa yalnızca risk gruplarına mı uygulanmalı?
Aşılar güvenli midir yoksa bilinen ya da bilinmeyen yan etkileri var mıdır?
Beklenen olumsuz gelişme gerçekleşirse Türkiye’de öteden beri yetersiz olduğu bilinen yoğun bakım koşul ve olanakları yeterince geliştirilmiş durumda mıdır?
Sayıları çoğaltılabilecek bu türden soruların ortak özelliği “belirsizlikler” ve “bilinmezlikler” içeriyor oluşlarıdır.
Geçtiğimiz günlerde (20.10.2009) bir televizyon kanalında (Habertürk) konuyla ilgili sağlıklı ve kapsamlı bilgi veren, gösteriden çok toplumu aydınlatmayı hedefleyen bir meslekdaşımı izlerken başka bilgiler de edinme olanağı bulmuş oldum.
Son çeyrek yüzyılda hemen her alanı etkileyen bazı gelişmeler doğal olarak sağlık ortamını da etkisi altına almış durumdadır.
Aşı üretimi gibi son derece önemli ve duyarlı bir alan da başka birçoğu gibi çok uluslu şirketlerin etkisi altındadır.
Geçmişte bağımsız ve böylelikle daha nesnel olduğu tartışmasız olan kurullarca verilen aşı üretim onayları artık üretici şirketlerin egemen olduğu kurullarca verilmektedir. Doğaldır ki; üreten ürettiğini satacaktır ve elbette bu yolla parasal kazanç sağlamış olacaktır. Bu durum gözönüne alındığında aşı üretim onaylarının ve kullanıma sokuluş işlemlerinin kolaylaştırılmış olması, üzerinde durulması gereken çok önemli bir nokta sayılmalıdır.
Özellikle, son dönemde öne çıkan domuz gribi durumun göreceli olarak ivedilik içermesi nedeniyle de; söz konusu hastalığa korunma sağlayacak aşının kolayca onay almasına şaşırılmamalıdır.
Ülkemizde son günlerde “korku toplumu” yaratma doğrultusunda önemli adımlar atılmaktadır. Bu korku ortamında aşı konusunun konuşulması ve bu bağlamda yönlendirme yapılması da kolaylaşmaktadır.
Böylelikle, bir yandan toplumun aşıyı kabullenmesi kolaylaştırılırken, diğer yandan da söylentiler, kaygılar ve kuşkular korku yaratması pahasına dile getirilebilmektedir.
Öğrenildiğine göre, ülkemize gelecek aşılar üç üretici kaynaktan sağlanacaktır. Yine bilindiği kadarı ile bu üreticilerden birisi çok daha güvenilir bir konumda diğer ikisi son dönemdeki acelenin de etkisi ile hızla onay almış üreticilerdir.
Belirsizlik ve bilinmezlikler denince, H1N1 virüsünün bugünkü doğasını değiştirip daha hastalandırıcı ve öldürücü dönüşüm geçirmesi olasıdır. Bugün geliştirilen ve kullanıma sunulan aşıların bu dönüşüm durumundaki koruyuculukları da bir başka bilinmez olarak ortaya çıkmış olacaktır.
Dolayısı ile, bugün alımından söz edilen 40 milyon doz aşının böylesi bir soydeğişim (mutasyon) sonrası koruyuculuğu tartışmalı olacaktır. Diğer bir deyişle bunca harcamanın boşa gitmesi söz konusu olabilir. Diğer yandan, olumlu senaryonun söz konusu olması durumunda, mevcut aşı mutasyona uğramış virüse karşı da koruyucu olabilir. Bu durumda da, dışalım yoluyla edinilen aşıların üeticilerce kendi toplumlarını önceleyen bir kullanıma yönlendrilmesi ise aşısız kalınması anlamına gelebilir.
İşte, tam bunlar konuşulurken aynı kanalda geçen bir altyazı bilgisi “domuz gribi” ve “aşısı” çevresinde yoğunlaşan tartışmalara da ışık tutacak türdendi : “Ege bölgesinde geçtiğimiz yıl pamuk ekim alanları % 29 oranında daraldı.” Yine, geçen haftanın bir gazete köşe yazısına(Cumhuriyet, Şükran SONER, 17.10.2009) göre Türkiye’de buğday, arpa, kuru fasulye, mercimek ve nohut gibi tarım ürünlerinin üretimi de hatırı sayılır düzeyde azalmıştı. Belli ki; bu geleneksel ve en iyi bildiğimizi sandığımız alanda bile dışa bağımlı duruma gelmiştik. Çok değil, 15-20 yıl önce bile dünyanın gıda üretim bakımından kendine yeten yedi ülkesinden biri olmakla övünç duymaz mıydık?
“Aşıyla bu konunun ilintisi var mıdır?” diye sorulabilir!
İlgisiz gibi görünen bu iki konudaki yetersizlikler bir ortak payda oluşturuyor. “Üret(e)meyen Türkiye!” “Üretmekten vazgeçen Türkiye!” de denilebilir.
Türkiye üreten, kendi aşısını yapabilen ve gereğinde başkalarını da üretme potansiyeli olan bir ülke olabilseydi domuz gribi üzerinden de bir korku toplumu yaratmaya gerek kalır mıydı?
Bu noktada yöneten olmak da oldukça güçtür. Başkalarının etkisi ve güdümü altındasınız. Diğer yandan da toplum önlem ve koruma beklentisi içinde. Önlem almadı, koruma yapmadı dedirtmek istemezsiniz doğal olarak!
Son günlerde domuz gribi ve aşısı çevresinde odaklanan her türden akıl yürütme, yorum yapma ve bir şeyler yapıyor görünmenin önemli nedenlerinden biridir bu toplumsal baskı.
Her nedense pek çok konuya vurgu yapan kişi ya da kurumlar işin bu yanına neredeyse hiç değinmemekteler.
Domuz gribi ve aşısı çevresinde yoğunlaşan sorunlar sakın “üretemeyen Türkiye” kaynaklı olmasın!
“Nedensellik” bağı kurma alışkanlığı hekimliğin olmazsa olmazıdır. Dolayısı ile, hekimler yalnızca hastalıklarla uğraşırken değil yaşamın başka alanlarında da bu yararlı alışkanlıktan yararlanmalıdırlar.
Ancak, her nedense domuz gribi ve aşısına ilişkin tartışmalarda bir çok dernek konuya ilişkin açıklama yapma yarışına girmişken aynı çevrelerin işin bu yanına kayıtsız kalıyor olmaları nasıl açıklanmalı?
Not: Bu yazıda 20.10.2009 tarihinde Habertürk TV’de Fatih Altaylı’nın sunduğu “Teketek” izlencesine konuk olan Prof.Dr. Osman Şadi YENEN hocanın sözlerinden esinlenilmiştir.
ilk-kursun.com
Bu İddiaları Sağlık Bakanlığı'na SoruyoruzShow TV'nin 25 Ekim 2009 tarihli ana haber bülteninde;
"Domuz Gribi'nden İlk Ölüm Vakası" olarak kanal kanal "reklamı" yapılan vatandaşımızın acılı eşi mealen şöyle konuştu:
"Bize eşimle ilgili bu konuda bir şey söylenmedi. Eşim ; öldüğü ana dek hep üç yataklı bir yerde, başka hastalarla beraber yattı. Biz de hep yanındaydık, bize de maske felan verilmedi. Domuz gribi idiyse niye ayrı odaya alınmadı"Bunlar eşinin domuz gribinden öldüğünden kuşku duyan bir kadının sözleri. Vatandaşlar da, son günlerde "domuz gribi" furyası üzerinden koparılan yaygaradan şüphelenmiş olacaklar ki; medyada yeralan anketler halkın %85'inin
"domuz gribi" aşısına güvenmediği ve yaptırmayı düşünmediği yönünde.
Türkiye'de de; dünya ile birlikte yaşanan/yaşatılan domuz gribi paniği ilaç üreten bir kaç küresel firmaya üç yönlü yarıyor."Domuz gribi" aşısını üreten firmalar aynı zamanda , ABD gibi fabrika mantığı ile işletilen büyük domuz çiftliklerinin bulunduğu ülkelerde, domuzların tutuldukları sağlıksız şartlarda hastalık kapmamaları için bolca verilen antibiyotiklerin üreticileri. Hem antibiyotiği, hem de aşıyı üreten Baxter ve Novavax gibi firmalar aynı zamanda
"domuz gribi" üzerinden yaratılan kamuoyu sayesinde yükselen hisse senetleri sayesinde de kazançlı çıkıyorlar.
27 Nisan'da Novavax'ın hisseleri 2.55 dolardan satıyordu. Ağustos itibarı ile bu rakam 5.21 dolara çıktı. Şirketin hisseleri şu sıralar 4.04 civarında işlem görüyor. Bir kaç ay içinde ikiye katlanan hisse senetleri sözkonusu.
Türkiye bir kalemde 1 milyon 800 bin doz aşıyı satın alarak, panik havasının her türlü aşırılığı örtbas ettiği bir ortamda, bu tarz yeni üretim/teknolojilerin en önemli maliyet kalemi olan
"ilk üretim maliyeti"ni karşılar bir pozisyona kendisini sokmuş durumda. İktidara oturduğu günden beri küresel sermayeyi mutlu eden yüzlerce karara imza atan AKP hükümeti; bizzat Sağlık Bakanı aracılığı ile halk üzerinde yaratılmaya çalışılan panik ortamına malzeme sağlıyor.
Her gün
"Domuz Gribi Paniği" gibi başlıklarla haber yapan medyayı da bu resme eklediğinizde; Türkiye, bir kez daha
"barış teknolojilerinin" laboratuvar ülkesi haline dönüştürülmüş durumda.
Açık İstihbarat; yıllardır, dünyanın belli ülkelerinin savaş ve barış teknolojileri adına "laboratuvar" olarak seçildiğini ve Irak, Afganistan gibi coğrafyaların her türlü savaş teknolojisinin test edildiği coğrafyalar olarak kullanılırken; Türkiye'nin de barış teknolojilerinin
(gözetleme teknolojileri, toplumsal mühendislik teknolojiler, kitle kontrol teknolojileri , gıda teknolojileri, sağlık teknolojileri, v.s.) laboratuvarı olarak konuşlandırıldığının altını çiziyor.
"Domuz Gribi" operasyonu, Türkiye'nin bir kez daha birileri tarafından laboratuvar olarak görüldüğünün bütün emarelerini taşıyor.
Bu sağlıksız sağlık tartışması ortamında, sağlıklı ve dengeli bilgi akışı sağlanamadığı için de,
"komplo teorileri" ve çeşitli iddialar ortalığa yayılmış durumda.
Güvenilir kaynaklardan bizzat tarafımıza ulaşmış bir kaç iddiayı Sağlık Bakanlığının dikkatine sunuyoruz:1) İllerdeki ilgili makamlara şifahi emirler vererek, hastanelerdeki normal grip vakalarının belirli oranlarda "domuz gribi" vakası olarak tanımlanarak, kayda geçirilmesi yönünde talimat verdiniz mi?
2) Bu şifahi emirlerinizi haber yapan bazı sağlık muhabirlerinin haberlerine müdahale edilerek, gazetelerde yayınlanması engellendi mi?
3) Bazı eczanelere normal grip aşısı için başvuran vatandaşlara, "normal grip aşısı verilmemesi, başvuranların domuz gribi aşısına yönlendirilmesi yönünde talimat var. O yüzden satamıyoruz" mealinde açıklamalar yapılıyor. Bu bir kaç eczanenin işgüzarlığımı , yoksa Bakanlığınızın bu yönde de şifahi bir yönlendirmesi mevcut mu?
Sağlık Bakanı'nın dünyada hiç bir ülkede görülmeyecek bir şekilde,
"ülkede yaşayan 100 kişiden 33'ünün domuz gribi olabileceği" yolunda demeç verdiği;
medyanın, kendi paniğini yaratıp, sonrada bunu haberleştirdiği bir ülkede bu tarz iddiaların bir an önce cevaplanarak; virüs paniğinin virüsten daha hızlı yayılmasının önüne geçilmesi gerekir.
Aksi takdirde Oktar Babuna vakası ile başlatılan Türkiye'yi laboratuarlaştırma sürecinde küresel güçler yeni bir cephe kazanacaktır.
Açık İstihbarat